Bugüne kadar birçok uzun metraja imza atmasının yanında tv projeleriyle de oldukça başarılı olan Danny Boyle, adını tüm dünyaya duyurmuş İngiliz yönetmenlerden. Oscar heykelciğini sekizinci filminde kucaklamayı başaran Boyle’nin en önemli özelliği her türden film çekerek sürekli seyirci kitlesine sürpriz yaşatması olsa gerek. Post-apokaliptikden biyografiye kadar hep türler arasında gezinen bir adam Boyle. Lakin Boyle’nin sürekli ivme kaybeden bir kariyeri olduğu gerçeği inkâr edilemez sanırım. Zira ilk filmleriyle son filmlerini yan yana bile koymak haksızlık olur diye düşünenlerdenim. Büyüdükçe sevimliliğini, heyecanını kaybeden çocuklar gibi Boyle biraz. Lakin her ne olursa olsun Boyle, iyi ki var ve iyi ki film çekiyor dediğimiz insanlardan kesinlikle.
1) Trainspotting – 1996
Sinema tarihinin belki de en muhteşem kafası olan filmlerinden biridir Trainspotting. Bir grup gencin her ne olursa olsun birbirlerine sıkı sıkıya bağlı dostlukları, son kuşağın hayata boş vermişliği, hayatın anlamsız olduğunu düşünmeleri, âşık olmaları ve en önemlisi uyuşturucu bağımlısı olmaları… Trainspotting tüm bunları bünyesinde güzelce harmanlayıp ortaya enfes bir lezzet çıkaran bir yapım oluyor. Sistemin insanoğluna dayattığı sıkıcı ve despot hayatı(kredi çekip ev almak, alışveriş yapmak vs…) reddeden bu gençlerimiz ne yazık ki çevrelerinin nefes alamayacak kadar çepeçevre sarıldığı bir dünyada çareyi uyuşturucuda buluyorlar. Filmi izlerken seyirci olarak bir an bile karakterlerimizi suçlamamıza sebep olmayan, ayakları yere sağlam basan senaryosu ve diliyle kusursuz bir film Trainspotting. Her ne kadar bazı çevrelerce uyuşturucu kullanmayı özendiriyor olduğu söylense de bana kalırsa filmdeki mesele çok daha derin. Ancak filmi düz bir okuma ile görmeye çalışan biri böyle bir yorum yapabilir. Zira film, sisteme, gençliğe, insanlığa bir ağıt niteliğinde.
2) Shallow Grave – 1994
Bir dostluk hikâyesi olarak başlayan Shallow Grave, bir süre sonra her şeyi ters düz yapan bir yöne evriliyor. Boyle’nin bu ilk filmi, bir valiz dolusu para ile baş başa kalan üç ev arkadaşının hırs, arzu ve birbirleriyle olan mücadelesine odaklanıyor. Sinemada en güçlü imge(para) üzerinden çatışmasını kuran Boyle, sürükleyici anlatımıyla da bunu güçlendiriyor. Bir an bile etkileyiciliğinden ödün vermeyen Shallow Grave, sürpriz sonu ile de seyirciye son ana kadar seyir zevkini taşıyor. Filmin büyük bir kısmının geçtiği mekân olan evin filmde etkin bir oyuncu kadar rol aldığını da eklemek gerek. Zira bu, alışılagelmiş evlerden farklı olan mekânın, filmin gidişatına uyumlu olarak tasarlanmış olduğu aşikâr. Yeşil ile mavinin hâkimiyeti ile hikâyeye uyum sağlayan evde ışığın kullanımı da –yanıp sönen, patlayan ya da aralardan, deliklerden sızan ışık- aynı ortak paydaya hizmet ediyor.
https://www.youtube.com/watch?v=xKrfUAho5as3) Slumdog Millionaire – 2008
Vizyona girdiği yıl Oscar’a damgasını vuran Slumdog Millionaire, Danny Boyle’nin tüm dünyaya namını duyuran film oldu. Hindistan’da yoksul, genç bir yetimin yarışma programındaki yükselişini anlatıyor film aslında. Lakin eğitimsiz bir gencin nasıl son soruya kadar gelebildiğine şaşıran emniyet yetkililerinin onu sorguya almasıyla Older’in tüm hayatına hâkim oluyoruz. Oldukça iddialı senaryosuyla çokça şeye dokunan bu güçlü yapım, tüm yaştan izleyicilerin ve Akademi’nin çok sevdiği filmlerden biri oldu. İnsanları şöhret ve zengin olmak gibi hayallerle uyutan programlara bu kez Slumdog Millionaire ile kaçak giriş yapılıyor desek yeridir.
https://www.youtube.com/watch?v=AIzbwV7on6Q
https://www.youtube.com/watch?v=AIzbwV7on6Q
4) 28 Days Latter – 2002
Her ne kadar bir zombi filmi olarak düşünülse de bana kalırsa post-apokaliptik gibi daha genel bir tanımlama yapmak gerek filme. 28 Days Latter’a bilinen ve çok sevilen zombi filmlerinin bir nevi İngiltere versiyonu gibi desek haksızlık etmiş olmayız asla. Bugüne kadar yapılmış tüm başarılı zombi filmlerinin eğildikleri mevzuları sadece İngiltere’de İngiliz aksanıyla konuşan oyuncularla, dijital kamerayla ve daha az kanlı çekerek dönüştürür Boyle, 28 Days Later’da. Elbette bu türe dair fikri olmayan ya da türü izlemekten hoşlanmayan kişilerin bile izlediği ve sevdiği bu film amacına ulaşıyor. Lakin türe hâkim olan kitle tarafından şefkatle kucaklanmadığı bir gerçek. Her şeye rağmen, tüm zombi külliyatına selam çakan, muhteşem müzikleriyle ruhumuzu besleyen, Londra’yı ilk kez çaresiz görmemizi sağlayan bu filmin bir milat olduğunu kimse de inkâr edemez kuşkusuz.
https://www.youtube.com/watch?v=c7ynwAgQlDQ5) 127 Hours – 2010
Baştan sona tek ve kısıtlı bir mekânda, tek bir oyuncuya odaklanan film çok rastlanılan bir durum değil elbette. İşte 127 Hours, bunu tam anlamıyla uyguluyor. Gerçek bir hayat hikâyesinden uyarlanan 127 Hours, beyazperdede tek başına adeta devleşen James Franco’nun oyunculuğu ile mükemmel bir seyir zevki sunuyor. Genç dağcı Aron Ralston’un Utah yakınlarında büyük bir kaya parçasının arasına sıkışması ve beş gün boyunca hayatta kalma ve oradan kurtulma mücadelesi vermesini anlatan film, Aron’un bir süre sonra görmeye başladığı halüsinasyonlarla psikolojik etkisini arttıran bir drama dönüşüyor. Beş gün boyunca hem açlık, susuzluk ve sıcakla mücadele ederken hem de yalnızlık, acı, korku en önemlisi de içsel yolculuğundaki girdaplara karşı sağlam bir duruş sergiliyor kahramanımız. Boyle’nin bu çok sıkıcı olabilecek durumu bir an bile gözlerimizi kırpmadan izlememizi sağlayan ustalığı kesinlikle takdiri hak ediyor. Aron’un hayatını kurtarmak adına verdiği ve uyguladığı kararını bizlere kusursuz bir yönetmen gözüyle ulaştırılması da cabası oluyor.
https://www.youtube.com/watch?v=Ba1IhHAqLgw
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder