31 Temmuz 2018 Salı

Theodoros Angelopoulos Sineması



Modernist sinemanın son bekçisi olan Theodoros Angelopoulos’u da ne yazık ki yakın bir zamanda kaybetmemizin ardından bir dönemin daha kapıları kapanmış oldu. Fakat arkasında büyük bir külliyat bırakan – burada elbette nicelikten daha çok nitelikten bahsediyorum - Angelopouols, dönüp tekrar tekrar o döneme bakmamıza, tanımamıza sebep olan büyük bir insan olarak ayrıldı aramızdan. Yunanistanlı yönetmenimiz, üç döneme ayırabileceğimiz filmografisinin her döneminde acılarla yoğrulmuş ülkesinin tarihine uzanmış, hatta ve hatta tüm Balkanlar’ın kaderini odağına aldığı filmlerle de karşımıza çıkmıştır.

Angelopoulos, ilk filminden sonra genelde üçlemeler olarak çalışmayı tercih etmiştir. İlk olarak tarih üçlemesi filmlerinde ülkesinin yüzyıl boyunca yaşadıklarına odaklanarak daha politik filmler, ikinci dönem, kendi hayatına içsel bir yolculuk mahiyetindeki sessizlik üçlemesinde daha kişisel filmler çekmiştir.  Ve ne yazık ki nihayete erdiremediği son üçlemesi, ikinci filminin çekimlerinde talihsiz bir trafik kazasında hayatını kaybettiğinden dolayı yarım kalmıştır.

Filmlerinde Brechtyen bir anlayışı benimseyen, epik tiyatroyu adeta perdede yaşatan isim olan Angelopoulos, uzun plan sekansları ve bu plan sekanslar içerisinde gerçekleştirdiği zamansal atlamalarla namını duyurmuş bir yönetmendir. 360 derece kamera hareketleri, aynı mekân ve aynı plan içerisinde yaptığı zaman atlamalarıyla bir yönetmenden daha çok bir Tanrı gibidir. To Vlemma tou Odyssea’da aynı dans sahnesinde uzun bir dönemi özetlemesi inanılması güç bir meziyettir.

Filmleri arasında karakterlerini dolaştırmayı sevdiği gibi bir şeyleri yarıda kesmekten de keyif alır. Belki de bu asla kendini tamamlayamamış bir ülke olan Yunanistan’a bir göndermedir. Başlayan her dans, her tiyatro oyunu, her düğün mutlaka yarıda kesilir. Düğün demişken Angelopoulos, düğün ve cenaze gibi hayatın en baş aktörlerini her filmine mutlaka yerleştirmeyi başarır. Hayatın bu iki yadsınamaz gerçeği ard arda karşımıza çıkar hem de. En önemlisi ise Angelopoulos filmlerinden Yunanistan’ı tanıyanlar bu ülkeye asla yaz gelmediğini düşünebilirler. Zira onun filmlerinde yaz mevsimine, doğan güneşe, aydınlığa yer yoktur. Angelopoulos, hüzünlü filmleriyle kendini var etmiştir hep. Kış, yağmur, kar ve özellikle de sis onun sinemasının vazgeçilmezleridir. Hep bir sisler ardından bakmamızı ister hikâyelerine. Bu durumda zaten yeterince hüzünlü hikâyelerinin etkisini daha da arttırır.

Filmlerinin etkileyici atmosferi, Eleni Karaindrou’nun adeta bazı filmlerin baş aktörlerinden biri olan muhteşem müzikleri, ustalıklı senaryoları, derinlikli ama hiçbir şekilde özdeşlik kurmamıza izin verilmeyen – Angelopoulos karakterlerine kamerayı asla yaklaştırmaz-  karakterleri, muhteşem plan sekansları, zamansal atlamaları, kusursuz mekân seçimleri, imgeler üzerinden ilerleyen sinemasıyla her filminde bir başyapıt sunmuştur bizlere Angelopoulos. Bu başarısını sayısız ödül ile de taçlandırmış bu ismin hiçbir filmini birbirinden pek de ayırmak mümkün değildir. Bu eşsiz külliyattan diğer filmlerin affına sığınarak beş tanesini daha da detaylandıralım isterim.

1) To Vlemma tou Odyssea (Ulis’in Bakışı) - 1995

“Ve ruh kendini tanımak için kendine bakmalıdır.”
Platon’un yukarıdaki sözleriyle başlayan To Vlemma tou Odyssea, tam da Platon’un dediğini uygulayan A. (Harvey Keitel) isimli bir yönetmenin ardından ilerliyor. Amerika’da yaşayan Yunan göçmeni bu yönetmen,  Manaki Kardeşler’in banyo edilmeden kaybolan üç bobin filmini aramak için Balkan topraklarına bir yolculuk yapıyor. Bu yolculuk, aslında daha çok A.’nın kendi hayatına yaptığı içsel bir yolculuktur. Hatta Angelopoulos’un kendi içsel yolculuğunun bir yansımasıdır. Zira filmdeki A.’nın Angelopoulos’u temsil ettiği tartışmasız bir gerçek.

Neredeyse bütün filmlerinde ülkesinin tarihine, Balkan ülkelerinin kaderine,  adeta bir ağıt yakan Angelopoulos, bu kez çerçeveyi biraz daha genişleterek, tüm Balkanları, adeta biçim olarak vazgeçemediği uzun plan sekanslarda, 360 derece kamera hareketlerindeki gibi başladığı yerden sonuna kadar sabırla dolaşıyor A.  Manastır, Üsküp, Bükreş, Felipe, Belgrad ve son olarak Saraybosna… Karakterimiz aslında içsel yolculuğunu tetikleyen sadece bir araç olan filmleri Balkanlar’da farklı şekillerde süre giden savaşın en yoğun yaşandığı yerde buluyor tam da.

Filmin Saraybosna’ya kadar olan kısmında yalnızlık, terk edilmişlik gibi duygular baskınken sonrasında tamamen savaş etkisi altına alıyor filmi. Çatışma, kan vs göstermeden Angelopoulos, inanılmaz çarpıcı bir filme imza atıyor To Vlemma tou Odyssea ile. Sinema tarihine de büyük bir saygı gösterisi olan filmin birbirinden etkileyici diyaloglarından beni en çok etkileyen şu sözleri paylaşmadan edemiyorum.

“Yunanistan ölüyor. Taşlar ve heykeller arasında yaşadığımız 3000 yıldan sonra ölüyoruz. Yunanistan ölecekse, bir an önce ölmeli. Çünkü can çekişme ne kadar uzun olursa, ölüm de o kadar acılı olur.”



2) Trilogia: To Livadi Pou Dakryzei (Ağlayan Çayır) – 2004

Angelopoulos bir kez daha vatanı Yunanistan’ın bir türlü kapanmayan yaralarına parmak basıyor Trilogia: To Livadi Pou Dakryzei ile. Angelopoulos’un yine bir üçleme niyetiyle başladığı ama ne yazık ki sonunu getiremediği hikâyenin bu ilk halkasında odağına çok da yapmadığı bir şey yaparak bir kadını alıyor. Ekim Devrimi’nden İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrasına kadar devam eden uzun bir süreyi Eleni üzerinden anlatmayı tercih eden yönetmenimiz bu kez lineer bir anlatım tercih ediyor. Zaman ve mekân oynamaları yapmadan anlatmayı tercih ettiği bu filmde en çok yarattığı mükemmel mekânlarla göz dolduruyor kuşkusuz. Daha sonra sular altında kalacak köy (ki Angelopoulos tamamen film için kurmuştur bu köyü), mültecilerin kaldığı tiyatro binası, Eleni ile Alexis’in kaldığı çarşaflı mahalle tek kelimeyle muhteşemdirler.

Ekim Devrimi’nde annesini babasını kaybettiği için yolda mülteciler tarafından evlat alınan Eleni, kendi yaşıtı olan ailenin oğluna âşık olur. Ne var ki evin babasının Eleni’de hep gözü vardır – Angelopoulos, yaşlı ve yalnız karakterlerine hep kendilerinden yaşça küçük kadınlardan medet umma girişiminde bulundurmuş, fakat ellerini hep de boş döndürmüştür- ne yazık ki. Eleni ile Alexis’in bu durumda tek yapacakları düğün günü kaçmaktır. Zira ortada başka bir aileye verilmiş aşklarının meyvesi olan ikiz çocukları da vardır.

Eleni ile Alexis’in bu kaçışı ile birlikte Ekim Devrimi’nde başlayan sürgün hayatı başka bir şekilde devam eder. Yaşadıkları yüzyıl itibariyle yine pek çok acı onların önünde dikilir. Her ne kadar çoğundan öyle ya da böyle uzak durmaya çalışsalar da ard arda yaşanılan acılardan kurtulamazlar. Alexis’in babası Spyros’un ölmesi, Alexis’in daha iyi bir hayat umuduyla Amerika’ya göç etmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın ve sonrasında iç savaşın çıkması, Eleni’nin evinde isyancıları sakladığı gerekçesiyle tutuklanması, Alexis’in sırf Amerikan vatandaşı olabilmek için İkinci Dünya Savaşı’na katılıp, ölmesi, çocukların Yunanistan’da karşı cephelerde savaşarak hayatlarını kaybetmeleri... 

İşin en acı tarafı ise daha küçücük bir çocukken ailesini kaybederek yabancı bir aile ile bilmediği topraklara sürüklenen Eleni’nin acısı hiç bitmez. Ömrü boyunca tarifi mümkünsüz acılar yaşar Eleni. Tıpkı Yunanistan gibi… Eleni bu filmde Yunanistan’nın bir metaforudur aslında. Yıllarca her türlü acıyı yaşayan ama hiçbirinin de önüne geçemeyen bir Yunanistan… Hep ağlayıp durmuştur bu bitmeyen kaderine.




3) O Thiasos (Kumpanya) – 1975

O Thiasos, Angelopoulos’un adını tüm dünyaya duyuran filmidir öncelikle. Yunanistan’ın yakın dönemine bir küçük tiyatro grubu üzerinden ışık tutan Angelopoulos, bu derinlikli işine elbette ki uzun bir süre ayırmak zorunda kalmıştır. 1939-1952 yılları arasına hatta bazen oyuncuların kameraya yaptıkları anlatılarla daha da önceye 1922 yılına kadar uzanan geniş bir zaman dilimi, dört saate yakın bir destana dönüşüyor perdede. General Metaksas’ın dikta dönemi, Yunan-İtalyan Savaşı, Naziler’in Yunanistan’ı işgali, sonrasında ülkeden çıkarılışlarının ardından yaşanan iç savaş ve Yunanlılar tarafından adeta bir Mesih olarak görülen Alexandros Papagos’un iktidara gelmesi… Bu on üç yıl boyunca birbirinden etkili dönemlerin her birinde yani dikta dönemi, İkinci Dünya Savaşı ve iç savaşta savaşan komünist cephe, kumpanyadaki üç kişi tarafından temsil edilmektedir.

Angelopoulos, her biri birbirinden önemli dönemleri tek bir film ile ele alma kararı ile zaten başta büyük bir cesaret örneği göstermiştir bana kalırsa. Üstelik doğrusal bir anlatım ile bile zorlanabilecek bu dönemler arasında dilediği gibi gezinmeyi tercih eder. Elbette bunu flashback ya da flashforward ile yapmamaktadır. Zira uzun plan sekans tercih eden yönetmenimiz aynı plan içerisinde birbirinden çok farklı zamanlar arasında aynı mekân içerisinde atlama yaparak zaman ve mekân algısını yerle bir eder.

Angelopoulos, her ne kadar içerikte yirminci yüzyılı odağına alsa da çeşitli metaforlarla en çok da karakterlerin isimleriyle çok daha eskiye, mitolojik çağlara kadar uzanmakta sakınca görmemiştir. Özellikle filmin en etkin karakterlerinden biri olan Elektra’nın annesinden nefret ettiğini, babasına çok bağlı olduğunu fark etmemek mümkün değil. Yine her bir karakteri sayesinde Yunan mitolojisine de göz kırpan filmin, yönetmenin en bitmemişler filmlerinden biri olduğunu da söyleyebiliriz. 

Kumpanya, film boyunca asla tam olarak oyunu bitiremediği gibi asla da tam kadro bir araya gelememiştir. Yine uzun planlar, 360 derece kamera hareketleri, düğün ve hemen ardından cenaze, hep yarıda kesilen temsiller, danslar, düğünler ama en önemlisi de müzikleriyle bir başka âlemin kapılarını açıyor bize O Thiasos.




4) Topio Stin Omichli (Puslu Manzaralar) – 1988

Angelopoulos, sessizlik üçlemesinin bu son halkasında yine üçlemenin filmlerinden Taxidi sta Kythira’daki Antonis ve Voula’nın çocukluğuna götürüyor bizleri muhtemelen. Zira Angelopoulos, karakterlerini tüm filmlerinde gezdirmeyi adet edinenlerdendir. Aynı şekilde film boyunca Orestis sayesinde karşılaştıkları gezici tiyatro da O Thiasos’da hikâyelerini takip ettiğimiz kumpanyanın ta kendisi değil midir? Hala ısrarla aynı oyunu sahneye koymaya çalışmaktadırlar.

Anneleri tarafından babalarının Almanya’da olduğu söylenilen Voula ve Antonis, henüz beş ve on dört yaşında olmalarına rağmen, çılgınca bir plan yapar; babalarını bulmak için evden kaçarlar. Elbette filmin acaba babalarını bulacaklar mı gibi bir kilit noktası yoktur. Zaten klasik sinemanın bir kodlaması olan yani finalde büyük çözümlemeyi yapmak gibi bir kaygı gütmeyen yönetmenimiz filmin çok başlarında asla böyle bir babanın olmadığını bize açıklar. 

Zaten Voula da bu gerçeği bizimle birlikte öğrenir. Fakat kabullenmek istemez. Ya da kabullense bile bu yolculuktan vazgeçmez. Zira bu yolculuk genetik babalarını aramak amacıyla değil umudu, mutluluğu, güveni aramak amacıyla yapılmaktadır. Yol boyunca Orestis haricinde asla aradıklarını bulamayan kardeşler, aksine hep tam tersine denk gelirler. Özellikle Voula, inatla sürdürdüğü bu yolculukta, başına gelebileceklerin en kötülerini yaşar. Lakin en güzelini de…

Başlarından büyük badireler geçen bu kardeşler aslında bir nevi de Yunanistan’ın bir alegorisidirler. Yunanistan’ın da yüzyılın başından itibaren her türlü felaketi yaşamış bir ülke olduğunu düşündüğümüzde tam da karşılığını buluyor. Kim bilir nasıl Volula ve Antonis’in büyüme hikâyesi ise bu film, Yunanistan’ın da olgunlaştığını ima ediyor olabilir. Zira muhakkak yaşanılan acılar bir ülkeyi de olgunlaştırır değil mi? Bir negatifte sisler ardında görünen ağacı bulup da kocaman sarılma umuduyla bir çırpıda izlenecek nefis bir film Topio Stin Omichli.




5) O Melissokomos (Arıcı) – 1986

Yine bir Spyros (Marcello Mastroianni) vardır karşımızda. Angelopoulos’un babasının ismi olan Spyros, nerdeyse her filminde bir karakter olarak karşılar bizi. Bu kez ise tüm hikâyeyi onun peşinden takip edeceğimiz, arıcı, öğretmen, baba, yalnız bir adam ya da bir kaybeden Spyros var karşımızda. Evli ve iki çocuk babası olan Spyros, kızını evlendirdikten sonra öğretmenliği de bırakarak, baba mesleği olan arıcılığa devam etmeye karar verir. Üstelik arılarını tüm ülkeyi gezdirerek mükemmel bir bal almayı amaçlar. Lakin umutsuz bir şekilde başladığı bu yolculuk baştan kaybedeceğini belli ediyordu az çok. Spyros, Topio Stin Omichli’daki çocuklar gibi yeni bir başlangıca değil kendi sonuna doğru bir yolculuğa çıkar.

Yolculuğu esnasında arabasına binen genç kız ile yakınlaşması ve onunla hayata bir nevi tutunacak gibi olması da nihayete eremez. Zira sonunda bu genç kız da Spyros’un sessizliği ve yaşama yabancılaşması karşısında çareyi ondan kaçmakta bulur. Tıpkı tüm ailesinin ve çevresinin yaptığı gibi. Bu son umut parçasını da yitiren, tek tek arkadaşlarını, ailesini dolaşan ve hiçbir şeyin değişmediğini gören Spyros, daha fazla bu anlam veremediği hayata devam etmeme kararı alır. Düğün ile başlayan film, ölüm ile son bulur böylece. Tam da Anglepoulos’un yapacağı bir hamledir bu ne de olsa. Lakin O Melissokomos’un, birçok açıdan yönetmenin filmografisinden biraz ayrıksı durduğunu da belirtmek gerek. Bir de Topio Stin Omichli’da fazlasıyla naif davrandığı kadın vücuduna, özeline, bu filmde fazlaca cinsiyetçi yaklaştığını da inkâr edemeyiz. Yine de her şeye rağmen muhteşem bir yalnızlık ve kaybeden hikâyesi olan film birçok kesim tarafından oldukça sevilmiştir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder