30 Temmuz 2018 Pazartesi

William Wyler Sineması



Aslen Almanya doğumlu, fakat Amerika’ya ve elbette Hollywood’a gönül vermiş, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en önemli yönetmenlerinden biridir William Wyler. Kıskanılası bir kariyere imza atmış olan Wyler, filmografisi ile Oscar’a en çok aday olan, en fazla ödülü kucaklayan ender isimlerden biri olur. Üstelik sadece film çekmekle hayatını sınırlandırmayan, ülkesinde ve dünyada yaşanılanlara her zaman duyarlı olan bu kişilik, İkinci Dünya Savaşı öncesi, sırası ve sonrasında filmleriyle her zaman gerekenleri söyler. Bununla da kalmayıp, gönüllü olarak savaşa katılır. Filmlerinden savaşı eleştirmeyi de bilmiş, yeri geldiğinde Almanya’ya karşı ülkesinin propagandasını yapmayı da. Her zaman bir yönetmen olarak kendini yenilemiş, geliştirmiş, her türden eser ortaya koymuştur. Epik- tarihi filmden westerne, romantik-komediden komediye kadar birçok türde gezinmiştir. Mükemmeliyetçiliğiyle nam salan Wyler, kuşkusuz bu hassasiyetinin karşılığını unutulmaz ustalar arasına adını yazdırarak almıştır. Her biri birer başyapıt olan filmografisinden birkaç film seçmek elbette çok zor. Ustanın tüm eserlerine derin bir saygıyla, en sevilenlerden beş tanesini konuşalım mı?


1) Ben- Hur – 1959

Bu yıl remake’i çekildiği için tekrar gündeme oturan Ben-Hur, her ne kadar 1959 yılından önce de çekilen versiyonları olsa da hep Wyler’in yapımı ile hatırlanacaktır. Öncesi ve sonrasında çekilen Ben-Hur’lar ancak hepsinden açık ara farkını ortaya koyarak, Wyler’in eserini daha da yüceltmeye yaramaktadırlar en fazla. William Wyler’in ustalık döneminde çektiği, gelmiş geçmiş en büyük epik filmlerden biri olan Ben-Hur, başarısını hem gişede, hem eleştirmenler nezdinde, hem de ödüllerle pekiştirmiştir. O yıl Oscar’da on bir dalda heykelciği kucaklayarak, sinema tarihinde bu şerefe nail olan üç filmden biri olmuştur. Değerlerine ve halkına bağlı bir Yahudi olan Yahuda Ben-Hur’un eski dostu, şimdilerde Roma komutanı olan Messala’nın istediği işbirliğini (halkını ihbar etmek) kabul etmediği için haksızlığa uğraması ve sonrasında gelişen intikam duygusu, filmin ana hatlarını oluşturur. Film dört saate yakın süresi boyunca İsa’nın doğumundan onun çarmıha gerilmesine kadar olan süreçte ilerler. Yahuda Ben-Hur’ün suçsuz yere kürek mahkûmu olması ve bunu yapan eski dostu Messala’ya karşı intikam yemini etmesi ve intikamını gerçekleştirmesi, asla dinmeyen bir akıcılık ve etkileyicilikle biz seyircilere ulaşmaktadır. Yolu yer yer İsa ile de kesişen hikâyenin asla bir dini film değil tam anlamıyla müthiş bir intikam hikâyesi olduğunu belirtmeliyim.

Unutulmaz sahnelere sahip, döneminin çok ilerisinde bir görselliğe ve efektlere sahip bu başyapıt, üzerinden yarım asırdan fazla geçmesine rağmen hala taklitlerinin gücüne yetişemediği, ulaşılmaz bir eser olarak anılmaktadır.


2) The Best Years of Our Lives (Hayatımızın En Güzel Yılları) – 1946

Wyler’in bu eseri savaşı asla göstermeden, savaşın anlamsızlığını, kirli çıkar ilişkilerini, filler tepişirken çimenlerin ezildiğini abartısız en güzel anlatan filmdir. The Best Years of Our Lives, savaşın alçak yüzünü ortaya koyan, bir savaş neden başlar, bir ülke tarafını nasıl seçer, savaştan asıl zararı kim görür gibi bir dolu meseleyi, makul bir ses tonuyla, sakin sakin dillendirmeyi bilir. Savaşın bitmesinden sonra evine dönen farklı birlik, farklı sınıf ve farklı rütbede üç askerin uçakta başlayan ve sonrasında da devam eden yol arkadaşlığı filmin temelini oluşturur. Fakat anlatılmak istenen elbette bu arkadaşlığın nasıl gittiği değil. Wyler, bu arkadaşlığı sadece asıl derdine fon olarak kullanmayı tercih eder. Sivil hayata ya ellerini kaybettiği, ya eski hayatındaki düşüncelerini ya da önceki hayatında kurduğu düzeni kaybettiği için bir türlü uyum sağlayamayan karakterlerimiz üzerinden mükemmel bir savaş sonrası Amerika panoraması çizilir. Savaşın asıl kazananının, hayatlarını ortaya koyan askerler değil de hiçbir cefa çekmeden işin kaymağını yiyen bir kesim olduğu acımasızca seyircinin yüzüne çarpmaktadır. Kuşkusuz bu filmin bu kadar sitemkâr olmasının sebebi olarak, İkinci Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılan Wyler’in birebir kendi yaşadıklarının etkisini görülebilir.

Wyler’in birçok filmi gibi ödüllere boğulan, bu şaheser, durduğu yer ve dile getirdikleriyle takdiri fazlasıyla hak etmekte.


3)Mrs. Miniver (Bayan Miniver) – 1942

Wyler’ın Ben-Hur’dan sonra en çok Oscar alan filmi Mrs. Miniver, İkinci Dünya Savaşı sırasında çekilmiş bir propaganda filmidir aslen. İngiltere’nin yanında savaşa girerek, savaşın kaderini olumlu yönde değiştiren Amerika’yı yüceltme amacı taşıyan film, tüm bu hesaplı yapısına rağmen unutulmaz bir yapıttır. Zira savaş esnasında çekilen bu film, bir üst orta sınıf İngiliz ailesi üzerinden, savaş öncesi, savaş sırası ve savaş sonrası hayatları çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Yine asla savaş meydanlarına kamerasını taşımayan Wyler, evlerinin içerisinde hapsolmuş siviller üzerinden anlatır derdini. Savaşın, meydanlarda değil de evlerde, ölümlerin askerleri değil de sivilleri vurduğu bir film üzerinden dehşeti göstermeyi tercih etmekte Wyler bu filminde. Üstelik de bunu fazlasıyla gerçekçi ve fazlasıyla içten vermekte.

Evlerinin sığınaklarında bile dehşeti son noktasına kadar yaşayan bu hayatlar, emin olun tüylerinizi diken diken yapmaktan daha fazlasını vaat ediyor. Lakin Mrs. Miniver’in yaptığı en mükemmel şey, bir tarafta savaşın yıkıcı etkisi ile bir tarafta en güzel gül yarışmasını hayatının en önemli olayı varsayan dingilliği aynı potada eritmesi olsa gerek.


4)The Big Country (Büyük Ülke) – 1958

Western filmleri denilince ilk akla gelecek olan bu Wyler filmi, teknik anlamda tam bir klasiktir. Lakin başkarakterin üst sınıf bir asilzade olmasına rağmen, asla gösteriş yapmayan, güç gösterisinde bulunmayan, tamamen ilkeli bir adam olması şaşırtıcı bir etki yaratıyor. Kaptanlığı ve doğudaki daha medeni hayatını bırakarak Amerika’nın batı kesimine, uçsuz bucaksız çorak topraklara ve elbette çıkar ilişkilerinin tam ortasına kendini bırakan James McKay (Gregory Peck ), oldukça iyi bir ders verir çevresine. İtibarın ve cesaretin kavgadan ve savaştan geçmediğini, her şeyin barış yoluyla halledilebileceğini, tüm zorluklara rağmen anlatmaya çalışan McKay karakteri kuşkusuz çok güçlü. Böylesine güçlü bir karakterin neredeyse tüm filmi sırtlayıp götürdüğünü de söylemek mümkün. Çölün ortasında hayvanlarının su içmesi için var olan vadiyi paylaşamayan iki aile arasında kalan, yıllardır süren içinden çıkılmaz düşmanlıkları bir western filmi kahramanlarının tam tersine asla silah kullanmadan ve fazlasıyla centilmen tavırlarıyla halletmesi tek kelimeyle önünde şapka çıkarılasıdır.

Teknik olarak klasik bir westernin doyumsuz tadını, kodlama olarak ise alışılmadık bir kahraman üzerinden seyirciyi etkilemeyi başaran, barış yanlışı bu filmin başrol oyuncusu Gregory Peck’e haliyle Oscar Ödülü’nü getirdiğini de unutmayalım.



 
5)Roman Holiday (Roma Tatili) – 1953

Wyler’ın ülkesinden çok uzaklarda, tamamı Roma’da geçen Roman Holiday’i, sinema tarihinin en önemli romantik komedilerinden biridir. Audrey Hepburn’un ilk başrolüyle Oscar heykelciğini kucakladığı, Roma’nın tüm ihtişamıyla ev sahipliği yaptığı filmin görüntülerinden, kostümlerinden ve elbette Dalton Trumbo tarafından kaleme alınan olağanüstü senaryosundan tut da o kadar çok meziyeti vardır ki… Birçok diziye, filme esin kaynağı olmuş, bir kez daha onun etkisini verebilecek bir yapımın asla başarılamadığı, eşsiz bir örnek teşkil eder Roman Holiday sinema tarihi için. Her şey bir yana, bu filmden sonra sayısız kez eşsiz güzelliğiyle Roma, filmlere ev sahipliği yapmıştır. Fakat hangisi Roman Holiday’in verdiği duyguyu yakalayabilmiştir? Bu soruya yanıt vermek kuşkusuz çok zor. İsmi belirtilmeyen bir ülkenin gencecik prensesinin, tüm Avrupa’yı gezdikten sonra son durak olarak geldiği Roma’da, biraz da bu baş döndürücü şehrin etkisiyle olsa gerek zincirlerinden kurtulmasını ve özgürlüğünün ilk anlarında bir gazeteci ile yollarının kesişmesini, bir gün süren dolu dolu kaçamağını izleriz. Lakin bu bir gün seyircinin damağında tatlı, yumuşak, nefis bir lezzet bırakacak enfes anlara sahiptir.

Audrey Hepburn, Gregory Peck ve Roma’nın mükemmel birlikteliğini izlemeden asla romantik komedi izledim demeyin derim.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder