29 Temmuz 2018 Pazar

Jean-Pierre ve Luc Dardenne Sineması




Ülkeleri Belçika ile ilgili çektikleri sayısız belgeselle yönetmenliğe başlayan Dardenne kardeşler, kurmaca filme başladıklarında da belgeselcilikten birçok alışkanlıklarını yanlarında getirmişlerdir. Asla omuz kamerası kullanmaktan vazgeçmeyen Dardenneler’in, bir konuya bakış açıları, o mevzuyu gördükleri düşünce yapıları da filmlerini çok daha farklı kılmakta. Yaptıkları her filmle Avrupa’daki refah düzeyinin bir aldatmaca olduğunu, var olduğu söylenen sosyal hakların nedense bir kesime asla ulaşamadığını gözler önüne sererler. Üstelik bu gerçekleri bir masal gibi dramatize ederek ya da melankolik bir tarzda işlemezler asla. Çok daha gerçekçi, çok daha net bir şekilde seyirciyi rahatsız etme pahasına, olabildiğince sert verirler. Öyle ki, seyircinin bile kendini, bulunduğu konumu ve yaptıklarını sorgulamasına hatta yargılamasına kadar götürürler işi. Avrupa sinemasının işçi sınıfının sorunlarını kendine dert edinen yönetmenlerden biri Ken Loach biri de Dardenne kardeşler ise Dardenne kardeşler bunu daha sert yapanlar olarak isimlendirilebilir bana kalırsa. Bu iki usta kardeşin sinemaları önünde saygıyla eğilerek en sevilen beş filmiyle daha derinlemesine onlarla ilgili laflamak isterim.

1) Deux Jours, Une Nuit (İki Gün, Bir Gece) - 2014

Marion Cotillard’lı Deux Jours, Une Nuit, yönetmenlerin yine oldukça ses getirdiği filmlerden biri olmuştu. Sandra adlı karakterin, patronunun ve iş arkadaşlarının onun sağlık durumundan dolayı izne ayrılmasını fırsat bilerek ayağını kaydırmalarına odaklanıyor. Depresyon izninde olan Sandra, işe döndüğünde patronun işçileriyle inanılması güç bir anlaşma yaptıklarını öğreniyor. Bu anlaşmaya göre Sandra işten çıkarılacaktır. Zira Sandra işte yokken hiçbir iş aksamamıştır. Öyleyse onun ekstradan çalışmasına gerek yoktur. Patron her işçisine vereceği yüklü miktarda parayla onları da bu insanlık dışı fikrine ısındırıyor. Lakin bu plana, Sandra her ne kadar önce tepkisiz kalsa da en başta kocası tarafından yılmaması ve savaşması gerektiğine ikna ediliyor. Böylece Sandra elindeki iki gün ve bir gecede iş arkadaşlarını aldıkları karardan döndürmek için ikna etmeye çalışıyor. Bu süreçte hem Sandra’nın çaresizliğine hem de iş arkadaşlarının trajik hayatına bizi ortak ediyor film.

Sandra’yı bir an bile yalnız bırakmayan kameralarıyla Dardeneler, tüm film boyunca yaşattığı duygular yetmezmiş gibi finaliyle de unutulmaz bir işe imza atıyorlar. Tek kelimeyle bir insanlık dersi veriyor Deux Jours, Une Nuit.


2) Le Gamin au Vélo  (Bisikletli Çocuk) - 2011

Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan bu film, babası tarafından yetimhaneye terk edilen Cyril ile kuaför dükkânı işleten Samantha’nın yollarının kesişmesinin hikâyesi. Cyril terk edildiği için fazlasıyla öfkeli ve hırçın, Samantha ise huzurlu ve dingin bir ruh hali içerisinde. Bu birbirine tamamen zıt iki karakter bir araya gelirse… Cyril ile Samantha’nın birlikteliğinde ipler hep gergin, hep kopma tehlikesi altında. Zira Cyril, terk edilmenin verdiği ruh hali içerisinde hem kendine hem de çevresindekilere azap yaşatmaktan kendini alamaz. Neyse ki Samantha, anaç duygularla sürekli Cyril’i alttan alıp, onu sakinleştirme yolunu dener. Uzun bir süre biz seyircilerin de fazlasıyla tepkisini alan Cyril, bir süre sonra yelkenleri suya indirmeyi, etrafına ördüğü duvarı yıkmayı başarır.

Öfke ve intikam ile sakinliğin ve hoşgörünün beraberliğine şahit olduğumuz Le gamin au vélo, ortak imge olarak bisikleti seçerek mükemmel bir iş başarıyor. Bisiklet adeta arada bir köprü görevi görerek her zamanki muzipliğini sergilemiyor mu sizce de?


3)Rosetta – 1999

Dardenne kardeşlerin belki de en sert filmlerinden biridir Rosetta. Alkolik annesiyle birlikte bir karavanda yaşayan Rosetta’yı işten kovulduğu an ilk olarak görürüz. Yaşamak için mutlaka çalışmak zorunda olan Rosetta, tüm film boyunca iş peşinde koşar, kovulur, başka işe girer, yine kovulur, yine işe girer… Sürekli bitmek bilmez bir kâbus gibi devam eden bu döngünün yanında hem fahişelik yapan alkolik annesi, hem de azap çektiren karın ağrıları onu oldukça yorgun düşürür. Fakat Rosetta, tüm bu zorlukların altından kalkacak cevval bir kadındır. Böylesine sorunlar onu yıldırmaz. Onu yıldıran adilik yapmasına neden olan hayat koşulları olur. Birinin ayağını kaydırmadan iş bulmasını sağlamayan koşullar olur.

Dardennelerin belgeselcilikten gelen gerçekçi gözleri, Rosetta’yı öylesine sert, öylesine etkileyici bir film haline getiriyor ki… Tek bir karakteri tüm film boyunca takip eden omuz kamerası adeta seyirciyi hiç yorulmak bilmez, zorlu ve acılı bir zirve yolculuğuna çıkarıyor. Elbette zirvenin ucunda müthiş bir film izlemenin verdiği tatmin duygusunu tatmak vaat ediliyor.


4)Le Fils (Oğul) – 2002

Dardenne kardeşler, genelde kadınlar üzerinden vermeye çalıştıkları mesajı bu kez erkekler üzerinden bizlere aktarmayı tercih ediyor. Karısından boşanmış ve çocuğunu bir cinayet sonucu kaybederek yalnız kalan bir babanın intikam planı yapmasını ama bir türlü bu planı uygulamaya tam olarak koyamamasını izliyoruz. Bir babanın nefret ile merhamet arasında gidip gelmesini öyle çarpıcı, öyle içten aktarıyorlar ki yönetmenlerimiz biz seyircilere. Bir marangoz olan Olivier, oğlunun katilini yanında işe alarak onu gözünün önünden ayırmamayı, kendi kanatları altında cezasını vermeyi tercih ediyor. Tamamen kendisine ait olan ve kendisinin emirleri verebildiği bir mekânda oğlunun katiliyle kedinin fare ile oynadığı gibi oynayabiliyor. Yalnız bu kez kedimiz fare ile zaman geçirdikçe ona duygusal olarak bağlanmaya başlıyor. Olivier’in hesaplamadığı şey de bu oluyor zaten. Zira oğlunun katili bile olsa eğer ki bu cinayet cani duygularla bir canavar tarafından işlenmemişse intikam planları hep kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur.

Dardenne kardeşlerin yine seyirciye büyük bir insanlık dersi verdiği filmi, kameraları sayesinde bizi o marangoz dükkânının içine sokarak tüm yaşanılan duyguları ek tek ruhumuza nakşediyorlar.


 

5) La Fille Inconnue (Meçhul Kız) - 2016

Jean-Pierre Dardenne’nin son filmi The Unknown Girl, yönetmenlerin bir önceki filmi Deux Jours, Une Nuit, filmiyle çok büyük benzerlikler taşıyor. İstemeden de olsa bir kadının hayatını kaybetmesine neden olan Jenny Davin adlı doktor, bu ölen kadının isimsiz bir mezarda yatmasını kabullenemiyor. Jenny, bu meçhul kızın kimliğini açığa çıkarmak için bir nevi polis rolünü üstlenerek kolları sıvıyor. Tüm hayatını bu görevi yerine getirmek için ayarlayan Jenny, böylece vicdanını rahatlatmaya çalışıyor. Bu fazlasıyla idealize edilmiş bir şekilde çizilen Jenny karakterinin vicdanını rahatlatmak adına yaptığı şeyler, bir süre sonra abartı gelmeye başlamıyor değil. Lakin Dardenneler, ustalıklı yönetimleriyle kendimizi filmin akışına bırakmamızı çok iyi beceriyorlar. Sürekli Jenny’in peşinde dolaşan kamera adeta onun hayatına bizi esir ediyor. Gerçi keşke her esirlik böyle olsa da demeden edemiyor insan.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder