Fransa sinemasının adını geniş kitlelere duyuran
yönetmenlerinden biri olan Jacques Audiard, Cesar Ödülleri’nde aldığı
adaylıklar ve ödüllerle bilinirken geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde de
büyük ödülün sahibi olarak başarısını en üst mertebede taçlandırmıştır. Felsefe
eğitimi alırken sinema ile ilgilenmeye başlayan Audiard, Roman Polanski gibi
bir büyük ustanın yanında yönetmen yardımcılığı yaparak meslekte pişmiştir.
Audiard’ın kendini sinemaya kaptırmasında ve bu alanda başarıyı kısa sürede
yakalamasında kuşkusuz senarist bir babanın oğlu olmasının da payı vardır. 1994
yılında Regarde Les Hommes Tomber filmiyle yönetmenlik kariyerine başlayan
Audiard, yedi uzun metraj filmin arkasındaki mimar olarak mesleğini icra etmeye
devam etmektedir.
Kariyerinde zirve noktasını her ne kadar şimdilik son filmi
Dheepan ile gördüğü düşünülse de seyirci nezdinde en sevilen filmi tartışmasız
Un Prophète olmuştur. Kuşkusuz çoğu filmde yaşanılan ödül mü seyirci ilgisi mi
gibi bir ikilem Audiard filmlerinin de tartışma konusu olmuştur. Lakin bugüne
kadar çektiği filmlerden hangisinin daha iyi olup olmadığı tartışmasını bir
yana bırakırsak Audiard’ın sinemasını daha yakından tanıyabiliriz. Onun
özellikle her filminde göçmenlere ve göçmen sorunlarına değinmesi, hep kaybeden
karakterlere odaklanarak onları filmlerinin sonunda kazanan olarak atfetmesi
onun sinemasının en net özelliklerinden biri olmuştur. Kaybeden karakterlerin
hayatlarını, sihirli bir dokunuşla etkileyen Jacques Audiard’ın filmografisinin
yapı taşları ile daha ayrıntılı konuşacak olursak:
1) Un Prophète (Yeraltı Peygamberi) – 2009
Jacques Audiard’ın 2009 yapımı Un Prophète, yönetmenin bir
daha belki de yakalayamayacağı zirve noktası olur. Büyük kitleler tarafından
tanınmasını sağlayan Un Prophète, bir hapishane filmi, büyüme hikâyesi,
gangster filmi gibi birçok yakıştırmanın fazlasıyla altına doldurabilecek eşsiz
bir başyapıttır. Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nün sahibi olan
film, Malik (Tahar Rahim) adlı henüz muhtemelen yeni reşit olmuş bir adli
suçlunun hapishaneye girmesiyle başlar.
Malik, içeriye girer girmez kendisini hapishanedeki güç
savaşının içinde bulur. Korsikalı ve Arap iki çete arasındaki çekişmeden ne
yazık ki en çok etkilenen kişi olur Malik. İstemediği halde, yaşamak için cinayet
işlemeye sürüklenen ve adeta maşa olarak kullanılan biri olur ilk etapta. Lakin
Malik, yaşadığı büyük travmalar sayesinde belki de hemencecik büyümesini
tamamlayarak, kurtlar sofrasında söz hakkı edinmek için akıl oyunlarına
girişmekte geç kalmaz. İşte Malik’in saf ve masum bir gençken nasıl kurtlarla
aşık atacak hatta onları alt edecek düzeye geldiğini izlediğimiz Un Prophète,
tüm bunları olabilecek en iyi şekilde perdeye yansıtır. Yer yer fantastik
sahnelerden de başarıyla yararlanan filmin, özellikle kapalı ve sınırlı bir mekânı
nasıl etkileyici kullandığına şahit oluruz.
2) De Rouille Et D'os (Pas ve Kemik) – 2012
İki farklı hayat, iki kaybeden ve
tek bedende kurtuluş, diriliş olarak tanımlayabiliriz De Rouille
Et D'os’u. Balina eğitmenliği (
etik olarak asla onaylamadığım bir meslek olduğunu ifade etmeliyim) yapan
Stéphanie (Marion Cotillard) gösteri sırasında bacaklarının diz kapaklarından
aşağısını kaybeder. Böylece özel yaşamı, iş hayatı vs yolunda gitmeyen, küçük
oğlu ile ablasının evine sığınan Alain (Matthias Schoenaerts ) ile
Stéphanie 'nin durumları eşitlenir bir nevi. Bu
ikilinin görüşmeye başlamaları önce Alain'in Stéphanie’e yardımcı olması sonra
birbirlerine arkadaşlık yapmaları sonra seks arkadaşlığı en sonda ise aşk ile
devam eder.
Lakin yönetmen başkarakterlerden
özellikle Alain’i asla özdeşlik kurmayacağımız bir şekilde çiziyor. İşçileri
yasadışı bir şekilde izlenmesi için kullanılan güvenlik kameralarını kuran,
kadınlara hiç centilmen davranmayan, çocuğuyla ilgilenmeyen, ona kötü davranan ve
daha saymakla bitmeyecek kadar çok sebepten dolayı Alain ile seyirci olarak
asla özdeşlik kuramıyoruz. Stéphanie’nin
de sürekli Alain gibi birine ihtiyaç duyması, onun sayesinde, onun gücü kuvveti
ile yaşama tutunması da rahatsız edici oluyor. Zira Stephaine'nin olmayan
bacakları Alain'in güçlü, kaslı kollarıyla tamamlanıyor. Bu olay bana erkeğin
kaburga kemiğinden yaratılan kadın muhabbetini getirdi ve ne yalan söyleyeyim
çok rahatsız oldum. Elbette yukarıda bahsettiğim tüm eksikliklerine, sıkıntılı
yanlarına rağmen filmin sinemasal anlamda kusursuz olduğunu inkâr edemeyiz.
Jacques Audiard'ın birçok sahnesinde seyirciye duygu yoğunluğu yaşattığı filmde
özellikle Alain'in buzun içinde kaybolan çocuğunu kurtarma çabası tüm filme
damga vuruyor tartışmasız.
3)Dheepan – 2015
Hani derler ya yoksulsan nereye gidersen git ne yaparsan yap
yaşantını asla değiştiremezsin, hep zorluklarla mücadele edecek, ezilecek ve
hor görüleceksindir. Dheepaan, işte tam da bu söylenilenleri haklı çıkartan bir
filmdir. Sri Lanka’daki iç savaştan dolayı Fransa’ya iltica eden Dheepan,
Yalini ve Illayaal’dan oluşan bir ailenin –aslında birbirini hiç tanımayan üç
insanın kurduğu sahte bir ailedir- hayata tutunmasını anlatır. Yalnız Sri
Lanka’da Tamil savaşçısı olan Dheepan için de yine ülkesinde yaşadığı
travmaları atlatamayan Yalini için de her şey çok zordur. İçlerinde hayata
karşı en olumlu olanları savaşta tüm ailesini kaybetmesine rağmen Illayaal
olur.
Elbette Dheepan için özellikle yıllarca ülkesinde savaşmış,
sonunda yenilgiye uğramış, her türlü acıyı görmüş biri olarak şimdi Fransa’nın
varoşlarında suç çetelerinin, uyuşturucu ticaretinin kol gezdiği bir bölgede
sessiz ve umursamaz kalması pek de mümkün değildir. Dheepan, çevresinde
yaşanılan en küçük bir hareketlenmede çığırından çıkacaktır. İşte filmin en
büyük handikabı da bu olur zaten. Zira küçük ölçekte bir insan grubu üzerinden
iç savaş, göçmen sorunu, kültürel çatışma, yoksulluk vs gibi meseleler
üzerinden mikro bir hikâye anlatmak için yola çıkan bir filme Hollywood tarzı
hareketler hiç ama hiç yakışmaz. Fazlasıyla anlamsız, ayrıksı duran bu sahneler
finale doğru Dheepan ve Yalini arasında kurduğu ilişkinin de katkısıyla hızlıca
koşan filmi tökezletir. Her şeye rağmen yine de başarılı bir yapım olan filmin
asla Cannes Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü hak edecek kadar olmadığı
da herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Özellikle diğer rakipleri
arasından o yıl jüri başkanı olan Coen kardeşlerin neyi düşünerek Dheepan’ı
ödüllendirdikleri hala merak konusu.
4) Sur Mes Lèvres (Dudaklarımı Oku) – 2001
Paul (Vincent Cassel) ile Carla (Emmanuella Devos) hayata
karşı bir türlü etkili çalım atamamış, bu nedenle de hep kaybeden pozisyonunda
yaşamış kişilerdir. Bu iki sıkıntılı insanın bir araya gelmesi,
güçsüzlüklerinden, yenilmişliklerinden sıyrılmalarını sağlar. Üstelik bu iki
yalnız ve kaybeden karakter belki de tüm yaşamları boyunca biriktirmiş
oldukları öfkelerini, karşılarına çıkan ilk fırsatta kendileri adına avantaja
dönüştürmek için her yolu mubah sayarlar. Paul ve Carla’nın bir yandan
yetenekleri ve ilişkileri sayesinde bir suç yumağına hiç bulaşmadan tüm kaymağı
yemelerine bir yandan da birbirlerine âşık olmalarına şahit olduğumuz film, tam
anlamıyla romantizmi ile suç filmleri geleneğini harmanlamaktadır.
İki başkarakter arasında gelişen romantizmin süslü sözlerle,
şaşalı sahnelerle değil de yasadışı işler ve yalanlar üzerine kurulması filmin
kendini farklı kılmasının en önemli taraflarından biri. Üstelik Carla’nın
duyamadığı için dudak okuyabilmesi filmin en önemli silahlarından. İki kaybeden
insanın güçlerini birleştirerek hem makûs kaderlerinden hem de onların hak
ettiği hayatı haksızca yaşadıklarını düşündükleri insanlardan intikam
aldıkları, tokat gibi bir film karşımızdaki.
5) De Battre Mon Coeur S'est Arrêté (Kalbim Bir An Durdu) – 2005
Thomas Seyr, Paris'in emlak mafyasının gelecek vaat
edenlerinden biridir. Babasının mesleğinin izinden giden Thomas, annesinin eski
menajeri ile karşılaşınca seçtiği mesleği, geleceğini, isteklerini sorgulamaya
başlar. Annesi hayattayken piyano ile oldukça haşır neşir olan Thomas, hem
geçmişi yad etmek hem annesini anmak hem de kendisini mutlu etmek adına aslında
tekrar piyanoya dönmesi gerektiğini anlar. Bir demo yapmak amacıyla göçmen bir
öğrenciden ders almaya başlar. Bir yanda şiddet, tehdit ve zorbalıkla yürütülen
oldukça yıpratıcı bir iş bir yanda ise oldukça naif, incelikli ve fazlasıyla
tatmin edici bir uğraş... Thomas sizce hangisini seçecektir? Yönetmen bu
sorunun cevabını enfes bir final ile cevaplar. Klasik müziğin ruhumuza sirayet
eden dokunuşlarıyla can bulan, ebeveynlerin hayatımız üzerindeki olumlu ve
olumsuz anlamda etkilerini, aşkın, sevginin ne olduğunu en önemlisi ise
kendimizi tanımanın önemini anlatan etkileyici bir yapım var karşımızda. İnsan
bazen çok geç büyür, çok geç bulur kendini. Olsun ama önemli olan bulmak değil
mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder