30 Temmuz 2018 Pazartesi

Andrea Arnold Sineması




Kariyerine dizi oyunculuğu ile başlayan Andrea Arnold, daha sonra kısa filmler çekerek yoluna devam etti. 2003 yapımı Waps adlı kısa filmi ile Oscar heykelciğine uzanan yönetmen, son olarak Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan ve çok sevilen American Honey ile seyirci ile buluştu. Filmlerinde genelde kadın kahramanlar ile bizleri buluşturan Arnold, aynı zamanda da onları güçlü, ne istediğini bilen, birer savaşçı olarak resmeder. Her filminde doğa ve hayvanlarla kahramanlar arasında mükemmel bir ilişki yaşanır. Kimi zaman koca bir ayı ile burun buruna gelir kimi zamanda bir arı ağzından içeriye girer karakterlerin. Öylesine bir birliktelik, bütünleşme yaşanır Arnold’un her biri birbirinden nitelikli filmlerinde. Bir kadın olduğundan dolayı da misyonunu yerine getirmeyi kendine borç bilen yönetmenimiz özellikle varoşlarda yaşayan çocuklu ve dul kadınları, ilgilenemediği ve yapayalnız bıraktığı çocuklarını ve bir şekilde tehlikelerle dolu koca dünyada bir erkek ile bilinmezliğe çıkan genç kadınlarıyla donatır aynı zamanda resimlerini. Kendine has, başarılı kamera kullanımı, filmlerine seçtiği, genelde varoş mekânlar, kadın kahramanlar, hayvanlar, doğa, müzik, dans ve ille de çocuklar… Andrea Arnold’u bunların hiçbirinden ayrı düşünemeyiz kuşkusuz. Ne zaman aç bir halde evde tek başlarına takılan çocukları ya da her şeyi geride bırakıp yollara düşen genç kadınları görsem benim aklıma hep Arnold ve o eşsiz sineması gelir. Diler misiniz, tüm filmografisiyle bu kadına ve sinemasına doğru bir uzanalım?

1)American Honey – 2016

American Honey, isminde olduğu gibi elbette ağızlarda muhteşem bir tat bırakıyor. Lakin anlatmak istedikleri haddizatında o kadar da sevimli şeyler değil. Bir yol hikâyesi olarak da okuyabileceğimiz film, Amerika'yı boydan boya dolaşarak bir ülke panoraması çiziyor. En üst seviyedeki hayatlar ile dibi bulmuş Amerikan hayatlarını art arda vererek, oldukça çarpıcı bir gerçeği yüzlere vuruyor. Dergi satıcılığı yapan bir grup gencin (hepsi de aileleri ile sorunlu, yoksul, toplum tarafından anlaşılamamış, itelenmiş insanlar) bir araya gelerek bir şeyler yapmaları, hayata tutunmaları, arada doğan aşklar ve daha neler neler... Bittiğinde müzik eşliğinde, saatlerce dans etmek isteyeceğiniz ama aynı zamanda da yüreğinizin burkulacağı, içinizde bir sızı hissedeceğiniz bu film için denilecek daha o kadar şey var ki.

Arnold’un bu son harikasını izlediğinizde Shia LaBeuf’un hızlıca yükselen oyunculuk çıtasına inanamayacak, Sasha Lane gibi bir yetenek ile tanışmanın hazzına varacağınızı da belirtmek isterim.


2)Fish Tank – 2009

Bugüne değin çekilmiş birçok büyüme hikâyesi içerisinde en iyilerinden biri olan Fish Tank, Mia adlı sorunlu, ergen karakterin hayatının kısa bir sürecine ama aynı zamanda da en önemli dönemecine bizleri şahit ediyor. Mia, çocuklarına ilgisiz, sorunlu bir kadın olan annesi ve küçük kız kardeşi ile birlikte yaşayan, okuldan kovulmuş, yaşıtlarıyla anlaşamayan, dans etmek dışında bir uğraşı ya da arzusu olmayan bir karakter. Topluma karışamaması, annesiyle olan sorunlu ilişkisi gibi nedenlerle yaşadığı duyguları hep birilerine, bir yerlere saldırarak aşmaya çalışan Mia’nın hayatı, annesinin yeni, sevgilisiyle tanışmasıyla değişmeye başlıyor. Lakin bu değişim ve süreç ona hemencecik büyümesini reva görüyor ne yazık ki. Arnold’un Mia’dan bir an bile ayırmadığı kamerası ile sürekli onun arkasından koşturduğumuz, onunla birlikte dans edip, âşık olduğumuz film, seyirci olarak bizleri tamamen içine alıyor. Mia’nın hayvanlarla kurduğu bağ ise Arnold sinemasına hâkim olanlar için elbette çok tanıdık bir hamle. Büyümesini, fazlasıyla acılı bir şekilde gözlerimiz önünde tamamlayarak, kendi hayatını inşa etmek üzere yollara düşen Mia, hafızalardan silinmeyecek karakter.

Kabına sığmayan bir ergenin tam da hayatın içinden hikâyesini merak etmemek elde değil. Değil mi? Peki, kariyerinin başlarındaki Michael Fassbender’i izleme zevki?


3) Wuthering Heights – 2011

İngiliz edebiyatının eşine az rastlanır, nadide parçalarından olan, Emily Brontë'in 1847 yılında kaleme aldığı Wuthering Heights bir kez de Arnold tarafından beyaz perde ile buluşmuştur. 1939 yılından başlayan Wuthering Heights’in sinema macerası en farklı yorumlanışını, kuşkusuz Arnold ile yaşamıştır. Zira bir anti-kahraman olarak da niteleyebileceğimiz başkarakter Heathcliff ilk kez bir siyahî olarak çıkıyor karşımıza. Ve elbette Arnold’un sıra dışı kamerası, doğayla, hayvanlarla karakterlerin kurduğu ilişki, görüntülerin enfesliği, sözlerden çok daha etkin olan bakışlar, adeta üçüncü bir başrol oyuncusuymuşçasına hiç susmayan, varlığını her daim hissettiren rüzgâr… Toprak sahibi bir Hristiyan’ın sokakta gördüğü siyahî çocuğu, iki çocuğu ile yaşadığı malikâneye getirmesiyle başlayan film, ümitsiz bir aşk ve bitmek bilmez bir intikam hikâyesine dönüşüyor. Evin küçük kızı Catherine ile Heathcliff’in birbirleriyle yakınlaşmaları, âşık olmaları, ayrı düşmeleri ve ardından gelen intikam planı düzleminde ilerleyen hikâye, elbette bu şekilde adeta bir Yeşilçam filmini andırıyor. Lakin eserin kendisinden gelen başarıyı, sinema geleneğiyle harmanlayarak ortaya bambaşka bir yapım çıkaran Arnold, tartışmasız çok başarılı.

Bana kalırsa uyarlamalar içerisinde en başarılısı olan bu film, Venedik Film Festivali’nde de En İyi Görüntü Yönetimi Ödülü’nü alarak ne kadar iddialı bir iş ortaya koyduğunu dosta düşmana, duyan duymayan herkese ispatlamıştır. İzlemeyen kalmasın demekten kendimi alı koyamıyorum açıkçası.


4)Red Road – 2006

Arnold’ın ilk uzun metrajlı filmi Red Road, Cannes Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü’nü kazanarak başarılı bir ilk film olduğunu ispatlamıştı. Film, sokaktaki güvenlik kameralarını izlemekle görevli bir kadının, bir süre sonra sokakta hiç tanımadığı insanların hayatından kendisininkine dönüşüne şahit ediyor bizleri. İşi nedeniyle izlediği kamera görüntülerinden hapiste olduğunu bildiği bir adamın serbest kaldığını görür Jackie. Bundan sonra gerek kamera ile gerek dışarıda, yollarda, evinde, kafelerde peşi sıra sürüklenen Jackie’nin, adamın tekrar hapishaneye dönmek istediğini biliriz sadece. Fakat Clyde ile ilgili hiçbir şey bilmesek de Arnold’un yarattığı başarılı atmosferde biz de tıpkı Jackie kadar çok isteriz tekrar hapishaneye girmesini. Zira Arnold, neredeyse filmin sonlarına kadar Clyde ile bizi pek de muhatap etmez. Hep Jackie’nin peşinden koştururuz. Bu esnada da yavaş yavaş onun hikâyesini, acısını da öğrenir ve onunla çok daha büyük bir özdeşlik kurarız.

Başından sonuna kadar etkileyici anlatışıyla seyirciyi adeta içine alan Red Road, asıl vuruşunu ise finalde yaparak, seyircilerine tadına doyulmaz bir sunum yapmış oluyor.


5)Waps – 2003

Arnold, kariyerinin çok başındayken Oscar heykelciğini kucaklamasını sağlayan kısa filmi Waps’da tüm filmlerine nüveler bırakacağı mevzuya eğilmektedir. Arnold’un Fish Tank ve American Honey filmlerinin ayrılmaz parçalarından olan çocuklarını yokluk içerisinde tek başına büyütmeye çalışan anne ve perişan durumdaki çocuklar burada Arnold filminde ilk kez arzı endam ediyorlar. Dört çocukla bir başına kalakalmış gencecik ve hayatını yaşama isteğiyle yanıp tutuşan anne, aç çocuklar ve yine olmazsa olmaz uçuşan bir hayvan ya da böcek… Bu üçü üzerinden mükemmel bir ustalıkla yoğurduğu hikâyeden öylesine etkileyici, öylesine tüyler ürpertici bir seyir çıkıyor ki ortaya… Adeta kısa film ile orta metraj arasında olan kısıtlı sürede, sanki saatlerce süren ve enfes lezzetlerle son bulmuş bir doyum keyfi veren Waps, aldığı ödülü sonuna kadar hak eden kusursuz bir yapım.

 Çocuk oyuncuların başarısından, karakterlerin birbiri ile ilişkisinden ve elbette yüreğimize dokunan, içimizi cız ettiren hikâyesiyle izlenmesi gereken bu filme müthiş bir aile draması demek emin olun abartı olmaz.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder