Ülkeleri Belçika ile ilgili çektikleri sayısız belgeselle
yönetmenliğe başlayan Dardenne kardeşler, kurmaca filme başladıklarında da
belgeselcilikten birçok alışkanlıklarını yanlarında getirmişlerdir. Asla omuz
kamerası kullanmaktan vazgeçmeyen Dardenneler’in, bir konuya bakış açıları, o
mevzuyu gördükleri düşünce yapıları da filmlerini çok daha farklı kılmakta.
Yaptıkları her filmle Avrupa’daki refah düzeyinin bir aldatmaca olduğunu, var
olduğu söylenen sosyal hakların nedense bir kesime asla ulaşamadığını gözler
önüne sererler. Üstelik bu gerçekleri bir masal gibi dramatize ederek ya da melankolik
bir tarzda işlemezler asla. Çok daha gerçekçi, çok daha net bir şekilde
seyirciyi rahatsız etme pahasına, olabildiğince sert verirler. Öyle ki,
seyircinin bile kendini, bulunduğu konumu ve yaptıklarını sorgulamasına hatta
yargılamasına kadar götürürler işi. Avrupa sinemasının işçi sınıfının
sorunlarını kendine dert edinen yönetmenlerden biri Ken Loach biri de Dardenne
kardeşler ise Dardenne kardeşler bunu daha sert yapanlar olarak
isimlendirilebilir bana kalırsa. Bu iki usta kardeşin sinemaları önünde
saygıyla eğilerek en sevilen beş filmiyle daha derinlemesine onlarla ilgili
laflamak isterim.
1) Deux Jours, Une Nuit (İki Gün, Bir Gece) - 2014
Marion Cotillard’lı Deux Jours, Une Nuit, yönetmenlerin yine oldukça
ses getirdiği filmlerden biri olmuştu. Sandra adlı karakterin, patronunun ve iş
arkadaşlarının onun sağlık durumundan dolayı izne ayrılmasını fırsat bilerek ayağını
kaydırmalarına odaklanıyor. Depresyon izninde olan Sandra, işe döndüğünde
patronun işçileriyle inanılması güç bir anlaşma yaptıklarını öğreniyor. Bu
anlaşmaya göre Sandra işten çıkarılacaktır. Zira Sandra işte yokken hiçbir iş
aksamamıştır. Öyleyse onun ekstradan çalışmasına gerek yoktur. Patron her
işçisine vereceği yüklü miktarda parayla onları da bu insanlık dışı fikrine
ısındırıyor. Lakin bu plana, Sandra her ne kadar önce tepkisiz kalsa da en
başta kocası tarafından yılmaması ve savaşması gerektiğine ikna ediliyor.
Böylece Sandra elindeki iki gün ve bir gecede iş arkadaşlarını aldıkları
karardan döndürmek için ikna etmeye çalışıyor. Bu süreçte hem Sandra’nın
çaresizliğine hem de iş arkadaşlarının trajik hayatına bizi ortak ediyor film.
Sandra’yı bir an bile yalnız bırakmayan kameralarıyla Dardeneler, tüm
film boyunca yaşattığı duygular yetmezmiş gibi finaliyle de unutulmaz bir işe
imza atıyorlar. Tek kelimeyle bir insanlık dersi veriyor Deux Jours, Une Nuit.
2) Le Gamin au Vélo (Bisikletli Çocuk) - 2011
Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan bu film, babası
tarafından yetimhaneye terk edilen Cyril ile kuaför dükkânı işleten
Samantha’nın yollarının kesişmesinin hikâyesi. Cyril terk edildiği için
fazlasıyla öfkeli ve hırçın, Samantha ise huzurlu ve dingin bir ruh hali
içerisinde. Bu birbirine tamamen zıt iki karakter bir araya gelirse… Cyril ile
Samantha’nın birlikteliğinde ipler hep gergin, hep kopma tehlikesi altında.
Zira Cyril, terk edilmenin verdiği ruh hali içerisinde hem kendine hem de
çevresindekilere azap yaşatmaktan kendini alamaz. Neyse ki Samantha, anaç
duygularla sürekli Cyril’i alttan alıp, onu sakinleştirme yolunu dener. Uzun
bir süre biz seyircilerin de fazlasıyla tepkisini alan Cyril, bir süre sonra
yelkenleri suya indirmeyi, etrafına ördüğü duvarı yıkmayı başarır.
Öfke ve intikam ile sakinliğin ve hoşgörünün beraberliğine şahit
olduğumuz Le gamin au vélo, ortak imge olarak bisikleti seçerek mükemmel bir iş
başarıyor. Bisiklet adeta arada bir köprü görevi görerek her zamanki muzipliğini
sergilemiyor mu sizce de?
3)Rosetta – 1999
Dardenne kardeşlerin belki de en sert filmlerinden biridir
Rosetta. Alkolik annesiyle birlikte bir karavanda yaşayan Rosetta’yı işten
kovulduğu an ilk olarak görürüz. Yaşamak için mutlaka çalışmak zorunda olan
Rosetta, tüm film boyunca iş peşinde koşar, kovulur, başka işe girer, yine
kovulur, yine işe girer… Sürekli bitmek bilmez bir kâbus gibi devam eden bu
döngünün yanında hem fahişelik yapan alkolik annesi, hem de azap çektiren karın
ağrıları onu oldukça yorgun düşürür. Fakat Rosetta, tüm bu zorlukların altından
kalkacak cevval bir kadındır. Böylesine sorunlar onu yıldırmaz. Onu yıldıran
adilik yapmasına neden olan hayat koşulları olur. Birinin ayağını kaydırmadan
iş bulmasını sağlamayan koşullar olur.
Dardennelerin belgeselcilikten gelen gerçekçi gözleri,
Rosetta’yı öylesine sert, öylesine etkileyici bir film haline getiriyor ki… Tek
bir karakteri tüm film boyunca takip eden omuz kamerası adeta seyirciyi hiç
yorulmak bilmez, zorlu ve acılı bir zirve yolculuğuna çıkarıyor. Elbette zirvenin
ucunda müthiş bir film izlemenin verdiği tatmin duygusunu tatmak vaat ediliyor.
4)Le Fils (Oğul) – 2002
Dardenne kardeşler, genelde kadınlar üzerinden vermeye
çalıştıkları mesajı bu kez erkekler üzerinden bizlere aktarmayı tercih ediyor.
Karısından boşanmış ve çocuğunu bir cinayet sonucu kaybederek yalnız kalan bir
babanın intikam planı yapmasını ama bir türlü bu planı uygulamaya tam olarak
koyamamasını izliyoruz. Bir babanın nefret ile merhamet arasında gidip
gelmesini öyle çarpıcı, öyle içten aktarıyorlar ki yönetmenlerimiz biz
seyircilere. Bir marangoz olan Olivier, oğlunun katilini yanında işe alarak onu
gözünün önünden ayırmamayı, kendi kanatları altında cezasını vermeyi tercih
ediyor. Tamamen kendisine ait olan ve kendisinin emirleri verebildiği bir
mekânda oğlunun katiliyle kedinin fare ile oynadığı gibi oynayabiliyor. Yalnız
bu kez kedimiz fare ile zaman geçirdikçe ona duygusal olarak bağlanmaya başlıyor.
Olivier’in hesaplamadığı şey de bu oluyor zaten. Zira oğlunun katili bile olsa
eğer ki bu cinayet cani duygularla bir canavar tarafından işlenmemişse intikam
planları hep kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur.
Dardenne kardeşlerin yine seyirciye büyük bir insanlık dersi
verdiği filmi, kameraları sayesinde bizi o marangoz dükkânının içine sokarak
tüm yaşanılan duyguları ek tek ruhumuza nakşediyorlar.
5) La Fille Inconnue (Meçhul Kız) - 2016
Jean-Pierre Dardenne’nin son filmi The Unknown Girl,
yönetmenlerin bir önceki filmi Deux Jours, Une Nuit, filmiyle çok büyük benzerlikler
taşıyor. İstemeden de olsa bir kadının hayatını kaybetmesine neden olan Jenny
Davin adlı doktor, bu ölen kadının isimsiz bir mezarda yatmasını
kabullenemiyor. Jenny, bu meçhul kızın kimliğini açığa çıkarmak için bir nevi
polis rolünü üstlenerek kolları sıvıyor. Tüm hayatını bu görevi yerine getirmek
için ayarlayan Jenny, böylece vicdanını rahatlatmaya çalışıyor. Bu fazlasıyla
idealize edilmiş bir şekilde çizilen Jenny karakterinin vicdanını rahatlatmak
adına yaptığı şeyler, bir süre sonra abartı gelmeye başlamıyor değil. Lakin
Dardenneler, ustalıklı yönetimleriyle kendimizi filmin akışına bırakmamızı çok
iyi beceriyorlar. Sürekli Jenny’in peşinde dolaşan kamera adeta onun hayatına
bizi esir ediyor. Gerçi keşke her esirlik böyle olsa da demeden edemiyor insan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder