31 Temmuz 2018 Salı

Roy Andersson Sineması



Roy Anderson aslında bir film yönetmeninden daha çok reklam filmi yönetmeni olarak adlandırılabilecek bir isim. Çektiği sayısız reklam filmi ile adeta kendine büyük bir isim yapan Anderson, çekmek istediği filmleri de bu reklam filmleri sayesinde bizlerle buluşturabilmiştir. Anderson 1970 yılında başladığı uzun metraj kurmaca film serüvenine 1975 yılında ikinci filminden sonra uzun bir ara vermiştir elde olamayan sebeplerden dolayı. İkinci filmi Giliap, ona büyük bir başarısızlık armağan edip de her şeyi batırınca Anderson’un tekrar film çekebilmek için yirmi beş yıl boyunca reklam filmi çekerek, sıkı bir çalışma sergilemesi gerekir. Lakin Anderson, bu zorlu görevden alnının akıyla çıkarak, sinemasına da yeni bir tarz benimsettiği ikinci dönemine başlar. Ve ne mutlu ki ilk filmini bile gölgede bırakacak, birbirinden etkileyici üç başyapıta imza atar.

Anderson, Yaşayanlar Üçlemesi’ndeki son üç filminde öylesine kendinden emin, ne istediğini bilen bir sinema anlayış sergiler ki, adeta onları her daim yaşatır. Mıh gibi sabitlediği kamerasını bir kez olsun şeytana uyup da hareket ettirmediği gibi mekânlarının soğukluğundan, sadeliğinden de aynı şekilde vazgeçmemiştir. Mekân kullanımına özellikle çok önem veren Anderson, onların yaşayan birer varlık olduğunu göstermek istemiştir hep. Hatta bu istek, ona mekânlarını hareket ettirmek gibi bir hınzırlığı bile yaptırmıştır. Lakin en şaşırtıcı hamlesi aynı mekân içinde farklı zamanları bir araya getirmesi olmuştur.

Mekânların yaşamasını istediği kadar karakterleri karşımıza ölü gibi çıkarmıştır hep. Birçokları tarafından zombi olarak da yorumlanan yüzleri bembeyaz, şişman ve yaşlı adamların dünyası bir o kadar cansızdır. Gerçi karakterlerinin yüzlerinin beyaza boyanması, Anderson tarafından ırk, renk vs gibi ayrımları ortadan kaldırmak için yapılmıştır. Tıpkı bir pandonim sanatçısı ya da William Shakespeare tragedyasındaki oyuncular gibi olmalarını istemiştir karakterlerinin.  Bu bembeyaz yüzlü karakterlerimizin çoğu bir Avrupa insanı olarak Anderson tarafından yerden yere vurulur. Anderson, Avrupa insanının ikiyüzlülüğünü, faşist bakış açısını, sahtekârlığını öylesine naif bir şekilde ama öylesine de samimiyetle eleştirir ki…

Ölüme ve hüzne dair etkileyici masalların anlatıcısı Anderson, hiçbir zaman umudu, gülümsemeyi de insanlığın hayatından eksik etmemesi gerektiğine inanan biridir. Gülerken düşünmemizi, ağlarken öfkelenmemizi, sorgulamamızı isteyen bu müthiş adam, parça parça hikâyecikleri ile biz seyircilere adeta bitmek bilmeyen bir destan sunmuştur. Üçlemesini dörtlemeyi düşündüğünü ve şu an üzerinde çalıştığını ifade eden Anderson’u filmografisinin tüm uzun metrajlarıyla konuşmaya ne dersiniz?


1) En duva satt på en gren och funderade på tillvaron (İnsanları Seyreden Güvercin) - 2014


Roy Anderson’un bana kalırsa tartışmasız başyapıtıdır bu şimdilik son gözbebeği. Anderson usta, Yaşayanlar Üçlemesi’nin son ayağı olan bu filmde, adeta diğer iki filminde ulaştığı çıtanın sınırlarını zorlamaktadır. Üç kısa epizotla söze başlayan yönetmenimiz, sinemaseverlerin hafızasından çıkmayacak üç ölümle bizleri buluşturur. Acı olduğu kadar huzurlu, hüzünlü olduğu kadar mizahi yanı da olan ölümlerdir bunlar. Tıpkı hayatın kendisi gibi, tıpkı Anderson filmlerinin ana fikri gibi; hüzünlü ama komik de.

Üçlemenin diğer iki filminde olduğu gibi başı sonu belli olan bir hikâye değil parçalı, daldan dala atlayan, rastgele hayatlar karşılıyor yine bizleri. Yalnız bu filmde insanları mutlu etmek adına komiklik malzemeleri satıcısı iki adam ve onların hayatları tüm filme zemin oluşturarak filmin belkemiği görevini görmektedir. Hem komiklik malzemesi satıp hem de dünyanın en hüzünlü adamları olarak görülebilecek bu çift, oldukça ustalıkla çizilmiş karakterler kesinlikle. Bu adamların hissettikleri ile yapmaya çalıştıkları arasındaki zıtlık, filmdeki ölümü tercih edenler ile yaşama sıkı sıkı tutunanlar arasında da karşımıza çıkar. Zira elinde silahı ile intiharını gerçekleştirecek adam ile kumsalda aşık olduğu kişi ile sevişen çift arasındaki tezatlık müthiş bir kontrast yaratmaz da ne yapar?

Zaman ve mekân algısının ciddi anlamda alaşağı edildiği filmde zaten lineer akmayan hikâyede tam olarak bir bozgun yaşanır. 1700’lü yılların Poltava Savaşı ile günümüz hayatı aynı sahne içerisinde buluşurken, 1940’lı yıllardaki sahnedeki mekân ile günümüzdeki sahnenin mekânı arasında Anderson’un yaptığı tek değişiklik, mıh gibi duran kamerasını birazcık geriye çekmek olur sadece. Anderson, zaman ve mekân konusundaki muğlâklığını, bembeyaza boyattırdığı yüzlerle ırk üzerinden de sabitleştirir. Her insan pudralanmış bembeyaz yüzlerle tek bir kategoriye sokulur; insan. Sadece insan… Hatta sadece hayvan… Tüm filme sirayet eden The Battle Hymn of the Republic parçasının eşlik ettiği bu filmi, Anderson’un istediği gibi tam da güvercinin konduğu daldaki bakış açısıyla izleriz.



2) Sånger från andra våningen (İkinci Kattan Şarkılar) – 2000

Hastane odasında geçmişin utancıyla son günlerini bekleyen yaşlı adamdan hayatını yoluna koymak için son umut iş yerini yakan adama, yıllardır yaptığı numarada başarısız olan sihirbazdan işten atılan adama, şiir yazmaktan delirmiş bir gençten başarısız bir iş adamına kadar hep de kaybeden adamlar gelir karşımıza. Lakin Anderson asıl en büyük vahşeti bir kız çocuğuna yaşatır filmde. Sånger från andra våningen, tam da bu sahnesinden dolayı üçlemenin diğer filmlerinden çok daha serttir. Ülkenin ileri gelenleri  -din adamı da dâhil- bir küçük kız çocuğunu kurban verirler. Kim bilir insanlığın doğuşundan itibaren işledikleri günahların bedeli olarak belki de.  Lakin ne sıkışan trafiğin, ne tıkanan yolların, ne hareket eden binaların, ne de kaybolan belki de hiç olmayan evrakların sorumlusu o kız çocuğudur.

Anderson, üçlemenin bu ilk filminde daha önce çok daha gerçekçi filmlere imza atan çizgisini alt üst ederek seyirciyi oldukça şaşırtmıştır. Oldukça özgürce, dilediği oyunlara başvuran yönetmenimiz bu özgürlükte ilk hamlesini çok sevdiği ressam Pieter Brueghel’in tablosu Hunters in the Snow’u üçlemesine esin kaynağı alarak yaparak başlatır. Muhteşem müzikleri, oldukça sert dili, tokat misali eleştiriler ve daha niceleri ile Sånger från andra våningen, kulağını ona verenler için çok şey vaat ediyor.




3) Du levande (Siz Yaşayanlar) – 2007

“Sıcacık mis gibi yatağınızın keyfini sürün siz yaşayanlar, Lethe’nin buz gibi soğuk dalgası açıktaki ayağınızı yalamadan önce.”
 Goethe
Geothe’nin yukarıdaki sözlerinden yola çıkılarak hayat bulan bu film, üçlemenin ikinci filmi olarak karşımızda durmakta. Nasıl bir sonraki filmde bir marş, filmin her bir zerreciğine nüfus ediyorsa Du Levande’de de Goethe’nin bu sözleri tüm filmi işgal eder. Bu filmde ölümden daha çok aşk, doğum ve rüyalar karşılar biz seyircileri. Ve bunların karşısında ise yine faşizm eleştirisi ile adalet sisteminin çürümüşlüğü de etkisini hiç azaltmadan devam eder. Özellikle karakterlerden birinin kendi ağzından dinlediğimiz rüyasında tam da Bunuel sinemasını akla getiren güçlü bir burjuva sınıfı eleştirisi vardır. Burjuvanın yüzyıllardır elinde bulundurduğu porselen yemek takımını (ülke ekonomisinin en büyük payı) karakterimiz tek bir hareketle paramparça eder. Elbette bu hareketinden dolayı kapitalist sistemin adaleti tarafından gayri ciddi bir şekilde yargılanır ve idama mahkûm edilir. Bana kalırsa tüm filme damga vuran bu hikâyecik, Anderson’un tüm bakış açısını, derdini özetler.

Du levande’de Anderson,  idam edilen adamdan kimsenin onu anlamadığını düşünen kadına, aşkına karşılık bulamayanlardan, tükendiğini düşünen psikiyatriste kadar hep hüzünlü, çıkışsız hayatları gösterse de bizlere yine de her şeye rağmen umudun olduğunu belirtmeden yapamaz. Özellikle mekân kullanımında tüm hınzırlığını açık eden Anderson, onları hareket ettirmekten bile geri durmaz. Böylece o sade, yalın mekânlar, beklenmeyecek bir hamle gerçekleştirmiş olurlar. Belki zaman- mekân algısıyla üçlemenin diğer parçalarındaki kadar oynamaz Anderson ama mekân kullanımı konusunda en çılgın hamlesini yapar. Ve bu mekânları mesken tutmuş müzisyenlerin absürd varlıkları da unutulmamalı. Zira filmin en büyük varlıklarından biri de tuba, davul gibi estürmanlar ve onları dile getiren müzisyenleridir.




4) En kärlekshistoria (İsveççe Aşk Hikâyesi) – 1970

Anderson sinemasının ilk dönemine ait olan bu film, onu ikinci dönemi yani üçlemesi ile tanıyanlar için şaşırtıcı olacaktır. Zira Anderson’un ilk dönemi ile ikinci dönemi fazlasıyla farklı bir rota izlemektedir. Bana kalırsa her ne kadar üçlemesinin yeri ayrı olsa da En kärlekshistoria’nın bugüne kadar yapılmış zaten ender sayıda olan, ilk aşk ve büyüme hikâyesini bir potada eriten başarılı filmlerden biri. Üstelik Annika ile Pär’ın bizzat bizlerin huzurunda tanışıp, âşık olmaları ve o aşkı yaşamaları öylesine saf, duru, öylesine masum ki… Büyüklerin dünyasına çok da dokunmadan, onlara bağlı ama ellerinden geldiği kadar da bağımsız, onlara uyumlu ama birçok açıdan da çok farklı bir hayat yaşar karakterlerimiz. Hayatta en mühim olan şey sonuçta kendileri ve aşkları olur. Zira büyüklerin yaşamları, yaptıkları artık onlara hiçbir şekilde mutluluk getirmemektedir.

Arada büyüklerin dünyasında yaşanılan sorunların, hesaplaşmaların, yenilgilerin gölgesi her ne kadar gençlerimize gölge düşürse de onlar her şeye rağmen umudu diri tutan bir yol izliyorlar. Birbirlerinden güç alarak hayata tutunan Annika ile Pär’ın bu muhteşem hikâyesi, bir kez daha Anderson karşısında şapka çıkarmamızı sağlıyor.




5)Giliap – 1975

Anderson’un kariyerinin ikinci filmi olan Giliap, ne yazık ki filmografisinin en zayıf halkası olmuştur. Anderson’un aslında kendi tarzını bulduğu üçlemeden önce çektiği ve benimseyeceği tarzının ilk nüvelerini verdiği bu film, tam olarak bir fiyaskoya dönüşmüştür. Eleştirmenler tarafından beğenilmeyen film, gişede de batmış ve ne yazık ki hayal kırıklığı olmuştur. Anderson’un sinemaya da uzun bir süre ara vermesine sebep olan bu talihsizlik neyse ki Yaşayanlar Üçlemesi ile telafi edilmiştir.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder