Aslen Almanya doğumlu, fakat Amerika’ya ve elbette
Hollywood’a gönül vermiş, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en önemli
yönetmenlerinden biridir William Wyler. Kıskanılası bir kariyere imza atmış
olan Wyler, filmografisi ile Oscar’a en çok aday olan, en fazla ödülü
kucaklayan ender isimlerden biri olur. Üstelik sadece film çekmekle hayatını
sınırlandırmayan, ülkesinde ve dünyada yaşanılanlara her zaman duyarlı olan bu
kişilik, İkinci Dünya Savaşı öncesi, sırası ve sonrasında filmleriyle her zaman
gerekenleri söyler. Bununla da kalmayıp, gönüllü olarak savaşa katılır.
Filmlerinden savaşı eleştirmeyi de bilmiş, yeri geldiğinde Almanya’ya karşı
ülkesinin propagandasını yapmayı da. Her zaman bir yönetmen olarak kendini
yenilemiş, geliştirmiş, her türden eser ortaya koymuştur. Epik- tarihi filmden
westerne, romantik-komediden komediye kadar birçok türde gezinmiştir.
Mükemmeliyetçiliğiyle nam salan Wyler, kuşkusuz bu hassasiyetinin karşılığını
unutulmaz ustalar arasına adını yazdırarak almıştır. Her biri birer başyapıt
olan filmografisinden birkaç film seçmek elbette çok zor. Ustanın tüm
eserlerine derin bir saygıyla, en sevilenlerden beş tanesini konuşalım mı?
1) Ben- Hur – 1959
Bu yıl remake’i çekildiği için tekrar gündeme oturan Ben-Hur,
her ne kadar 1959 yılından önce de çekilen versiyonları olsa da hep Wyler’in
yapımı ile hatırlanacaktır. Öncesi ve sonrasında çekilen Ben-Hur’lar ancak
hepsinden açık ara farkını ortaya koyarak, Wyler’in eserini daha da yüceltmeye
yaramaktadırlar en fazla. William Wyler’in ustalık döneminde çektiği, gelmiş
geçmiş en büyük epik filmlerden biri olan Ben-Hur, başarısını hem gişede, hem
eleştirmenler nezdinde, hem de ödüllerle pekiştirmiştir. O yıl Oscar’da on bir
dalda heykelciği kucaklayarak, sinema tarihinde bu şerefe nail olan üç filmden
biri olmuştur. Değerlerine ve halkına bağlı bir Yahudi olan Yahuda Ben-Hur’un
eski dostu, şimdilerde Roma komutanı olan Messala’nın istediği işbirliğini
(halkını ihbar etmek) kabul etmediği için haksızlığa uğraması ve sonrasında
gelişen intikam duygusu, filmin ana hatlarını oluşturur. Film dört saate yakın
süresi boyunca İsa’nın doğumundan onun çarmıha gerilmesine kadar olan süreçte
ilerler. Yahuda Ben-Hur’ün suçsuz yere kürek mahkûmu olması ve bunu yapan eski
dostu Messala’ya karşı intikam yemini etmesi ve intikamını gerçekleştirmesi,
asla dinmeyen bir akıcılık ve etkileyicilikle biz seyircilere ulaşmaktadır.
Yolu yer yer İsa ile de kesişen hikâyenin asla bir dini film değil tam
anlamıyla müthiş bir intikam hikâyesi olduğunu belirtmeliyim.
Unutulmaz sahnelere sahip, döneminin çok ilerisinde bir
görselliğe ve efektlere sahip bu başyapıt, üzerinden yarım asırdan fazla
geçmesine rağmen hala taklitlerinin gücüne yetişemediği, ulaşılmaz bir eser
olarak anılmaktadır.
2) The Best Years of Our Lives (Hayatımızın En Güzel Yılları) – 1946
Wyler’in bu eseri savaşı asla göstermeden, savaşın
anlamsızlığını, kirli çıkar ilişkilerini, filler tepişirken çimenlerin
ezildiğini abartısız en güzel anlatan filmdir. The Best Years of Our Lives, savaşın
alçak yüzünü ortaya koyan, bir savaş neden başlar, bir ülke tarafını nasıl
seçer, savaştan asıl zararı kim görür gibi bir dolu meseleyi, makul bir ses
tonuyla, sakin sakin dillendirmeyi bilir. Savaşın bitmesinden sonra evine dönen
farklı birlik, farklı sınıf ve farklı rütbede üç askerin uçakta başlayan ve
sonrasında da devam eden yol arkadaşlığı filmin temelini oluşturur. Fakat
anlatılmak istenen elbette bu arkadaşlığın nasıl gittiği değil. Wyler, bu
arkadaşlığı sadece asıl derdine fon olarak kullanmayı tercih eder. Sivil hayata
ya ellerini kaybettiği, ya eski hayatındaki düşüncelerini ya da önceki
hayatında kurduğu düzeni kaybettiği için bir türlü uyum sağlayamayan
karakterlerimiz üzerinden mükemmel bir savaş sonrası Amerika panoraması
çizilir. Savaşın asıl kazananının, hayatlarını ortaya koyan askerler değil de
hiçbir cefa çekmeden işin kaymağını yiyen bir kesim olduğu acımasızca
seyircinin yüzüne çarpmaktadır. Kuşkusuz bu filmin bu kadar sitemkâr olmasının
sebebi olarak, İkinci Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılan Wyler’in birebir
kendi yaşadıklarının etkisini görülebilir.
Wyler’in birçok filmi gibi ödüllere boğulan, bu şaheser,
durduğu yer ve dile getirdikleriyle takdiri fazlasıyla hak etmekte.
3)Mrs. Miniver (Bayan Miniver) – 1942
Wyler’ın Ben-Hur’dan sonra en çok Oscar alan filmi Mrs.
Miniver, İkinci Dünya Savaşı sırasında çekilmiş bir propaganda filmidir aslen. İngiltere’nin
yanında savaşa girerek, savaşın kaderini olumlu yönde değiştiren Amerika’yı
yüceltme amacı taşıyan film, tüm bu hesaplı yapısına rağmen unutulmaz bir
yapıttır. Zira savaş esnasında çekilen bu film, bir üst orta sınıf İngiliz
ailesi üzerinden, savaş öncesi, savaş sırası ve savaş sonrası hayatları çarpıcı
bir şekilde ortaya koyar. Yine asla savaş meydanlarına kamerasını taşımayan
Wyler, evlerinin içerisinde hapsolmuş siviller üzerinden anlatır derdini.
Savaşın, meydanlarda değil de evlerde, ölümlerin askerleri değil de sivilleri
vurduğu bir film üzerinden dehşeti göstermeyi tercih etmekte Wyler bu filminde.
Üstelik de bunu fazlasıyla gerçekçi ve fazlasıyla içten vermekte.
Evlerinin sığınaklarında bile dehşeti son noktasına kadar
yaşayan bu hayatlar, emin olun tüylerinizi diken diken yapmaktan daha fazlasını
vaat ediyor. Lakin Mrs. Miniver’in yaptığı en mükemmel şey, bir tarafta savaşın
yıkıcı etkisi ile bir tarafta en güzel gül yarışmasını hayatının en önemli
olayı varsayan dingilliği aynı potada eritmesi olsa gerek.
4)The Big Country (Büyük Ülke) – 1958
Western filmleri denilince ilk akla gelecek olan bu Wyler
filmi, teknik anlamda tam bir klasiktir. Lakin başkarakterin üst sınıf bir
asilzade olmasına rağmen, asla gösteriş yapmayan, güç gösterisinde bulunmayan,
tamamen ilkeli bir adam olması şaşırtıcı bir etki yaratıyor. Kaptanlığı ve
doğudaki daha medeni hayatını bırakarak Amerika’nın batı kesimine, uçsuz
bucaksız çorak topraklara ve elbette çıkar ilişkilerinin tam ortasına kendini
bırakan James McKay (Gregory Peck ), oldukça iyi bir ders verir çevresine.
İtibarın ve cesaretin kavgadan ve savaştan geçmediğini, her şeyin barış yoluyla
halledilebileceğini, tüm zorluklara rağmen anlatmaya çalışan McKay karakteri
kuşkusuz çok güçlü. Böylesine güçlü bir karakterin neredeyse tüm filmi
sırtlayıp götürdüğünü de söylemek mümkün. Çölün ortasında hayvanlarının su
içmesi için var olan vadiyi paylaşamayan iki aile arasında kalan, yıllardır
süren içinden çıkılmaz düşmanlıkları bir western filmi kahramanlarının tam
tersine asla silah kullanmadan ve fazlasıyla centilmen tavırlarıyla halletmesi
tek kelimeyle önünde şapka çıkarılasıdır.
Teknik olarak klasik bir westernin doyumsuz tadını, kodlama
olarak ise alışılmadık bir kahraman üzerinden seyirciyi etkilemeyi başaran,
barış yanlışı bu filmin başrol oyuncusu Gregory Peck’e haliyle Oscar Ödülü’nü
getirdiğini de unutmayalım.
5)Roman Holiday (Roma Tatili) – 1953
Wyler’ın ülkesinden çok uzaklarda, tamamı Roma’da geçen
Roman Holiday’i, sinema tarihinin en önemli romantik komedilerinden biridir.
Audrey Hepburn’un ilk başrolüyle Oscar heykelciğini kucakladığı, Roma’nın tüm
ihtişamıyla ev sahipliği yaptığı filmin görüntülerinden, kostümlerinden ve
elbette Dalton Trumbo tarafından kaleme alınan olağanüstü senaryosundan tut da
o kadar çok meziyeti vardır ki… Birçok diziye, filme esin kaynağı olmuş, bir
kez daha onun etkisini verebilecek bir yapımın asla başarılamadığı, eşsiz bir
örnek teşkil eder Roman Holiday sinema tarihi için. Her şey bir yana, bu
filmden sonra sayısız kez eşsiz güzelliğiyle Roma, filmlere ev sahipliği
yapmıştır. Fakat hangisi Roman Holiday’in verdiği duyguyu yakalayabilmiştir? Bu
soruya yanıt vermek kuşkusuz çok zor. İsmi belirtilmeyen bir ülkenin gencecik
prensesinin, tüm Avrupa’yı gezdikten sonra son durak olarak geldiği Roma’da,
biraz da bu baş döndürücü şehrin etkisiyle olsa gerek zincirlerinden
kurtulmasını ve özgürlüğünün ilk anlarında bir gazeteci ile yollarının kesişmesini,
bir gün süren dolu dolu kaçamağını izleriz. Lakin bu bir gün seyircinin
damağında tatlı, yumuşak, nefis bir lezzet bırakacak enfes anlara sahiptir.
Audrey Hepburn, Gregory Peck ve Roma’nın mükemmel
birlikteliğini izlemeden asla romantik komedi izledim demeyin derim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder