Yeni Alman Sineması akımının öncülerinden biri olan Wim Wenders’i çektiği birçok belgeseli ve araya serpiştirdiği kurmacalarıyla tanırız. Özellikle kurmaca filmlerinde hikâyelerini hep yollarda anlatan bu adam, insanlığın var oluş sancılarına odaklanarak mutlak mutluluğun gerçekten olup olmadığını sorgular. Neredeyse birçok filmini siyah-beyaz renklerin asilliğinin gölgesinde anlatmak isteyerek bir modern zaman şövalyesi olduğunu gösterir. Filmlerinde asla seks ve şiddet kullanmayarak, kendi deyimiyle bunların yerine saksafon ve kemanı tercih edecek kadar naif bir kişiliktir Wenders. Anlatmakla izah etmenin yetersiz kalacağı tam bir sinema aşığı bu adama gelin yakından bakalım.
1)Paris, Texas – 1984
Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye, FIBRESCI ve Jüri Özel Ödülü başta olmak üzere birçok festivalden ödülle dönen Paris, Texas, Wim Wenders’in ismini en çok duyurduğu filmidir aynı zamanda. Wenders’in yollarda geçen bu filmi, güçlü bir dram olarak tanımlanabilir. Dağılmış ailesini tekrar bir araya getirmeye çalışan bir adamın trajik hikâyesi oldukça etkileyici bir seyir sunar seyirciye. Bazı şeylerin tekrar bir araya getirilmeye çalışılmasının beyhude bir çaba olduğunu gözler önüne seren film, böylece oldukça gerçekçi bir tavır sergiler. Wenders’in tamamını Amerika’da İngilizce olarak çektiği Paris, Texas, kendine ortam olarak da Texas’ın çöllerini seçer. Diğer birçok filminin aksine renkli olarak çektiği Paris, Texas gerçekçiliğinden hiçbir şey kaybetmez asla; yine tıpkı diğer filmlerinde olduğu gibi mutlak mutluluğun olmadığını seyircinin yüzüne çarpar Wenders.
Yarattığı atmosferi, görselliği anlamında en büyüleyici filmlerinden biri olan Paris, Texas, boş umutlar vaat etmeyen, gerçekçi bir ödül sinema sevenler için.
2) Im Lauf der Zeit – 1976
Cannes Film Festivali’nden FIBRESCI Ödülünü kazanmış, ülkemizde Zamanın Akışında olarak bilinen bu film, Wenders’in yol üçlemesinin son filmidir. Kasaba kasaba gezerek sinema salonlarındaki projeksiyon cihazlarının tamir ve bakımını yapan Bruno ile karısından ayrıldığı için bunalımda olan Robert’ın birlikte sürdürdükleri üç saatlik bir yol filmi Im Lauf der Zeit. Yalnızlığa mahkûm Bruno ile yeni yalnız kalmış Robert birbirlerine bir süreliğine de olsa yol arkadaşı olurlar. Üstelik yol hikâyelerinin kralı olan Wenders, öylesine bir sakinlikle anlatır ki hikâyesini… İki yalnız erkeğin birbirinin yarasına merhem olması değildir filmin tek amacı. Wenders, bu filminde sinemanın içinde bulunduğu duruma bir ağıt yakar aslında. Brunu’nun gittiği her kasabadaki sinema salonlarının artık çalışmamasını, Amerikan filmlerinin egemenliği altına girmesini ya da porno filmlerine ev sahipliği yapmasını sık sık dile getirir film. Bruno’nun cihazları tamir etmesi de bir nevi metafordur kuşkusuz. Sinema tarihine selam göndermeyi ihmal etmeyen Wenders, küçük bir cameo ile de seyirciye göz kırpar.
Muhteşem müzikleri, zamanın akışını buram buram hissedeceğimiz sakinliği, bazı çarpıcı sahneleriyle bitmesinin istenmeyeceği uzun bir serüven olan bu film, izlemeyenler tarafından keşfedilmeyi bekliyor.
3) Alice in den Städten – 1974
Wim Wenders’in yol üçlemesinin ilk filmi olan Alice in den Städten, yine iki güçlü karakteri yollarda buluşturur. Bu kez bir kız çocuğu ile yazma sıkıntısı yaşayan bir gazetecinin zoraki birlikteliği çıkar karşımıza. Akıllara Charlie Chaplin’in The Kid ve Luc Besson’un Leon filmini getiren bu mükemmel yapım kendisinden önceki ve sonraki olan bu filmler arasında bir nevi köprü gibidir. Yine güçlü eleştiriler taşıyan filmlerinden de biri olan Alice in den Städten’de Wenders, iletişim araçlarına olan nefretini de kusar. Tekmelenen radyolar ya da yumruklanan televizyonlar oldukça etkileyicidir. Başrol oyuncusu tarafından oldukça sert bir şekilde cezalandırılan iletişim araçlarından hayatımıza teklifsizce hadlerinden fazla girmelerinin hesabı sorulur.
Wenders’in vazgeçilmez oyuncusuna(Rüdiger Voglereşlik) eden küçük kızın da mükemmel performansının bir araya geldiği bu film, duygusallıktan, şiddetten ve seksten beslenmeden derdini anlatan ender bir yapım olarak yıllar önce sinema tarihinde yerini almıştır. Filmle hala tanışmayanlara duyurulur.
4)Der Himmel Über Berlin – 1987
Wim Wenders, bu kez karşımıza gökyüzünde uçuşup duran, iyi enerjileriyle insanlara yardımcı olan melekleri çıkarır karşımıza. Ne var ki insanların yaşadığı sıkıntılara merhem olmaya çalışan bu meleklerden biri varoluş sıkıntıları yaşar. Bir insan gibi yaşamak istediğini dile getiren bu meleğimizin tek arzusu o zavallı insanlardan biri olmaktır. İnsanların düşüncelerini duyabilen meleklerin, onların tüm sıkıntı ve buhranlarına rağmen bunu istemeleri elbette çok fazla anlama gebedir. Wenders’in muhteşem çekim açılarından oluşan Der Himmel Über Berlin, yine toplumsal bir yaraya parmak basmaktan da geri durmaz. Film, İkinci Dünya Savaşı yıllarına sık sık geçiş yaparak, yaşanılan o zavallı günlerin bir portresini de ortaya koyar. İnsanlığın var olmasından itibaren süre gelen savaşları ve acıları gören melekler aracılığıyla doymak bilmez insanlık eleştirilmiş olur. Renksiz çekilen filmin birkaç sahnede yaptığı renk oyunu da oldukça anlamlıdır.
İzleyicinin bir kuş misalı savaş yıllarından filmin çekildiği yıllar arasında şehri ve insanları gözlemlediği bu harika yapım kesinlikle unutulmaz bir film. Bu kez yolları araba, tren, motor ya da kayıkla değil de uçarak geçmek isteyenler için Der Himmel Über Berlin kaçırılmamalı asla.
5)The Salt Of The Earth – 2014
Wim Wenders’in sayısız belgeselinden sonuncusu olan The Salat Of The Earth, geçtiğimiz yıl seyircinin izleme şansı bulduğu en iyi belgeseldi kuşkusuz. Wenders’in fotoğrafçı Sebastião Salgado ve Salgado’nun oğlu ile birlikte yollara düştüğü bu belgesel insanlığa anlamlı bir bakış niteliğinde. Sebastião Salgado’nun enfes fotoğraflarıyla insanlığın yaşadığı acılara, doğada hüküm süren kıyıma, medeniyet denilen hadsizliğin yaptıklarına şahit olunan bir başyapıt The Salt Of The Salt. Yine siyah ile beyazın asil birleşimi ile hayat bulan bu belgesel, aynı zamanda da fotoğraflarla tescillenen çok güçlü bir belgedir.
Geçtiğimiz yıl belgesel dalında Oscar’a aday olan The Salt Of The Earth’ın hak ettiği, emin olun bir heykelcikten çok çok daha fazlası.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder