29 Temmuz 2018 Pazar

Ang Lee Sineması




Tayvan doğumlu Ang Lee, ilk filminden itibaren dikkatleri üzerine çekmiş ve birçok prestijli ödülü kucaklamayı başarmış isimlerden. Zaten bu üstün yeteneğini keşfeden Hollywood, onu transfer etmekte geç kalmaz. Lakin Lee, en çok kendi ülkesinde ya da kendi kültürünü işlediği filmlerde tam olarak marifetini ortaya çıkarmıştır. Elbette Hollywood yapımı filmleri de başarılıdır fakat illa ki birçoğu gibi özünden bir şeyler kaybetmiştir o da. Özellikle ilk dönemdeki ve kendi topraklarında çektiği filmlerinde kültürünü, geleneklerini anlatması onun en büyük artılarından. Üstelik eski ile yeniyi, doğu ile batıyı incelikle birleştirmesi de Lee’nin en takdir edilesi özelliklerinden biri olarak sayılabilir.

Dilerseniz Lee’yi tüm filmografisinin içinden en bilinen, sevilen ya da en çok tartışılan ama aynı zamanda  ödüllere boğulan filmleriyle anlamaya çalışalım.

1) Wo hu cang long (Kaplan ve Ejderha) - 2000


Ang Lee’ye Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ı başta olmak üzere birçok ödül kazandıran bu enfes film, onun büyüdüğü topraklara, geleneklere, dürüstlüğe, insanlığa, en çok da kadın-erkek eşitliğine saygı duruşudur. Lee, Wo hu cang long’da dövüş sanatlarını filmine temel alarak başlamıştır elbet işe. Lakin efsanelerde anlatılan ancak hayalini kurabileceğimiz denli inanılmaz sahneleri filmine arka fon oluştururken, aşkı, sadakati, sınıf meselesini, usta-çırak ilişkisini ve daha bir dolu şeyi nakış gibi işler. Adeta arzu nesnesi görevini üstlenen bir kılıç ve bu kılıcın izini takip eden Jen Yu, Yu Shu Lien, Li Mu Bai, Jade Fox gibi karakterlerin hikâyeleriyle renklenen olaylar,  Wo hu cang long’un sadece bir dövüş filmi olmadığının da en büyük kanıtı. Jen Yu ile sınıf meselesi, kadınların toplumdaki rolü, Yu Shu Lien ile sabır, sadakat ve fedakârlığı, Li Mu Bai ile hoşgörü, tatminkârlık, Jade Fox ile feminizm gibi kavramlara ışık tutulur.

Tek kelimeyle insanın ruhunu okşayan müzikleri, olağanüstü görüntüleri, masallarda gibi hissetmemizi sağlayan dövüş sahneleri, değme romantik eserlere taş çıkartacak aşkları, yaşanmışlıklarıyla tartışmasız bir başyapıt Wo hu cang long. Herkesin kendine hitap eden bir yönünü bulacağını ve asla izleyenlerin pişman olmayacağını iddia ediyorum.


2) Brokeback Mountain (Brokeback Dağı) – 2005


Lee’nin Hollywood’a transfer olduktan sonra çektiği ve bana kalırsa ne kadar ilerici bir film yapıyor gibi gözükse de Hollywood’un alttan alta bireyi şekillendirmeye çalışan hareketlerinden kaçamadığı bir yapım Brokeback Mountain. Film, iki çobanın mevsimlik bir iş için beraber Brokeback dağına görevlendirilmeleri ile başlayan ve daha sonrasında bu iki çobanın kendilerini, birbirlerini, doğayı yeniden keşfedişlerini anlatır. Her ikisi de evli ve çocuklu olan Ennis (Heath Ledger) ve Jack (Jake Gyllenhaal) dağdaki zorlu hayat koşullarıyla mücadele ederken, kendilerine çocukluktan itibaren biçilen rolleri de adeta ezbere bir şekilde icra ederler ilk günlerde. Fakat ebeveynlerin, Kilisenin, cemaatin olmadığı uçsuz bucaksız doğa ve hayvanlarla baş başa olan bu ikili bir süre sonra her ne kadar mücadele etseler de kendilerini doğanın akışına, duygularına bırakmaktan kurtulamazlar. Ennis’in suskunluğu, gelenekçi yapısı bile engel olamaz bu akışa. Jack ile Ennis arasında yaşanan aşk, belki de yaşanmış aşklar arasında en saf, en özgün olanıdır. Fakat ilerleyen hayat, onların bu kaçamağının karşısına aile kurumunu, gelenekleri, yoksulluğu çıkarmak da çok da geç kalmaz.

Aslında düz bir izlemeyle çok ilerici bir filmmiş izlenimi verse de ne yazık ki alt metin okumalarıyla sıkıntılı, yine Amerikan toplum yapısını korumacı bir seyir izlediği gözlerden kaçmayan bu yapım her şeye rağmen takdiri hak ediyor. Kusursuz sinematografi, başarılı oyunculuklar ve elbette yine müzikleriyle tadına bakılması gereken, önemli bir deneyim Brokeback Mountain.


3) The Ice Storm (Buz Fırtınası) – 1997


Lee’nin bana kalırsa en eleştirel filmi The Ice Storm kesinlikle. Amerikan aile yapısının yerle bir edildiği, baştan ayağa çürümüşlüğünü, kokuşmuşluğunu gösteren mükemmel bir yapıma imza atar bu filmiyle Lee. Sinema var olduğundan bu yana Hollywood filmleriyle topluma izletilen ve böylece dayatılan kutsal aile kavramı, doksanlı yıllarda yavaş yavaş irdelenmeye, sorgulanmaya başlanır. Ki 1999 yapımı American Beauty de bunlardan en önemlisidir. Lakin bu cesaretli hareketin ilk öncülerinden biri olmayı The Ice Storm hak etmekte. Bir semtte yaşayan ailelerin hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle olan ilişkileri çerçevesinde, aile kurumunun işlevini yitirdiğini, ne o kutsal dinlerinin ne de değer yargılarının artık onlar üzerinde etkili olduğunu gözler önüne serer Lee. Üstelik yönetmenimiz bunları yaparken asla elini, dilini korkak alıştırmaz. Artık aile kurumunun işlevini kaybettiğini, fazlasıyla zavallı bir hal aldığını bu kurumun, oldukça sert bir dille seslendirir.

Amerikan toplum yapısının, Hristyanlığın, aile kurumunun yüceliğinden bahseden herkesin yüzüne adeta bir tokat hatta ve hatta bıçak darbeleri gibi inen The Ice Storm, izleyenleri tıpkı filmindeki buzlar gibi kaskatı kesiyor. Eğer bu buz gibi etkiye ve gerçekleri ama sadece gerçekleri duymaya hazırsanız, bu film tam da size göre.


4) Yin shi nan nu (Tatlı Tuzlu) – 1994


Lee’nin Tayvan’da çektiği bu film, klasik bir yemek filmi değil asla. Kendine fon olarak Tayvan’ın geleneksel yöntemlerden asla ödül vermeden yapılan yemeklerini, haftada bir gün de olsa tüm ailenin bir araya geldiği yemek sofralarını alan film, tüm bunlardan daha önemli meseleleri odağına alır. Lee, bu filminde eski ile yeninin, geleneksel ile modernin çatışmasını veriyor gibi yaparak aslında bu iki zıt durumu ustalıkla buluşturur. Karısını kaybettiği için üç tane genç kızıyla birlikte yaşayan, ünlü bir şefin etrafında gelişen olaylara odaklanan filmin en başarıyla yaptığı şey ise her şeyi ters yüz etmesi olsa gerek. Sürpriz finaliyle, seyirciyi ters köşe yapan, yemek yapılma sahneleriyle gastronomi alanında ders niyetine izlettirilebilecek, gelenekseli ve modernizmi aynı anda kucaklamasıyla da tam bir olgunluk örneği olan bir yapım Yin shi nan nu.

Aile sıcaklığını, yemeklerin adeta tadını, renklerin, dinlerin, dillerin buluşmasının sonsuz huzurunu yaşayacağınız bir film arıyorsanız Yin shi nan nu’dan daha iyisi olamaz.


5)Life of Pi (Pi’nin Yaşamı) – 2012

Lee’nin Oscar’a tam on bir dalda aday gösterilen ve bunlardan En İyi Yönetmen başta olmak üzere dört tanesini kazanan Life of Pi, Yann Martel’in aynı isimli romandan uyarlanmıştır. Pi adlı karakterin Pasifik Okyanusu’nda bir filikada üç yüz kiloluk bir bengal kaplanı ile iki yüz yirmi yedi gün geçirmesini perdeye aktaran filmin elbette görsellik olarak önemi tartışılmaz. Üstelik bu görselliği, 3D teknolojisiyle buluşturarak ortaya seyirciyi içine alan, adeta büyüleyen bir atmosfer karşılamakta. Muhteşem müzikleri de cabası. Peki, bunun dışında film ile ilgili söylenebilecek olumlu bir şeyler var mı? Bana kalırsa yok. Lee’nin kitleler tarafından tanınmasını sağlayan, en çok ödüle boğulduğu, izlenme rekorları kıran filmi görüntü yönetimi, müzik ve 3D teknolojisini ustalıkla kullanması dışında, sorunlarla dolu, dayatmacı, didaktik bir film. Seyirciye neye, nasıl inanması gerektiğini söyleyen, üstelik bunu süsleyip püsleyip de gizliden yapmaya çalışan, samimiyetsiz bir yapım olarak tarihe kalacağını büyük bir kararlılıkla söylemek isterim.

Eğer ki sinematografi anlamında başarılı bir film izlemek, kendinizi görüntülerin diline, seslerin akışına vermek istiyorsanız elbette Life of Pi’yi izlemelisiniz. Lakin siz siz olun, seyirciye dikte ettirdiklerine kendinizi kaptırmamaya ve yaptığı oyunlara göz yummadan izleyin derim.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder