Modernist sinemanın son bekçisi olan Theodoros
Angelopoulos’u da ne yazık ki yakın bir zamanda kaybetmemizin ardından bir
dönemin daha kapıları kapanmış oldu. Fakat arkasında büyük bir külliyat bırakan
– burada elbette nicelikten daha çok nitelikten bahsediyorum - Angelopouols, dönüp
tekrar tekrar o döneme bakmamıza, tanımamıza sebep olan büyük bir insan olarak
ayrıldı aramızdan. Yunanistanlı yönetmenimiz, üç döneme ayırabileceğimiz
filmografisinin her döneminde acılarla yoğrulmuş ülkesinin tarihine uzanmış,
hatta ve hatta tüm Balkanlar’ın kaderini odağına aldığı filmlerle de karşımıza
çıkmıştır.
Angelopoulos, ilk filminden sonra genelde üçlemeler olarak
çalışmayı tercih etmiştir. İlk olarak tarih üçlemesi filmlerinde ülkesinin
yüzyıl boyunca yaşadıklarına odaklanarak daha politik filmler, ikinci dönem,
kendi hayatına içsel bir yolculuk mahiyetindeki sessizlik üçlemesinde daha
kişisel filmler çekmiştir. Ve ne yazık
ki nihayete erdiremediği son üçlemesi, ikinci filminin çekimlerinde talihsiz
bir trafik kazasında hayatını kaybettiğinden dolayı yarım kalmıştır.
Filmlerinde Brechtyen bir anlayışı benimseyen, epik
tiyatroyu adeta perdede yaşatan isim olan Angelopoulos, uzun plan sekansları ve
bu plan sekanslar içerisinde gerçekleştirdiği zamansal atlamalarla namını
duyurmuş bir yönetmendir. 360 derece kamera hareketleri, aynı mekân ve aynı plan
içerisinde yaptığı zaman atlamalarıyla bir yönetmenden daha çok bir Tanrı
gibidir. To Vlemma tou Odyssea’da aynı dans sahnesinde uzun bir dönemi
özetlemesi inanılması güç bir meziyettir.
Filmleri arasında karakterlerini dolaştırmayı sevdiği gibi
bir şeyleri yarıda kesmekten de keyif alır. Belki de bu asla kendini
tamamlayamamış bir ülke olan Yunanistan’a bir göndermedir. Başlayan her dans,
her tiyatro oyunu, her düğün mutlaka yarıda kesilir. Düğün demişken
Angelopoulos, düğün ve cenaze gibi hayatın en baş aktörlerini her filmine
mutlaka yerleştirmeyi başarır. Hayatın bu iki yadsınamaz gerçeği ard arda
karşımıza çıkar hem de. En önemlisi ise Angelopoulos filmlerinden Yunanistan’ı
tanıyanlar bu ülkeye asla yaz gelmediğini düşünebilirler. Zira onun filmlerinde
yaz mevsimine, doğan güneşe, aydınlığa yer yoktur. Angelopoulos, hüzünlü
filmleriyle kendini var etmiştir hep. Kış, yağmur, kar ve özellikle de sis onun
sinemasının vazgeçilmezleridir. Hep bir sisler ardından bakmamızı ister
hikâyelerine. Bu durumda zaten yeterince hüzünlü hikâyelerinin etkisini daha da
arttırır.
Filmlerinin etkileyici atmosferi, Eleni Karaindrou’nun adeta
bazı filmlerin baş aktörlerinden biri olan muhteşem müzikleri, ustalıklı
senaryoları, derinlikli ama hiçbir şekilde özdeşlik kurmamıza izin verilmeyen –
Angelopoulos karakterlerine kamerayı asla yaklaştırmaz- karakterleri, muhteşem plan sekansları,
zamansal atlamaları, kusursuz mekân seçimleri, imgeler üzerinden ilerleyen
sinemasıyla her filminde bir başyapıt sunmuştur bizlere Angelopoulos. Bu
başarısını sayısız ödül ile de taçlandırmış bu ismin hiçbir filmini birbirinden
pek de ayırmak mümkün değildir. Bu eşsiz külliyattan diğer filmlerin affına
sığınarak beş tanesini daha da detaylandıralım isterim.
1) To Vlemma tou Odyssea (Ulis’in Bakışı) - 1995
“Ve ruh kendini tanımak için kendine bakmalıdır.”
Platon’un yukarıdaki sözleriyle başlayan To Vlemma tou
Odyssea, tam da Platon’un dediğini uygulayan A. (Harvey Keitel) isimli bir
yönetmenin ardından ilerliyor. Amerika’da yaşayan Yunan göçmeni bu
yönetmen, Manaki Kardeşler’in banyo
edilmeden kaybolan üç bobin filmini aramak için Balkan topraklarına bir
yolculuk yapıyor. Bu yolculuk, aslında daha çok A.’nın kendi hayatına yaptığı
içsel bir yolculuktur. Hatta Angelopoulos’un kendi içsel yolculuğunun bir
yansımasıdır. Zira filmdeki A.’nın Angelopoulos’u temsil ettiği tartışmasız bir
gerçek.
Neredeyse bütün filmlerinde ülkesinin tarihine, Balkan
ülkelerinin kaderine, adeta bir ağıt
yakan Angelopoulos, bu kez çerçeveyi biraz daha genişleterek, tüm Balkanları,
adeta biçim olarak vazgeçemediği uzun plan sekanslarda, 360 derece kamera hareketlerindeki
gibi başladığı yerden sonuna kadar sabırla dolaşıyor A. Manastır, Üsküp, Bükreş, Felipe, Belgrad ve
son olarak Saraybosna… Karakterimiz aslında içsel yolculuğunu tetikleyen sadece
bir araç olan filmleri Balkanlar’da farklı şekillerde süre giden savaşın en
yoğun yaşandığı yerde buluyor tam da.
Filmin Saraybosna’ya kadar olan kısmında yalnızlık, terk
edilmişlik gibi duygular baskınken sonrasında tamamen savaş etkisi altına
alıyor filmi. Çatışma, kan vs göstermeden Angelopoulos, inanılmaz çarpıcı bir filme
imza atıyor To Vlemma tou Odyssea ile. Sinema tarihine de büyük bir saygı
gösterisi olan filmin birbirinden etkileyici diyaloglarından beni en çok
etkileyen şu sözleri paylaşmadan edemiyorum.
“Yunanistan ölüyor. Taşlar ve heykeller arasında yaşadığımız
3000 yıldan sonra ölüyoruz. Yunanistan ölecekse, bir an önce ölmeli. Çünkü can
çekişme ne kadar uzun olursa, ölüm de o kadar acılı olur.”
2) Trilogia: To Livadi Pou Dakryzei (Ağlayan Çayır) – 2004
Angelopoulos bir kez daha vatanı Yunanistan’ın bir türlü
kapanmayan yaralarına parmak basıyor Trilogia: To Livadi Pou Dakryzei ile.
Angelopoulos’un yine bir üçleme niyetiyle başladığı ama ne yazık ki sonunu
getiremediği hikâyenin bu ilk halkasında odağına çok da yapmadığı bir şey
yaparak bir kadını alıyor. Ekim Devrimi’nden İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrasına
kadar devam eden uzun bir süreyi Eleni üzerinden anlatmayı tercih eden
yönetmenimiz bu kez lineer bir anlatım tercih ediyor. Zaman ve mekân oynamaları
yapmadan anlatmayı tercih ettiği bu filmde en çok yarattığı mükemmel mekânlarla
göz dolduruyor kuşkusuz. Daha sonra sular altında kalacak köy (ki Angelopoulos
tamamen film için kurmuştur bu köyü), mültecilerin kaldığı tiyatro binası,
Eleni ile Alexis’in kaldığı çarşaflı mahalle tek kelimeyle muhteşemdirler.
Ekim Devrimi’nde annesini babasını kaybettiği için yolda
mülteciler tarafından evlat alınan Eleni, kendi yaşıtı olan ailenin oğluna âşık
olur. Ne var ki evin babasının Eleni’de hep gözü vardır – Angelopoulos, yaşlı
ve yalnız karakterlerine hep kendilerinden yaşça küçük kadınlardan medet umma
girişiminde bulundurmuş, fakat ellerini hep de boş döndürmüştür- ne yazık ki.
Eleni ile Alexis’in bu durumda tek yapacakları düğün günü kaçmaktır. Zira
ortada başka bir aileye verilmiş aşklarının meyvesi olan ikiz çocukları da
vardır.
Eleni ile Alexis’in bu kaçışı ile birlikte Ekim Devrimi’nde
başlayan sürgün hayatı başka bir şekilde devam eder. Yaşadıkları yüzyıl
itibariyle yine pek çok acı onların önünde dikilir. Her ne kadar çoğundan öyle
ya da böyle uzak durmaya çalışsalar da ard arda yaşanılan acılardan
kurtulamazlar. Alexis’in babası Spyros’un ölmesi, Alexis’in daha iyi bir hayat
umuduyla Amerika’ya göç etmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın ve sonrasında iç
savaşın çıkması, Eleni’nin evinde isyancıları sakladığı gerekçesiyle
tutuklanması, Alexis’in sırf Amerikan vatandaşı olabilmek için İkinci Dünya
Savaşı’na katılıp, ölmesi, çocukların Yunanistan’da karşı cephelerde savaşarak
hayatlarını kaybetmeleri...
İşin en acı tarafı ise daha küçücük bir çocukken
ailesini kaybederek yabancı bir aile ile bilmediği topraklara sürüklenen
Eleni’nin acısı hiç bitmez. Ömrü boyunca tarifi mümkünsüz acılar yaşar Eleni.
Tıpkı Yunanistan gibi… Eleni bu filmde Yunanistan’nın bir metaforudur aslında.
Yıllarca her türlü acıyı yaşayan ama hiçbirinin de önüne geçemeyen bir
Yunanistan… Hep ağlayıp durmuştur bu bitmeyen kaderine.
3) O Thiasos (Kumpanya) – 1975
O Thiasos, Angelopoulos’un adını tüm dünyaya duyuran
filmidir öncelikle. Yunanistan’ın yakın dönemine bir küçük tiyatro grubu
üzerinden ışık tutan Angelopoulos, bu derinlikli işine elbette ki uzun bir süre
ayırmak zorunda kalmıştır. 1939-1952 yılları arasına hatta bazen oyuncuların
kameraya yaptıkları anlatılarla daha da önceye 1922 yılına kadar uzanan geniş
bir zaman dilimi, dört saate yakın bir destana dönüşüyor perdede. General Metaksas’ın
dikta dönemi, Yunan-İtalyan Savaşı, Naziler’in Yunanistan’ı işgali, sonrasında
ülkeden çıkarılışlarının ardından yaşanan iç savaş ve Yunanlılar tarafından
adeta bir Mesih olarak görülen Alexandros Papagos’un iktidara gelmesi… Bu on üç
yıl boyunca birbirinden etkili dönemlerin her birinde yani dikta dönemi, İkinci
Dünya Savaşı ve iç savaşta savaşan komünist cephe, kumpanyadaki üç kişi
tarafından temsil edilmektedir.
Angelopoulos, her biri birbirinden önemli dönemleri tek bir
film ile ele alma kararı ile zaten başta büyük bir cesaret örneği göstermiştir
bana kalırsa. Üstelik doğrusal bir anlatım ile bile zorlanabilecek bu dönemler
arasında dilediği gibi gezinmeyi tercih eder. Elbette bunu flashback ya da
flashforward ile yapmamaktadır. Zira uzun plan sekans tercih eden yönetmenimiz
aynı plan içerisinde birbirinden çok farklı zamanlar arasında aynı mekân
içerisinde atlama yaparak zaman ve mekân algısını yerle bir eder.
Angelopoulos, her ne kadar içerikte yirminci yüzyılı odağına
alsa da çeşitli metaforlarla en çok da karakterlerin isimleriyle çok daha
eskiye, mitolojik çağlara kadar uzanmakta sakınca görmemiştir. Özellikle filmin
en etkin karakterlerinden biri olan Elektra’nın annesinden nefret ettiğini,
babasına çok bağlı olduğunu fark etmemek mümkün değil. Yine her bir karakteri
sayesinde Yunan mitolojisine de göz kırpan filmin, yönetmenin en bitmemişler
filmlerinden biri olduğunu da söyleyebiliriz.
Kumpanya, film boyunca asla tam
olarak oyunu bitiremediği gibi asla da tam kadro bir araya gelememiştir. Yine
uzun planlar, 360 derece kamera hareketleri, düğün ve hemen ardından cenaze,
hep yarıda kesilen temsiller, danslar, düğünler ama en önemlisi de müzikleriyle
bir başka âlemin kapılarını açıyor bize O Thiasos.
4) Topio Stin Omichli (Puslu Manzaralar) – 1988
Angelopoulos, sessizlik üçlemesinin bu son halkasında yine
üçlemenin filmlerinden Taxidi sta Kythira’daki Antonis ve Voula’nın çocukluğuna
götürüyor bizleri muhtemelen. Zira Angelopoulos, karakterlerini tüm filmlerinde
gezdirmeyi adet edinenlerdendir. Aynı şekilde film boyunca Orestis sayesinde
karşılaştıkları gezici tiyatro da O Thiasos’da hikâyelerini takip ettiğimiz
kumpanyanın ta kendisi değil midir? Hala ısrarla aynı oyunu sahneye koymaya
çalışmaktadırlar.
Anneleri tarafından babalarının Almanya’da olduğu söylenilen
Voula ve Antonis, henüz beş ve on dört yaşında olmalarına rağmen, çılgınca bir
plan yapar; babalarını bulmak için evden kaçarlar. Elbette filmin acaba
babalarını bulacaklar mı gibi bir kilit noktası yoktur. Zaten klasik sinemanın
bir kodlaması olan yani finalde büyük çözümlemeyi yapmak gibi bir kaygı
gütmeyen yönetmenimiz filmin çok başlarında asla böyle bir babanın olmadığını
bize açıklar.
Zaten Voula da bu gerçeği bizimle birlikte öğrenir. Fakat
kabullenmek istemez. Ya da kabullense bile bu yolculuktan vazgeçmez. Zira bu
yolculuk genetik babalarını aramak amacıyla değil umudu, mutluluğu, güveni
aramak amacıyla yapılmaktadır. Yol boyunca Orestis haricinde asla aradıklarını
bulamayan kardeşler, aksine hep tam tersine denk gelirler. Özellikle Voula,
inatla sürdürdüğü bu yolculukta, başına gelebileceklerin en kötülerini yaşar.
Lakin en güzelini de…
Başlarından büyük badireler geçen bu kardeşler aslında bir
nevi de Yunanistan’ın bir alegorisidirler. Yunanistan’ın da yüzyılın başından
itibaren her türlü felaketi yaşamış bir ülke olduğunu düşündüğümüzde tam da
karşılığını buluyor. Kim bilir nasıl Volula ve Antonis’in büyüme hikâyesi ise
bu film, Yunanistan’ın da olgunlaştığını ima ediyor olabilir. Zira muhakkak
yaşanılan acılar bir ülkeyi de olgunlaştırır değil mi? Bir negatifte sisler
ardında görünen ağacı bulup da kocaman sarılma umuduyla bir çırpıda izlenecek
nefis bir film Topio Stin Omichli.
5) O Melissokomos (Arıcı) – 1986
Yine bir Spyros (Marcello Mastroianni) vardır karşımızda.
Angelopoulos’un babasının ismi olan Spyros, nerdeyse her filminde bir karakter
olarak karşılar bizi. Bu kez ise tüm hikâyeyi onun peşinden takip edeceğimiz,
arıcı, öğretmen, baba, yalnız bir adam ya da bir kaybeden Spyros var
karşımızda. Evli ve iki çocuk babası olan Spyros, kızını evlendirdikten sonra
öğretmenliği de bırakarak, baba mesleği olan arıcılığa devam etmeye karar
verir. Üstelik arılarını tüm ülkeyi gezdirerek mükemmel bir bal almayı amaçlar.
Lakin umutsuz bir şekilde başladığı bu yolculuk baştan kaybedeceğini belli
ediyordu az çok. Spyros, Topio Stin Omichli’daki çocuklar gibi yeni bir
başlangıca değil kendi sonuna doğru bir yolculuğa çıkar.
Yolculuğu esnasında arabasına binen genç kız ile
yakınlaşması ve onunla hayata bir nevi tutunacak gibi olması da nihayete
eremez. Zira sonunda bu genç kız da Spyros’un sessizliği ve yaşama
yabancılaşması karşısında çareyi ondan kaçmakta bulur. Tıpkı tüm ailesinin ve
çevresinin yaptığı gibi. Bu son umut parçasını da yitiren, tek tek
arkadaşlarını, ailesini dolaşan ve hiçbir şeyin değişmediğini gören Spyros,
daha fazla bu anlam veremediği hayata devam etmeme kararı alır. Düğün ile
başlayan film, ölüm ile son bulur böylece. Tam da Anglepoulos’un yapacağı bir
hamledir bu ne de olsa. Lakin O Melissokomos’un, birçok açıdan yönetmenin
filmografisinden biraz ayrıksı durduğunu da belirtmek gerek. Bir de Topio Stin
Omichli’da fazlasıyla naif davrandığı kadın vücuduna, özeline, bu filmde
fazlaca cinsiyetçi yaklaştığını da inkâr edemeyiz. Yine de her şeye rağmen
muhteşem bir yalnızlık ve kaybeden hikâyesi olan film birçok kesim tarafından
oldukça sevilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder