Kariyerine dizi oyunculuğu ile başlayan Andrea Arnold, daha
sonra kısa filmler çekerek yoluna devam etti. 2003 yapımı Waps adlı kısa filmi
ile Oscar heykelciğine uzanan yönetmen, son olarak Cannes Film Festivali’nde prömiyerini
yapan ve çok sevilen American Honey ile seyirci ile buluştu. Filmlerinde
genelde kadın kahramanlar ile bizleri buluşturan Arnold, aynı zamanda da onları
güçlü, ne istediğini bilen, birer savaşçı olarak resmeder. Her filminde doğa ve
hayvanlarla kahramanlar arasında mükemmel bir ilişki yaşanır. Kimi zaman koca
bir ayı ile burun buruna gelir kimi zamanda bir arı ağzından içeriye girer
karakterlerin. Öylesine bir birliktelik, bütünleşme yaşanır Arnold’un her biri
birbirinden nitelikli filmlerinde. Bir kadın olduğundan dolayı da misyonunu
yerine getirmeyi kendine borç bilen yönetmenimiz özellikle varoşlarda yaşayan
çocuklu ve dul kadınları, ilgilenemediği ve yapayalnız bıraktığı çocuklarını ve
bir şekilde tehlikelerle dolu koca dünyada bir erkek ile bilinmezliğe çıkan
genç kadınlarıyla donatır aynı zamanda resimlerini. Kendine has, başarılı
kamera kullanımı, filmlerine seçtiği, genelde varoş mekânlar, kadın
kahramanlar, hayvanlar, doğa, müzik, dans ve ille de çocuklar… Andrea Arnold’u
bunların hiçbirinden ayrı düşünemeyiz kuşkusuz. Ne zaman aç bir halde evde tek
başlarına takılan çocukları ya da her şeyi geride bırakıp yollara düşen genç
kadınları görsem benim aklıma hep Arnold ve o eşsiz sineması gelir. Diler
misiniz, tüm filmografisiyle bu kadına ve sinemasına doğru bir uzanalım?
1)American Honey – 2016
American Honey, isminde olduğu gibi elbette
ağızlarda muhteşem bir tat bırakıyor. Lakin anlatmak istedikleri haddizatında o
kadar da sevimli şeyler değil. Bir yol hikâyesi olarak da okuyabileceğimiz film,
Amerika'yı boydan boya dolaşarak bir ülke panoraması çiziyor. En üst seviyedeki
hayatlar ile dibi bulmuş Amerikan hayatlarını art arda vererek, oldukça çarpıcı
bir gerçeği yüzlere vuruyor. Dergi satıcılığı yapan bir grup gencin (hepsi de
aileleri ile sorunlu, yoksul, toplum tarafından anlaşılamamış, itelenmiş
insanlar) bir araya gelerek bir şeyler yapmaları, hayata tutunmaları, arada
doğan aşklar ve daha neler neler... Bittiğinde müzik eşliğinde, saatlerce dans
etmek isteyeceğiniz ama aynı zamanda da yüreğinizin burkulacağı, içinizde bir
sızı hissedeceğiniz bu film için denilecek daha o kadar şey var ki.
Arnold’un bu son harikasını izlediğinizde Shia
LaBeuf’un hızlıca yükselen oyunculuk çıtasına inanamayacak, Sasha Lane gibi bir
yetenek ile tanışmanın hazzına varacağınızı da belirtmek isterim.
2)Fish Tank – 2009
Bugüne değin çekilmiş birçok büyüme hikâyesi içerisinde en
iyilerinden biri olan Fish Tank, Mia adlı sorunlu, ergen karakterin hayatının
kısa bir sürecine ama aynı zamanda da en önemli dönemecine bizleri şahit
ediyor. Mia, çocuklarına ilgisiz, sorunlu bir kadın olan annesi ve küçük kız
kardeşi ile birlikte yaşayan, okuldan kovulmuş, yaşıtlarıyla anlaşamayan, dans
etmek dışında bir uğraşı ya da arzusu olmayan bir karakter. Topluma
karışamaması, annesiyle olan sorunlu ilişkisi gibi nedenlerle yaşadığı
duyguları hep birilerine, bir yerlere saldırarak aşmaya çalışan Mia’nın hayatı,
annesinin yeni, sevgilisiyle tanışmasıyla değişmeye başlıyor. Lakin bu değişim
ve süreç ona hemencecik büyümesini reva görüyor ne yazık ki. Arnold’un Mia’dan
bir an bile ayırmadığı kamerası ile sürekli onun arkasından koşturduğumuz,
onunla birlikte dans edip, âşık olduğumuz film, seyirci olarak bizleri tamamen
içine alıyor. Mia’nın hayvanlarla kurduğu bağ ise Arnold sinemasına hâkim
olanlar için elbette çok tanıdık bir hamle. Büyümesini, fazlasıyla acılı bir
şekilde gözlerimiz önünde tamamlayarak, kendi hayatını inşa etmek üzere yollara
düşen Mia, hafızalardan silinmeyecek karakter.
Kabına sığmayan bir ergenin tam da hayatın içinden
hikâyesini merak etmemek elde değil. Değil mi? Peki, kariyerinin başlarındaki
Michael Fassbender’i izleme zevki?
3) Wuthering Heights – 2011
İngiliz edebiyatının eşine az rastlanır, nadide
parçalarından olan, Emily Brontë'in 1847 yılında kaleme aldığı Wuthering
Heights bir kez de Arnold tarafından beyaz perde ile buluşmuştur. 1939 yılından
başlayan Wuthering Heights’in sinema macerası en farklı yorumlanışını, kuşkusuz
Arnold ile yaşamıştır. Zira bir anti-kahraman olarak da niteleyebileceğimiz
başkarakter Heathcliff ilk kez bir siyahî olarak çıkıyor karşımıza. Ve elbette
Arnold’un sıra dışı kamerası, doğayla, hayvanlarla karakterlerin kurduğu
ilişki, görüntülerin enfesliği, sözlerden çok daha etkin olan bakışlar, adeta
üçüncü bir başrol oyuncusuymuşçasına hiç susmayan, varlığını her daim
hissettiren rüzgâr… Toprak sahibi bir Hristiyan’ın sokakta gördüğü siyahî
çocuğu, iki çocuğu ile yaşadığı malikâneye getirmesiyle başlayan film, ümitsiz
bir aşk ve bitmek bilmez bir intikam hikâyesine dönüşüyor. Evin küçük kızı
Catherine ile Heathcliff’in birbirleriyle yakınlaşmaları, âşık olmaları, ayrı
düşmeleri ve ardından gelen intikam planı düzleminde ilerleyen hikâye, elbette
bu şekilde adeta bir Yeşilçam filmini andırıyor. Lakin eserin kendisinden gelen
başarıyı, sinema geleneğiyle harmanlayarak ortaya bambaşka bir yapım çıkaran
Arnold, tartışmasız çok başarılı.
Bana kalırsa uyarlamalar içerisinde en başarılısı olan bu
film, Venedik Film Festivali’nde de En İyi Görüntü Yönetimi Ödülü’nü alarak ne
kadar iddialı bir iş ortaya koyduğunu dosta düşmana, duyan duymayan herkese
ispatlamıştır. İzlemeyen kalmasın demekten kendimi alı koyamıyorum açıkçası.
4)Red Road – 2006
Arnold’ın ilk uzun metrajlı filmi Red Road, Cannes Film
Festivali’nden Jüri Özel Ödülü’nü kazanarak başarılı bir ilk film olduğunu
ispatlamıştı. Film, sokaktaki güvenlik kameralarını izlemekle görevli bir
kadının, bir süre sonra sokakta hiç tanımadığı insanların hayatından
kendisininkine dönüşüne şahit ediyor bizleri. İşi nedeniyle izlediği kamera
görüntülerinden hapiste olduğunu bildiği bir adamın serbest kaldığını görür
Jackie. Bundan sonra gerek kamera ile gerek dışarıda, yollarda, evinde,
kafelerde peşi sıra sürüklenen Jackie’nin, adamın tekrar hapishaneye dönmek
istediğini biliriz sadece. Fakat Clyde ile ilgili hiçbir şey bilmesek de
Arnold’un yarattığı başarılı atmosferde biz de tıpkı Jackie kadar çok isteriz
tekrar hapishaneye girmesini. Zira Arnold, neredeyse filmin sonlarına kadar
Clyde ile bizi pek de muhatap etmez. Hep Jackie’nin peşinden koştururuz. Bu
esnada da yavaş yavaş onun hikâyesini, acısını da öğrenir ve onunla çok daha
büyük bir özdeşlik kurarız.
Başından sonuna kadar etkileyici anlatışıyla seyirciyi adeta
içine alan Red Road, asıl vuruşunu ise finalde yaparak, seyircilerine tadına
doyulmaz bir sunum yapmış oluyor.
5)Waps – 2003
Arnold, kariyerinin çok başındayken Oscar heykelciğini kucaklamasını
sağlayan kısa filmi Waps’da tüm filmlerine nüveler bırakacağı mevzuya
eğilmektedir. Arnold’un Fish Tank ve American Honey filmlerinin ayrılmaz
parçalarından olan çocuklarını yokluk içerisinde tek başına büyütmeye çalışan
anne ve perişan durumdaki çocuklar burada Arnold filminde ilk kez arzı endam
ediyorlar. Dört çocukla bir başına kalakalmış gencecik ve hayatını yaşama
isteğiyle yanıp tutuşan anne, aç çocuklar ve yine olmazsa olmaz uçuşan bir
hayvan ya da böcek… Bu üçü üzerinden mükemmel bir ustalıkla yoğurduğu hikâyeden
öylesine etkileyici, öylesine tüyler ürpertici bir seyir çıkıyor ki ortaya…
Adeta kısa film ile orta metraj arasında olan kısıtlı sürede, sanki saatlerce
süren ve enfes lezzetlerle son bulmuş bir doyum keyfi veren Waps, aldığı ödülü
sonuna kadar hak eden kusursuz bir yapım.
Çocuk oyuncuların
başarısından, karakterlerin birbiri ile ilişkisinden ve elbette yüreğimize
dokunan, içimizi cız ettiren hikâyesiyle izlenmesi gereken bu filme müthiş bir
aile draması demek emin olun abartı olmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder