Roy Anderson aslında bir film yönetmeninden daha çok reklam
filmi yönetmeni olarak adlandırılabilecek bir isim. Çektiği sayısız reklam
filmi ile adeta kendine büyük bir isim yapan Anderson, çekmek istediği filmleri
de bu reklam filmleri sayesinde bizlerle buluşturabilmiştir. Anderson 1970
yılında başladığı uzun metraj kurmaca film serüvenine 1975 yılında ikinci
filminden sonra uzun bir ara vermiştir elde olamayan sebeplerden dolayı. İkinci
filmi Giliap, ona büyük bir başarısızlık armağan edip de her şeyi batırınca
Anderson’un tekrar film çekebilmek için yirmi beş yıl boyunca reklam filmi
çekerek, sıkı bir çalışma sergilemesi gerekir. Lakin Anderson, bu zorlu
görevden alnının akıyla çıkarak, sinemasına da yeni bir tarz benimsettiği
ikinci dönemine başlar. Ve ne mutlu ki ilk filmini bile gölgede bırakacak,
birbirinden etkileyici üç başyapıta imza atar.
Anderson, Yaşayanlar Üçlemesi’ndeki son üç filminde öylesine
kendinden emin, ne istediğini bilen bir sinema anlayış sergiler ki, adeta
onları her daim yaşatır. Mıh gibi sabitlediği kamerasını bir kez olsun şeytana
uyup da hareket ettirmediği gibi mekânlarının soğukluğundan, sadeliğinden de
aynı şekilde vazgeçmemiştir. Mekân kullanımına özellikle çok önem veren
Anderson, onların yaşayan birer varlık olduğunu göstermek istemiştir hep. Hatta
bu istek, ona mekânlarını hareket ettirmek gibi bir hınzırlığı bile
yaptırmıştır. Lakin en şaşırtıcı hamlesi aynı mekân içinde farklı zamanları bir
araya getirmesi olmuştur.
Mekânların yaşamasını istediği kadar karakterleri karşımıza
ölü gibi çıkarmıştır hep. Birçokları tarafından zombi olarak da yorumlanan
yüzleri bembeyaz, şişman ve yaşlı adamların dünyası bir o kadar cansızdır.
Gerçi karakterlerinin yüzlerinin beyaza boyanması, Anderson tarafından ırk,
renk vs gibi ayrımları ortadan kaldırmak için yapılmıştır. Tıpkı bir pandonim
sanatçısı ya da William Shakespeare tragedyasındaki oyuncular gibi olmalarını
istemiştir karakterlerinin. Bu bembeyaz
yüzlü karakterlerimizin çoğu bir Avrupa insanı olarak Anderson tarafından
yerden yere vurulur. Anderson, Avrupa insanının ikiyüzlülüğünü, faşist bakış
açısını, sahtekârlığını öylesine naif bir şekilde ama öylesine de samimiyetle
eleştirir ki…
Ölüme ve hüzne dair etkileyici masalların anlatıcısı
Anderson, hiçbir zaman umudu, gülümsemeyi de insanlığın hayatından eksik
etmemesi gerektiğine inanan biridir. Gülerken düşünmemizi, ağlarken
öfkelenmemizi, sorgulamamızı isteyen bu müthiş adam, parça parça hikâyecikleri
ile biz seyircilere adeta bitmek bilmeyen bir destan sunmuştur. Üçlemesini
dörtlemeyi düşündüğünü ve şu an üzerinde çalıştığını ifade eden Anderson’u
filmografisinin tüm uzun metrajlarıyla konuşmaya ne dersiniz?
1) En duva satt på en gren och funderade på tillvaron (İnsanları Seyreden Güvercin) - 2014
Roy Anderson’un bana kalırsa tartışmasız başyapıtıdır bu
şimdilik son gözbebeği. Anderson usta, Yaşayanlar Üçlemesi’nin son ayağı olan
bu filmde, adeta diğer iki filminde ulaştığı çıtanın sınırlarını zorlamaktadır.
Üç kısa epizotla söze başlayan yönetmenimiz, sinemaseverlerin hafızasından
çıkmayacak üç ölümle bizleri buluşturur. Acı olduğu kadar huzurlu, hüzünlü
olduğu kadar mizahi yanı da olan ölümlerdir bunlar. Tıpkı hayatın kendisi gibi,
tıpkı Anderson filmlerinin ana fikri gibi; hüzünlü ama komik de.
Üçlemenin diğer iki filminde olduğu gibi başı sonu belli
olan bir hikâye değil parçalı, daldan dala atlayan, rastgele hayatlar
karşılıyor yine bizleri. Yalnız bu filmde insanları mutlu etmek adına komiklik
malzemeleri satıcısı iki adam ve onların hayatları tüm filme zemin oluşturarak
filmin belkemiği görevini görmektedir. Hem komiklik malzemesi satıp hem de
dünyanın en hüzünlü adamları olarak görülebilecek bu çift, oldukça ustalıkla
çizilmiş karakterler kesinlikle. Bu adamların hissettikleri ile yapmaya
çalıştıkları arasındaki zıtlık, filmdeki ölümü tercih edenler ile yaşama sıkı
sıkı tutunanlar arasında da karşımıza çıkar. Zira elinde silahı ile intiharını
gerçekleştirecek adam ile kumsalda aşık olduğu kişi ile sevişen çift arasındaki
tezatlık müthiş bir kontrast yaratmaz da ne yapar?
Zaman ve mekân algısının ciddi anlamda alaşağı edildiği
filmde zaten lineer akmayan hikâyede tam olarak bir bozgun yaşanır. 1700’lü
yılların Poltava Savaşı ile günümüz hayatı aynı sahne içerisinde buluşurken,
1940’lı yıllardaki sahnedeki mekân ile günümüzdeki sahnenin mekânı arasında
Anderson’un yaptığı tek değişiklik, mıh gibi duran kamerasını birazcık geriye
çekmek olur sadece. Anderson, zaman ve mekân konusundaki muğlâklığını,
bembeyaza boyattırdığı yüzlerle ırk üzerinden de sabitleştirir. Her insan
pudralanmış bembeyaz yüzlerle tek bir kategoriye sokulur; insan. Sadece insan…
Hatta sadece hayvan… Tüm filme sirayet eden The Battle Hymn of the Republic parçasının
eşlik ettiği bu filmi, Anderson’un istediği gibi tam da güvercinin konduğu
daldaki bakış açısıyla izleriz.
2) Sånger från andra våningen (İkinci Kattan Şarkılar) – 2000
Hastane odasında geçmişin utancıyla son günlerini bekleyen
yaşlı adamdan hayatını yoluna koymak için son umut iş yerini yakan adama,
yıllardır yaptığı numarada başarısız olan sihirbazdan işten atılan adama, şiir
yazmaktan delirmiş bir gençten başarısız bir iş adamına kadar hep de kaybeden
adamlar gelir karşımıza. Lakin Anderson asıl en büyük vahşeti bir kız çocuğuna
yaşatır filmde. Sånger från andra våningen, tam da bu sahnesinden dolayı
üçlemenin diğer filmlerinden çok daha serttir. Ülkenin ileri gelenleri -din adamı da dâhil- bir küçük kız çocuğunu
kurban verirler. Kim bilir insanlığın doğuşundan itibaren işledikleri
günahların bedeli olarak belki de. Lakin
ne sıkışan trafiğin, ne tıkanan yolların, ne hareket eden binaların, ne de
kaybolan belki de hiç olmayan evrakların sorumlusu o kız çocuğudur.
Anderson, üçlemenin bu ilk filminde daha önce çok daha
gerçekçi filmlere imza atan çizgisini alt üst ederek seyirciyi oldukça
şaşırtmıştır. Oldukça özgürce, dilediği oyunlara başvuran yönetmenimiz bu
özgürlükte ilk hamlesini çok sevdiği ressam Pieter Brueghel’in tablosu Hunters
in the Snow’u üçlemesine esin kaynağı alarak yaparak başlatır. Muhteşem
müzikleri, oldukça sert dili, tokat misali eleştiriler ve daha niceleri ile Sånger
från andra våningen, kulağını ona verenler için çok şey vaat ediyor.
3) Du levande (Siz Yaşayanlar) – 2007
“Sıcacık mis gibi yatağınızın keyfini sürün siz yaşayanlar,
Lethe’nin buz gibi soğuk dalgası açıktaki ayağınızı yalamadan önce.”
Goethe
Geothe’nin yukarıdaki sözlerinden yola çıkılarak hayat bulan
bu film, üçlemenin ikinci filmi olarak karşımızda durmakta. Nasıl bir sonraki
filmde bir marş, filmin her bir zerreciğine nüfus ediyorsa Du Levande’de de
Goethe’nin bu sözleri tüm filmi işgal eder. Bu filmde ölümden daha çok aşk,
doğum ve rüyalar karşılar biz seyircileri. Ve bunların karşısında ise yine
faşizm eleştirisi ile adalet sisteminin çürümüşlüğü de etkisini hiç azaltmadan
devam eder. Özellikle karakterlerden birinin kendi ağzından dinlediğimiz rüyasında
tam da Bunuel sinemasını akla getiren güçlü bir burjuva sınıfı eleştirisi
vardır. Burjuvanın yüzyıllardır elinde bulundurduğu porselen yemek takımını
(ülke ekonomisinin en büyük payı) karakterimiz tek bir hareketle paramparça
eder. Elbette bu hareketinden dolayı kapitalist sistemin adaleti tarafından
gayri ciddi bir şekilde yargılanır ve idama mahkûm edilir. Bana kalırsa tüm
filme damga vuran bu hikâyecik, Anderson’un tüm bakış açısını, derdini özetler.
Du levande’de Anderson, idam edilen adamdan kimsenin onu anlamadığını
düşünen kadına, aşkına karşılık bulamayanlardan, tükendiğini düşünen
psikiyatriste kadar hep hüzünlü, çıkışsız hayatları gösterse de bizlere yine de
her şeye rağmen umudun olduğunu belirtmeden yapamaz. Özellikle mekân
kullanımında tüm hınzırlığını açık eden Anderson, onları hareket ettirmekten
bile geri durmaz. Böylece o sade, yalın mekânlar, beklenmeyecek bir hamle
gerçekleştirmiş olurlar. Belki zaman- mekân algısıyla üçlemenin diğer
parçalarındaki kadar oynamaz Anderson ama mekân kullanımı konusunda en çılgın
hamlesini yapar. Ve bu mekânları mesken tutmuş müzisyenlerin absürd varlıkları
da unutulmamalı. Zira filmin en büyük varlıklarından biri de tuba, davul gibi
estürmanlar ve onları dile getiren müzisyenleridir.
4) En kärlekshistoria (İsveççe Aşk Hikâyesi) – 1970
Anderson sinemasının ilk dönemine ait olan bu film, onu
ikinci dönemi yani üçlemesi ile tanıyanlar için şaşırtıcı olacaktır. Zira
Anderson’un ilk dönemi ile ikinci dönemi fazlasıyla farklı bir rota izlemektedir.
Bana kalırsa her ne kadar üçlemesinin yeri ayrı olsa da En kärlekshistoria’nın
bugüne kadar yapılmış zaten ender sayıda olan, ilk aşk ve büyüme hikâyesini bir
potada eriten başarılı filmlerden biri. Üstelik Annika ile Pär’ın bizzat
bizlerin huzurunda tanışıp, âşık olmaları ve o aşkı yaşamaları öylesine saf,
duru, öylesine masum ki… Büyüklerin dünyasına çok da dokunmadan, onlara bağlı
ama ellerinden geldiği kadar da bağımsız, onlara uyumlu ama birçok açıdan da
çok farklı bir hayat yaşar karakterlerimiz. Hayatta en mühim olan şey sonuçta
kendileri ve aşkları olur. Zira büyüklerin yaşamları, yaptıkları artık onlara
hiçbir şekilde mutluluk getirmemektedir.
Arada büyüklerin dünyasında yaşanılan sorunların,
hesaplaşmaların, yenilgilerin gölgesi her ne kadar gençlerimize gölge düşürse
de onlar her şeye rağmen umudu diri tutan bir yol izliyorlar. Birbirlerinden
güç alarak hayata tutunan Annika ile Pär’ın bu muhteşem hikâyesi, bir kez daha
Anderson karşısında şapka çıkarmamızı sağlıyor.
5)Giliap – 1975
Anderson’un kariyerinin ikinci filmi olan Giliap, ne yazık
ki filmografisinin en zayıf halkası olmuştur. Anderson’un aslında kendi tarzını
bulduğu üçlemeden önce çektiği ve benimseyeceği tarzının ilk nüvelerini verdiği
bu film, tam olarak bir fiyaskoya dönüşmüştür. Eleştirmenler tarafından
beğenilmeyen film, gişede de batmış ve ne yazık ki hayal kırıklığı olmuştur.
Anderson’un sinemaya da uzun bir süre ara vermesine sebep olan bu talihsizlik
neyse ki Yaşayanlar Üçlemesi ile telafi edilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder