30 Temmuz 2018 Pazartesi

Jacques Audiard Sineması




Fransa sinemasının adını geniş kitlelere duyuran yönetmenlerinden biri olan Jacques Audiard, Cesar Ödülleri’nde aldığı adaylıklar ve ödüllerle bilinirken geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde de büyük ödülün sahibi olarak başarısını en üst mertebede taçlandırmıştır. Felsefe eğitimi alırken sinema ile ilgilenmeye başlayan Audiard, Roman Polanski gibi bir büyük ustanın yanında yönetmen yardımcılığı yaparak meslekte pişmiştir. Audiard’ın kendini sinemaya kaptırmasında ve bu alanda başarıyı kısa sürede yakalamasında kuşkusuz senarist bir babanın oğlu olmasının da payı vardır. 1994 yılında Regarde Les Hommes Tomber filmiyle yönetmenlik kariyerine başlayan Audiard, yedi uzun metraj filmin arkasındaki mimar olarak mesleğini icra etmeye devam etmektedir.

Kariyerinde zirve noktasını her ne kadar şimdilik son filmi Dheepan ile gördüğü düşünülse de seyirci nezdinde en sevilen filmi tartışmasız Un Prophète olmuştur. Kuşkusuz çoğu filmde yaşanılan ödül mü seyirci ilgisi mi gibi bir ikilem Audiard filmlerinin de tartışma konusu olmuştur. Lakin bugüne kadar çektiği filmlerden hangisinin daha iyi olup olmadığı tartışmasını bir yana bırakırsak Audiard’ın sinemasını daha yakından tanıyabiliriz. Onun özellikle her filminde göçmenlere ve göçmen sorunlarına değinmesi, hep kaybeden karakterlere odaklanarak onları filmlerinin sonunda kazanan olarak atfetmesi onun sinemasının en net özelliklerinden biri olmuştur. Kaybeden karakterlerin hayatlarını, sihirli bir dokunuşla etkileyen Jacques Audiard’ın filmografisinin yapı taşları ile daha ayrıntılı konuşacak olursak:


1) Un Prophète (Yeraltı Peygamberi) – 2009

Jacques Audiard’ın 2009 yapımı Un Prophète, yönetmenin bir daha belki de yakalayamayacağı zirve noktası olur. Büyük kitleler tarafından tanınmasını sağlayan Un Prophète, bir hapishane filmi, büyüme hikâyesi, gangster filmi gibi birçok yakıştırmanın fazlasıyla altına doldurabilecek eşsiz bir başyapıttır. Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nün sahibi olan film, Malik (Tahar Rahim) adlı henüz muhtemelen yeni reşit olmuş bir adli suçlunun hapishaneye girmesiyle başlar.

Malik, içeriye girer girmez kendisini hapishanedeki güç savaşının içinde bulur. Korsikalı ve Arap iki çete arasındaki çekişmeden ne yazık ki en çok etkilenen kişi olur Malik. İstemediği halde, yaşamak için cinayet işlemeye sürüklenen ve adeta maşa olarak kullanılan biri olur ilk etapta. Lakin Malik, yaşadığı büyük travmalar sayesinde belki de hemencecik büyümesini tamamlayarak, kurtlar sofrasında söz hakkı edinmek için akıl oyunlarına girişmekte geç kalmaz. İşte Malik’in saf ve masum bir gençken nasıl kurtlarla aşık atacak hatta onları alt edecek düzeye geldiğini izlediğimiz Un Prophète, tüm bunları olabilecek en iyi şekilde perdeye yansıtır. Yer yer fantastik sahnelerden de başarıyla yararlanan filmin, özellikle kapalı ve sınırlı bir mekânı nasıl etkileyici kullandığına şahit oluruz.



2) De Rouille Et D'os (Pas ve Kemik) – 2012

İki farklı hayat, iki kaybeden ve tek bedende kurtuluş, diriliş olarak tanımlayabiliriz De Rouille Et D'os’u. Balina eğitmenliği ( etik olarak asla onaylamadığım bir meslek olduğunu ifade etmeliyim) yapan Stéphanie (Marion Cotillard) gösteri sırasında bacaklarının diz kapaklarından aşağısını kaybeder. Böylece özel yaşamı, iş hayatı vs yolunda gitmeyen, küçük oğlu ile ablasının evine sığınan Alain (Matthias Schoenaerts ) ile Stéphanie 'nin durumları eşitlenir bir nevi. Bu ikilinin görüşmeye başlamaları önce Alain'in Stéphanie’e yardımcı olması sonra birbirlerine arkadaşlık yapmaları sonra seks arkadaşlığı en sonda ise aşk ile devam eder.

Lakin yönetmen başkarakterlerden özellikle Alain’i asla özdeşlik kurmayacağımız bir şekilde çiziyor. İşçileri yasadışı bir şekilde izlenmesi için kullanılan güvenlik kameralarını kuran, kadınlara hiç centilmen davranmayan,  çocuğuyla ilgilenmeyen, ona kötü davranan ve daha saymakla bitmeyecek kadar çok sebepten dolayı Alain ile seyirci olarak asla özdeşlik kuramıyoruz.  Stéphanie’nin de sürekli Alain gibi birine ihtiyaç duyması, onun sayesinde, onun gücü kuvveti ile yaşama tutunması da rahatsız edici oluyor. Zira Stephaine'nin olmayan bacakları Alain'in güçlü, kaslı kollarıyla tamamlanıyor. Bu olay bana erkeğin kaburga kemiğinden yaratılan kadın muhabbetini getirdi ve ne yalan söyleyeyim çok rahatsız oldum. Elbette yukarıda bahsettiğim tüm eksikliklerine, sıkıntılı yanlarına rağmen filmin sinemasal anlamda kusursuz olduğunu inkâr edemeyiz. Jacques Audiard'ın birçok sahnesinde seyirciye duygu yoğunluğu yaşattığı filmde özellikle Alain'in buzun içinde kaybolan çocuğunu kurtarma çabası tüm filme damga vuruyor tartışmasız.



3)Dheepan – 2015

Hani derler ya yoksulsan nereye gidersen git ne yaparsan yap yaşantını asla değiştiremezsin, hep zorluklarla mücadele edecek, ezilecek ve hor görüleceksindir. Dheepaan, işte tam da bu söylenilenleri haklı çıkartan bir filmdir. Sri Lanka’daki iç savaştan dolayı Fransa’ya iltica eden Dheepan, Yalini ve Illayaal’dan oluşan bir ailenin –aslında birbirini hiç tanımayan üç insanın kurduğu sahte bir ailedir- hayata tutunmasını anlatır. Yalnız Sri Lanka’da Tamil savaşçısı olan Dheepan için de yine ülkesinde yaşadığı travmaları atlatamayan Yalini için de her şey çok zordur. İçlerinde hayata karşı en olumlu olanları savaşta tüm ailesini kaybetmesine rağmen Illayaal olur.

Elbette Dheepan için özellikle yıllarca ülkesinde savaşmış, sonunda yenilgiye uğramış, her türlü acıyı görmüş biri olarak şimdi Fransa’nın varoşlarında suç çetelerinin, uyuşturucu ticaretinin kol gezdiği bir bölgede sessiz ve umursamaz kalması pek de mümkün değildir. Dheepan, çevresinde yaşanılan en küçük bir hareketlenmede çığırından çıkacaktır. İşte filmin en büyük handikabı da bu olur zaten. Zira küçük ölçekte bir insan grubu üzerinden iç savaş, göçmen sorunu, kültürel çatışma, yoksulluk vs gibi meseleler üzerinden mikro bir hikâye anlatmak için yola çıkan bir filme Hollywood tarzı hareketler hiç ama hiç yakışmaz.  Fazlasıyla anlamsız, ayrıksı duran bu sahneler finale doğru Dheepan ve Yalini arasında kurduğu ilişkinin de katkısıyla hızlıca koşan filmi tökezletir. Her şeye rağmen yine de başarılı bir yapım olan filmin asla Cannes Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü hak edecek kadar olmadığı da herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Özellikle diğer rakipleri arasından o yıl jüri başkanı olan Coen kardeşlerin neyi düşünerek Dheepan’ı ödüllendirdikleri hala merak konusu.



4) Sur Mes Lèvres (Dudaklarımı Oku) – 2001

Paul (Vincent Cassel) ile Carla (Emmanuella Devos) hayata karşı bir türlü etkili çalım atamamış, bu nedenle de hep kaybeden pozisyonunda yaşamış kişilerdir. Bu iki sıkıntılı insanın bir araya gelmesi, güçsüzlüklerinden, yenilmişliklerinden sıyrılmalarını sağlar. Üstelik bu iki yalnız ve kaybeden karakter belki de tüm yaşamları boyunca biriktirmiş oldukları öfkelerini, karşılarına çıkan ilk fırsatta kendileri adına avantaja dönüştürmek için her yolu mubah sayarlar. Paul ve Carla’nın bir yandan yetenekleri ve ilişkileri sayesinde bir suç yumağına hiç bulaşmadan tüm kaymağı yemelerine bir yandan da birbirlerine âşık olmalarına şahit olduğumuz film, tam anlamıyla romantizmi ile suç filmleri geleneğini harmanlamaktadır.

İki başkarakter arasında gelişen romantizmin süslü sözlerle, şaşalı sahnelerle değil de yasadışı işler ve yalanlar üzerine kurulması filmin kendini farklı kılmasının en önemli taraflarından biri. Üstelik Carla’nın duyamadığı için dudak okuyabilmesi filmin en önemli silahlarından. İki kaybeden insanın güçlerini birleştirerek hem makûs kaderlerinden hem de onların hak ettiği hayatı haksızca yaşadıklarını düşündükleri insanlardan intikam aldıkları, tokat gibi bir film karşımızdaki.


5) De Battre Mon Coeur S'est Arrêté (Kalbim Bir An Durdu) – 2005

Thomas Seyr, Paris'in emlak mafyasının gelecek vaat edenlerinden biridir. Babasının mesleğinin izinden giden Thomas, annesinin eski menajeri ile karşılaşınca seçtiği mesleği, geleceğini, isteklerini sorgulamaya başlar. Annesi hayattayken piyano ile oldukça haşır neşir olan Thomas, hem geçmişi yad etmek hem annesini anmak hem de kendisini mutlu etmek adına aslında tekrar piyanoya dönmesi gerektiğini anlar. Bir demo yapmak amacıyla göçmen bir öğrenciden ders almaya başlar. Bir yanda şiddet, tehdit ve zorbalıkla yürütülen oldukça yıpratıcı bir iş bir yanda ise oldukça naif, incelikli ve fazlasıyla tatmin edici bir uğraş... Thomas sizce hangisini seçecektir? Yönetmen bu sorunun cevabını enfes bir final ile cevaplar. Klasik müziğin ruhumuza sirayet eden dokunuşlarıyla can bulan, ebeveynlerin hayatımız üzerindeki olumlu ve olumsuz anlamda etkilerini, aşkın, sevginin ne olduğunu en önemlisi ise kendimizi tanımanın önemini anlatan etkileyici bir yapım var karşımızda. İnsan bazen çok geç büyür, çok geç bulur kendini. Olsun ama önemli olan bulmak değil mi?



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder