2009 Temmuz ayında Avustralya'nın Melbourne şehrinde gerçekleşen film festivalinde yarışan Looking for Eric filmini, festivalin sponsorunun İsrail olduğunu öğrenmesiyle "Şiddet üreten devletin gölgesinde sanat yapılmaz. Sanat savaşa ve yok etmeye değil, barışa ve insanlığa hizmet eder. İsrail, Ortadoğu`daki politikalarını gözden geçirmeli" diyerek geri çeken, 2012 yılında Torino Film Festivali’nde yaşam boyu onur ödülünü de festivali düzenleyen Ulusal Sinema Müzesi’nde, işçilerin taşeron şirket aracılığıyla çalıştırılmasını ve güvencesiz düşük ücretle çalışmaya direnen işçilerin işten çıkartılmasını görmezden gelemeyeceğini açıklayarak reddeden bir yönetmen Ken Loach.
Son olarak bu yıl I Daniel Black ile Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’nin sahibi olan, ilk filminden itibaren her zaman toplumsal sorunlara eğilen, filmlerini her daim işçi sınıfının ya da yoksul kesimin yaşadığı mekânlarda çeken bir yönetmen o. Sosyalist kimliğini hiçbir zaman inkâr etmeyen filmlerini de bu bakış açısıyla çeken Loach, sinema tarihinin yetiştirdiği en önemli toplumsal gerçekçi filmleri çeken yönetmenlerden biri olma unvanını sonuna kadar hak eder. İrlanda Savaşı’ndan, işçi direnişine kadar anlatmadığı şey kalmayan bu yönetmeni hepsi birbirinden değerli ve önem arz eden filmlerinden daha geniş kesime ulaşan ve çok sevilenlerden beş tanesi ile daha yakından tanıyalım isterim.
1) Kes – 1969
Loach’ın bu ikinci filmi, ona zirveyi kariyerinin başında tattırıyor. Çevresi tarafından pek kabul görmeyen, dışlanan Billy, ne annesi, kardeşi ne de arkadaşları içerisinde bağlanacağı kimseyi bulamayınca kendine doğadan bir yol arkadaş buluyor. Vahşi bir hayvan olan yavru doğanı yuvasından çalarak -Billy’in tüm eğitim boyunca onu tutsak alarak, eziyet çektirdiğini düşünenlerden olduğumu eklemek isterim. Zira hiçbir hayvan eğitimini onaylamıyorum- eğitmeye başlıyor. Bu uğurda hiç yapmayacağı bir şeyi yaparak kitap bile okuyan ve başladığı işte başarıya ulaşan Billy, bugüne kadar görmediği kabulü, saygıyı yavaş yavaş çevresinden görmez mi? Ne var ki çevresi mayın ile döşeli bir yerleşim yerinde yaşayan Billy, okul, ev gibi tehlikelerle dolu yerde yenilgiyi tatmakta geç kalmıyor şüphesiz. Ama sonunda Billy, iyice çocuk olmaktan çıkarak yaşadığı yerin kurallarını uygulamaya başlayan biri olacaktır. Evet, yine bir büyüme hikâyesi var karşımızda. Hem de en sertlerinden.
Okul sahnelerinin bana hep Hababam Sınıfı’nı hatta beden eğitimi öğretmeninin de Şener Şen’i hatırlattığı filmin, en iyi toplumsal gerçekçi filmlerden biri olduğunu inkâr edebilecek olan yok sanırım değil mi? Alt sınıflarda çocukların nasıl büyüdüğünü anlamak için inanılmaz gerçekçi, yalın bir film olan Kes, mutlaka ve mutlaka izlenmeli.
2) Sweet Sixteen – 2002
On beş yaşında tanıdığımız Liam’ın on altı yaşına kadar yaşadığı belki de hayatının en derin izler taşıyacak kesitine konuk oluyoruz Sweet Sixteen’de. Dağılmış bir ailenin hala umut etmekten vazgeçmemiş bir bireyi var karşımızda. Öz babası olmayan, üvey babası yüzünden annesi hapishanede olan, hayattaki tek sığınağının kız kardeşi, yeğeni ve arkadaşı olan Liam, bu dağılmış ailesini tekrar bir araya getirmek, sıcak bir yuva özlemini gidermek için öyle saf hayaller sahibidir ki. Bu uğurda zaten hayata bir sıfır geç başlamış insanlar tabakasında olduğundan dolayı hiçbir vicdan muhasebesi yapma düşüncesine girmeden uyuşturucu satmaya başlar. Oldukça profesyonel olduğunu kısa sürede fark eden büyükler tarafından kanatlar altına alınmakta da geç kalmaz. Lakin ne güvendiği insanlar sonuna kadar arkasında durur ne de her şeyini uğruna yaptığı insanlar… Liam, hayallerinin bir bir söndürülmesiyle fazlasıyla sancılı bir büyüme yaşar. Bu süreçte belki de yanındaki en sadık kişi ablasıdır. Her ne kadar hayaller dünyasında gezen kardeşinin sürekli ayaklarını yere bastırmaya çalışsa da. Ne de olsa zamanında Liam’ın yaşadıklarını belki de çok daha sert yaşayarak büyüyenlerden o da.
Büyüme hikâyeleri anlatmakta ki ustalığını bu filmle bir kez daha ispatlayan Loach, kesinlikle film ile aldığı sayısız ödülü sonuna kadar hak ediyor.
3) Ladybird Ladybird – 1994
Gerçek bir hayat öyküsünden uyarlanan Ladybird Ladybird, izleyici olarak gözyaşlarına hâkim olamayacağınız bir film. Başlangıcından sonuna kadar bir an bile yavaşlamayan temposuyla Maggie karakterinin hayatının alt üst oluşuna şahit oluruz. Filmin ilk kısmında Maggie’nin şimdiye kadar yaşadığı acıları kendisinden dinler ikinci yarısında ise hayatında devam eden felaketleri bire bir izleriz. Zaten çocukluğundan itibaren felaketlerle döşenmiş hayatı, bizim onu tanımamızla da düzelemez. Üstelik çok daha kötüye gider. Onun bu dayanılması imkânsız acılara gark eden hayatındaki tek tesellisi, dayanağı, ona gönülden bağlı göçmen Jorge (Maggie’nin deyimiyle George)olur.
Loach, kadının toplumdaki yerine, Paraguay’daki iç savaşa ve güya toplumun yararına işlemesi gereken devlet kurumlarının nasıl da amacının dışında, despot bir işleyiş içinde olduklarına başarıyla değinir. Loach’ın devlet kurumlarına en sert eleştiri yaptığı filmlerden biri olan Ladybird Ladybird, yürek yakan seyriyle sizi beklemekte.
4) The Wind That Shakes The Barley – 2006
The Wind That Shakes The Barley, Loach’ın 1920’li yıllardaki İrlanda Bağımsızlık ve ardından gelen İrlanda İç Savaşı’nın yaşattıklarını birlikte ele alan filmi. Loach gibi duyarlı, sosyalist bir İngiltereli yönetmenden beklenilmesi gereken şeyi meslekte yeterince piştikten sonra gerçekleştirir. Aradan neredeyse bir asır geçmiş ama hala yaraları unutulmamış olan gerçeklerin filmini çekmekte fazla da geç kalmaz Loach. Üstelik Loach bir İngiltereli olarak tamamıyla İrlanda halkının yanında olduğunu, apaçık taraf tuttuğunu her an belli eder. Loach, filmin ilk yarısında İrlanda ile İngiltere arasındaki savaş ile kurduğu çatışmayı ikinci yarıda iki kardeş üzerinden İrlanda halkı arasındaki çözülme ile kurarak inanılmaz bir işe imza atar.
Loach’ın filmografisinin en sert filmlerinden biri olan The Wind That Shakes The Barley, öfkeli kamerası ile gerilimi, şiddeti hissettirmeyi başarır. Şiddetin, işkence görüntülerinin, çatışma sahnelerinin eksik olmadığı bu film Loach’ı ödüle de ulaştırmıştır.
5) My Name is Joe – 1998
Bir futbol takımının antrenörü, eski alkolik, işsizlik maaşı alan ve fırsat buldukça da boyacılık yapan biri Joe. Lakin en önemlisi o sadece bir antrenör değil, takımındaki tüm gençlerin abisi, babası, hocası, arkadaşı… Hepsinin hayatını, sorunlarını bilir ve gerektiğinde onlara kol kanat gerer. Yine tehlikelerle döşenmiş bir şehirde kendini ve öğrencilerini pamuktan kaleler içerisine sokmaya çalışan ama bir süre sonra işin içine aşk da girince her şeyin sarpa sardığı bir hayat çıkar karşımıza. Joe’nun, hastanede sosyal hizmet uzmanı olarak çalışan Sarah ile aşk yaşamaya başlaması bir üst sınıfın beklentileriyle kendi hayatı ve kendi hayatından ayrı düşünemediği öğrencilerinin hayatı arasında bir uyum sorunu yaşamasına neden olur. İşte bu uyum sorunu, dengeyi sağlayan terazide kırılma yaşatarak her şeyi telafisi mümkün olmayan alt üst oluşlara götürür kuşkusuz. Tüm bu yaşanılanları düzene sokmak için çaba sarf eden Joe da bir süre sonra yenik düşmeye mahkûm olduğuna kanaat getirir.
Kaybetmek için doğmuş insanların hikâyelerini anlatan Loach, bu filmiyle de kaçacak delik bırakılmamış yoksul sınıfın, nasıl kapana kısıldıklarını oldukça çarpıcı bir şekilde perdeye yansıtır. Film boyunca biz seyircileri de o kapana kıstıran yönetmen en azından o hayatı yaşayan insanları biraz da olsa anlamamızı ister. Joe’ya hayat veren Peter Mullan muhteşem performansı ile Cannes Film Festivali’nden en eyi erkek oyuncu ödülünü kucaklar böylece.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder