Tayvan doğumlu Ang Lee, ilk filminden itibaren dikkatleri
üzerine çekmiş ve birçok prestijli ödülü kucaklamayı başarmış isimlerden. Zaten
bu üstün yeteneğini keşfeden Hollywood, onu transfer etmekte geç kalmaz. Lakin
Lee, en çok kendi ülkesinde ya da kendi kültürünü işlediği filmlerde tam olarak
marifetini ortaya çıkarmıştır. Elbette Hollywood yapımı filmleri de başarılıdır
fakat illa ki birçoğu gibi özünden bir şeyler kaybetmiştir o da. Özellikle ilk
dönemdeki ve kendi topraklarında çektiği filmlerinde kültürünü, geleneklerini
anlatması onun en büyük artılarından. Üstelik eski ile yeniyi, doğu ile batıyı
incelikle birleştirmesi de Lee’nin en takdir edilesi özelliklerinden biri
olarak sayılabilir.
Dilerseniz Lee’yi tüm filmografisinin içinden en bilinen,
sevilen ya da en çok tartışılan ama aynı zamanda ödüllere boğulan filmleriyle anlamaya çalışalım.
1) Wo hu cang long (Kaplan ve Ejderha) - 2000
Ang Lee’ye Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ı başta olmak
üzere birçok ödül kazandıran bu enfes film, onun büyüdüğü topraklara, geleneklere,
dürüstlüğe, insanlığa, en çok da kadın-erkek eşitliğine saygı duruşudur. Lee, Wo
hu cang long’da dövüş sanatlarını filmine temel alarak başlamıştır elbet işe.
Lakin efsanelerde anlatılan ancak hayalini kurabileceğimiz denli inanılmaz
sahneleri filmine arka fon oluştururken, aşkı, sadakati, sınıf meselesini,
usta-çırak ilişkisini ve daha bir dolu şeyi nakış gibi işler. Adeta arzu
nesnesi görevini üstlenen bir kılıç ve bu kılıcın izini takip eden Jen Yu, Yu
Shu Lien, Li Mu Bai, Jade Fox gibi karakterlerin hikâyeleriyle renklenen
olaylar, Wo hu cang long’un sadece bir
dövüş filmi olmadığının da en büyük kanıtı. Jen Yu ile sınıf meselesi,
kadınların toplumdaki rolü, Yu Shu Lien ile sabır, sadakat ve fedakârlığı, Li
Mu Bai ile hoşgörü, tatminkârlık, Jade Fox ile feminizm gibi kavramlara ışık
tutulur.
Tek kelimeyle insanın ruhunu okşayan müzikleri, olağanüstü
görüntüleri, masallarda gibi hissetmemizi sağlayan dövüş sahneleri, değme
romantik eserlere taş çıkartacak aşkları, yaşanmışlıklarıyla tartışmasız bir
başyapıt Wo hu cang long. Herkesin kendine hitap eden bir yönünü bulacağını ve
asla izleyenlerin pişman olmayacağını iddia ediyorum.
2) Brokeback Mountain (Brokeback Dağı) – 2005
Lee’nin Hollywood’a transfer olduktan sonra çektiği ve bana
kalırsa ne kadar ilerici bir film yapıyor gibi gözükse de Hollywood’un alttan
alta bireyi şekillendirmeye çalışan hareketlerinden kaçamadığı bir yapım Brokeback
Mountain. Film, iki çobanın mevsimlik bir iş için beraber Brokeback dağına
görevlendirilmeleri ile başlayan ve daha sonrasında bu iki çobanın kendilerini,
birbirlerini, doğayı yeniden keşfedişlerini anlatır. Her ikisi de evli ve
çocuklu olan Ennis (Heath Ledger) ve Jack (Jake Gyllenhaal) dağdaki zorlu hayat
koşullarıyla mücadele ederken, kendilerine çocukluktan itibaren biçilen rolleri
de adeta ezbere bir şekilde icra ederler ilk günlerde. Fakat ebeveynlerin,
Kilisenin, cemaatin olmadığı uçsuz bucaksız doğa ve hayvanlarla baş başa olan
bu ikili bir süre sonra her ne kadar mücadele etseler de kendilerini doğanın
akışına, duygularına bırakmaktan kurtulamazlar. Ennis’in suskunluğu, gelenekçi
yapısı bile engel olamaz bu akışa. Jack ile Ennis arasında yaşanan aşk, belki
de yaşanmış aşklar arasında en saf, en özgün olanıdır. Fakat ilerleyen hayat,
onların bu kaçamağının karşısına aile kurumunu, gelenekleri, yoksulluğu
çıkarmak da çok da geç kalmaz.
Aslında düz bir izlemeyle çok ilerici bir filmmiş izlenimi
verse de ne yazık ki alt metin okumalarıyla sıkıntılı, yine Amerikan toplum
yapısını korumacı bir seyir izlediği gözlerden kaçmayan bu yapım her şeye
rağmen takdiri hak ediyor. Kusursuz sinematografi, başarılı oyunculuklar ve
elbette yine müzikleriyle tadına bakılması gereken, önemli bir deneyim Brokeback
Mountain.
3) The Ice Storm (Buz Fırtınası) – 1997
Lee’nin bana kalırsa en eleştirel filmi The Ice Storm
kesinlikle. Amerikan aile yapısının yerle bir edildiği, baştan ayağa
çürümüşlüğünü, kokuşmuşluğunu gösteren mükemmel bir yapıma imza atar bu
filmiyle Lee. Sinema var olduğundan bu yana Hollywood filmleriyle topluma
izletilen ve böylece dayatılan kutsal aile kavramı, doksanlı yıllarda yavaş
yavaş irdelenmeye, sorgulanmaya başlanır. Ki 1999 yapımı American Beauty de
bunlardan en önemlisidir. Lakin bu cesaretli hareketin ilk öncülerinden biri
olmayı The Ice Storm hak etmekte. Bir semtte yaşayan ailelerin hem kendi
içlerinde hem de birbirleriyle olan ilişkileri çerçevesinde, aile kurumunun
işlevini yitirdiğini, ne o kutsal dinlerinin ne de değer yargılarının artık
onlar üzerinde etkili olduğunu gözler önüne serer Lee. Üstelik yönetmenimiz
bunları yaparken asla elini, dilini korkak alıştırmaz. Artık aile kurumunun
işlevini kaybettiğini, fazlasıyla zavallı bir hal aldığını bu kurumun, oldukça
sert bir dille seslendirir.
Amerikan toplum yapısının, Hristyanlığın, aile kurumunun
yüceliğinden bahseden herkesin yüzüne adeta bir tokat hatta ve hatta bıçak
darbeleri gibi inen The Ice Storm, izleyenleri tıpkı filmindeki buzlar gibi
kaskatı kesiyor. Eğer bu buz gibi etkiye ve gerçekleri ama sadece gerçekleri
duymaya hazırsanız, bu film tam da size göre.
4) Yin shi nan nu (Tatlı Tuzlu) – 1994
Lee’nin Tayvan’da çektiği bu film, klasik bir yemek filmi
değil asla. Kendine fon olarak Tayvan’ın geleneksel yöntemlerden asla ödül
vermeden yapılan yemeklerini, haftada bir gün de olsa tüm ailenin bir araya
geldiği yemek sofralarını alan film, tüm bunlardan daha önemli meseleleri
odağına alır. Lee, bu filminde eski ile yeninin, geleneksel ile modernin
çatışmasını veriyor gibi yaparak aslında bu iki zıt durumu ustalıkla
buluşturur. Karısını kaybettiği için üç tane genç kızıyla birlikte yaşayan,
ünlü bir şefin etrafında gelişen olaylara odaklanan filmin en başarıyla yaptığı
şey ise her şeyi ters yüz etmesi olsa gerek. Sürpriz finaliyle, seyirciyi ters
köşe yapan, yemek yapılma sahneleriyle gastronomi alanında ders niyetine
izlettirilebilecek, gelenekseli ve modernizmi aynı anda kucaklamasıyla da tam
bir olgunluk örneği olan bir yapım Yin shi nan nu.
Aile sıcaklığını, yemeklerin adeta tadını, renklerin,
dinlerin, dillerin buluşmasının sonsuz huzurunu yaşayacağınız bir film arıyorsanız
Yin shi nan nu’dan daha iyisi olamaz.
5)Life of Pi (Pi’nin Yaşamı) – 2012
Lee’nin Oscar’a tam on bir dalda aday gösterilen ve
bunlardan En İyi Yönetmen başta olmak üzere dört tanesini kazanan Life of Pi,
Yann Martel’in aynı isimli romandan uyarlanmıştır. Pi adlı karakterin Pasifik
Okyanusu’nda bir filikada üç yüz kiloluk bir bengal kaplanı ile iki yüz yirmi
yedi gün geçirmesini perdeye aktaran filmin elbette görsellik olarak önemi
tartışılmaz. Üstelik bu görselliği, 3D teknolojisiyle buluşturarak ortaya
seyirciyi içine alan, adeta büyüleyen bir atmosfer karşılamakta. Muhteşem
müzikleri de cabası. Peki, bunun dışında film ile ilgili söylenebilecek olumlu
bir şeyler var mı? Bana kalırsa yok. Lee’nin kitleler tarafından tanınmasını
sağlayan, en çok ödüle boğulduğu, izlenme rekorları kıran filmi görüntü
yönetimi, müzik ve 3D teknolojisini ustalıkla kullanması dışında, sorunlarla
dolu, dayatmacı, didaktik bir film. Seyirciye neye, nasıl inanması gerektiğini
söyleyen, üstelik bunu süsleyip püsleyip de gizliden yapmaya çalışan,
samimiyetsiz bir yapım olarak tarihe kalacağını büyük bir kararlılıkla söylemek
isterim.
Eğer ki sinematografi anlamında başarılı bir film izlemek,
kendinizi görüntülerin diline, seslerin akışına vermek istiyorsanız elbette
Life of Pi’yi izlemelisiniz. Lakin siz siz olun, seyirciye dikte ettirdiklerine
kendinizi kaptırmamaya ve yaptığı oyunlara göz yummadan izleyin derim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder