31 Temmuz 2018 Salı

Claire Denis Sineması




Tüm çocukluğunu babasının bir sömürge yöneticisi olmasından dolayı Afrika’nın Fransa sömürgelerinde geçiren Claire Denis, o yaşlarda izlediği Amerikan filmleriyle sinema ile tanışıp, çok sever. Hatta dünya görüşünü de filmler üzerine yaptığı analizler ve elbette Afrika’da yaşadıkları üzerine geliştiren Denis, oldukça büyük bir birikimle yola çıkanlardan. Hiçbir zaman sinema eğitimi almayarak izlediği filmler ve edindiği hayat tecrübesi ve usta yönetmenlerin (Wim Wenders, Jim Jarmush, Jacques Rivette ve Costa-Gavras ) yanında çalışmasıyla kendine özgü sinemasını yaratmayı bilmiştir. İlk filmiyle dikkatleri hemen üzerine çeken ve asla çıtayı düşürmeyen, anlattıklarından çark etmeyen bir isim aynı zamanda. Chocolat ile 1988’de anlattığı hikâyeyi daha da sertleştirerek yıllar sonra yine anlatmaktan geri durmayan, birçok siyahî yönetmenden bile daha siyah olan, kadın yönetmen değil de her zaman yönetmen olmayı tercih eden biri. Yine kadın olduğundan dolayı sadece kadınların hikâyelerini anlatmak gibi bir kısıtlı alana hapsolmayı kabul etmeyerek de farkını ortaya koymayı da ihmal etmemiştir.

Filmlerinin senaryolarını Jean-Pol Fargeau ile birlikte kaleme alan, uzun süredir film müziklerini Stuart Staples’e yaptıran ve kemikleşmiş bir oyuncu kadrosu (Alex Descas, Grégoire Colin, Michel Subor, Nicole Dogué…) ile çalışan oldukça takıntılı bir yönetmen Denis aynı zamanda.  Farklı türlerde filmlere imza atsa da çalıştığı insanlardan ya da tarzından vazgeçmeyen, hedefinden taviz vermeyen güçlü, kararlı bir savaşçı olarak Fransız sinemasının ve dünya sinemasının hatırı sayılır yönetmenlerinden olan bu muhteşem kadını, farklı dönemlere ait beş filmiyle daha da yakından tanıyalım isterim.


1)Chocolat  ( Çikolata) – 1988

Claire Denis’in kendi  tecrübelerinden yola çıkarak hayat verdiği bu ilk eseri, bir yönetmenin başlangıç olarak filmografisinde yer etmesini isteyeceği türden. Bu çok başarılı olan ilk film, Denis’in her ne kadar on dört yaşına kadar yaşadığı Fransa’nın Afrika’daki sömürgelerinde edindiği tecrübelerden yola çıkılarak çekilse de asla bir biyografi değil. Bir sömürge yöneticisinin karısı Aimée ve kız çocuğu France’nin evde çalışan, bir yerli olan Protée ile ilişkileri üzeriden günlük rutinlerinin perdeye yansıması olarak tanımlayabiliriz Chocolat’ı. Lakin Denis, bu günlük, sıradan atfedilecek durumlar üzerinden egemen gücün yani sömürgecinin, sömürdüğü halklara olan bakış açısını, politikasını çok başarılı bir şekilde açık eder.

Asla ve asla didaktik olmayan, bir şeyleri yüksek sesle dillendirmeyen Chocolat, gayet incelikli bir şekilde özellikle evin kadını Aimée ile Protée ilişkisi üzerinden kilit noktalara dokunur. Zaten asıl egemen güç yani evin erkeği genelde evde değildir. O sadece bir güç simgesi olarak varlığını hissettirir ama pek de gözükmez. Gözüktüğünde de etkisini pek hissetmeyiz. Zaten babanın evde olmaması Protée’i France için bir baba, Aimée için de koca olarak da konumlandırır. Metaforlardan bolca beslenen, perdede görülmeye değer görülmeyenleri bizlere sunarak farkını ortaya koyan Chocolat, Denis’in gittikçe yükselen ayak seslerinin ilk tınıları olarak oldukça nitelikli bir iştir.



2)White Material (Beyaz İnsan) – 2009

21. yüzyılın en iyilerinden biri olarak kabul edilen White Material, Denis’in yıllar sonra tekrar çocukluğunun geçtiği topraklara kamerasını taşımasının örneğidir. Fakat Denis, bu kez Chocolat’tan daha çok şey söylemek istemiştir. Daha sert, hızlı ve karmaşık bir yapısı olan White Material, Afrika sömürgesinde toprak sahibi olan bir ailenin, özellikle de evin kadını Maria’nın zorlaşan, tehlikeli koşullarda hem orada kalma mücadelesini hem de bir yandan kahve hasadını yapmaya çalışmasını perdeye yansıtıyor.

Fransa’nın sömürgelerden çekilmeye başlaması üzerine, bölgede yerli gerilla güçlerinin iktidarı ele almaya başlamasıyla baş gösteren karmaşa ortamı beyaz insanlar için fazlasıyla tehlikeli olmaya başlamıştır. Fakat Maria’nın tıpkı sömürge güçleri gibi pek de mülkiyetini terk etmeye niyeti yoktur. Maria, bu zorlu koşullarda bir yandan hasat yapmaya çalışırken bir yandan da oğlunun gerilla güçlerine katılmasına engel olamayacak ya da gerillaların liderini evinde saklamaktan geri duramayacaktır.

Denis’in tüm filmografisinde olduğu gibi suçlu ile suçsuzun, beyaz ile siyahın, güçlü ile güçsüzün, sömüren ile sömürülenin açıkçası her şeyin birbirine karıştığı bu filmi, tam da bu durumundan dolayı takdiri hak etmekte. Zira Denis, sömürülenin asla aciz durumda göstermeyerek onlara yapılan haksızlığı gözler önüne sermeye çalışmıştır. Parçalı kurgusu ile seyir zevkini sekteye uğratmayı tercih eden Denis, belgesele yakın bir tarz yakalamak istediği için de genelde hareketli kamera tercih ediyor, bana kalırsa şimdilik bu son başyapıtında. Ayrıca filmin Isabella Huppert gibi bir yeteneğin omuzlarında şahlandığını belirtmemek olmaz.



3) L’intrus (Davetsiz) – 2004

Bir kadın olarak asla hem cinsleri gibi kadınların hikâyelerine odaklanmayı düşünmeyen Denis, aksine daha çok erkek karakterlerin hayatlarına çevirmiştir kamerasını. İşte L’intrus da bunlardan biridir. Geçmişine güya sünger çekerek, Jura Dağlarında, köpekleriyle yalnız ve sorunsuz bir hayat yaşayan Louis, rafa kaldırdığı geçmişine tekrar uzanmak ister. Zira geçmişinde arkasında bıraktığı bir oğlu vardır. Ve onunla tanışma isteğinden kendini geri alamaz. Ve bu uğurda sorunsuz hayatından, köpeklerinden, bir diğer oğlundan vazgeçmeyi göze alır. Üstelik bu zorlu yola çıkarken kendisini daha uzun süre idare edecek bir kalp nakli bile yaptırmaktan geri durmaz. Elbette tamamen yasadışı yollardan yaptıracağı bir kalp naklidir bu.

Böylece Denis, bizleri Jura Dağlarından Kore’ye oradan da Haiti’ye bir yolculuğa çıkaracaktır Louis’in arkasından. Hemen belirtmem gerekir ki bu yolculuk, seyirci için pek de zevkli olmaz. Zira Denis’in bizi arkasından koşturduğu Louis, pek de özdeşlik kurup, sevebileceğimiz bir karakter değildir. Üstüne üstlük fazlasıyla rahatsız edici, sıkıcı ve sevimsizdir. Ama Denis’i bilen bir seyirci olarak zaten onun özellikle de bunu yapmaya çalıştığını bilerek izlersek asıl amacının ne olduğunu sorgulayarak, filmin özünü alabiliriz.

R.L. Stevenson'ın, Güney Pasifik adaları hakkındaki yazılarından esinlenerek hayat bulan L’intrus, yönetmenin parçalı kurgusuna alışık olanları bile zorlayacak bir kurguya, kasvetli görüntülere, gerçek ile rüyanın iç içe girdiği bir dünyaya bizleri davet etmekte. Ben iddialı bir izleyiciyim diyenleri bir adım öne alalım o zaman.


4)35 Rhums – 2008

Denis’in bana kalırsa izlenebilirliği en rahat olan filmlerinden biri olan 35 Rhums, bir işçi sınıfı ailesine konuk eder bizleri. Bir baba ile kızının hikâyesi diyebileceğimiz filmde hem onların birbirleriyle aralarındaki güçlü bağın farkına varır hem de birbirlerinden kopmalarını, daha doğrusu bağımsız bir birey olarak yollarına devam etmelerine tanık oluruz. 35 Rhums, bu baba ile kızın hikâyesine eklemlediği yalnız yaşayan kadın taksi şoförü, tüm ailesini kaybetmiş louser bir karakter olan genci ve emekli olduktan sonra hayatın anlamını yitiren, yalnız adamı başarıyla ana öyküsüne işler. Böylece ortaya yalnız kalanlar, yalnız kalmak zorunda olanlar, yalnız kalmamak için mücadele edenler gibi farklı farklı ama hepsinde de yalnızlık temelli hayatlar çıkar.

Yalnızlık üzerine yapılmış en başarılı işlerden biri olan bu film, Denis’in gözüyle de kendini farklı bir yerde konumlandırıyor. Yalnızlık hakkında yapılan tüylerinizi diken diken edecek, salya sümük ağlatacak bir dram değil asla karşımızdaki. Denis, bu oldukça etkili olacak filminde duygusal olarak çarpıcı sahnelerden özellikle kaçınarak daha çok günlük rutinlere odaklanıyor. Böylece de seyirciyi duygusallığın içinde boğmayıp, daha farklı bir açıdan amacını gerçekleştiriyor. Yine de herkesin aynı tadı alamayacağını belirtmeliyim tabii ki.



5)Les Salauds (Pislikler)  – 2013

Denis’in şimdilik son kurmacası olan Les Salauds, yönetmenin, insanlığın karanlık yanlarına odaklanan filmlerinden biri yine. Marco karakterinin işini gücünü bırakarak iki aile arasındaki hesaplaşmaların, kirli ilişkilerin arasında kalmasına odaklanıyor. Aslında Marco, hem çok yakın arkadaşı hem de kız kardeşinin kocasının intihar etmesiyle işinden izin alarak geliyor. Kardeşi ne de olsa zor durumdadır. Kocasını kaybetmiş, kızını kliniğe yatırmış ve fabrikayı batmaktan kurtarmaya çabalamaktadır. Marko da en temiz duygularıyla kardeşine, yeğenine yardım etmek bir yandan da arkadaşının intihar etmesine sebep olanlardan hesap sormak istemektedir. Fakat hem kendi kız kardeşinin ailesinin ne de arkadaşının intihar etmesine sebep olan adamın ailesinin kendi içlerindeki ilişkileri, hesapları mide bulandırıcıdır. Marko pislikler arasında kapana kısılmıştır.

Denis, yaşantılar açısından yüzleşmek istemediğimiz insanlarla, olaylarla bizleri karşı karşıya getirerek zorlar bu filmiyle. Hem de karmaşık bir şekilde ilerlettiği kurgusuyla uzun bir süre kişilere, hikâyeye, ilişkilere kafa yormamızı ister. Açıkçası hem olayı çözmeye çalışmak hem de karakterlere odaklanmak aynı anda oldukça güç olmakta. Yani vesselam Denis yine hınzırlığının amacına ulaşıyor. Bana özellikle sonlara doğru  Stuart Staples’in muhteşem müziklerinin de etkisiyle bir David Lynch filmi izliyormuşum izlenimi uyandıran Les Salauds, yönetmenin belki en iyilerinden değil ama yine de es geçilmemesi gerekenlerden.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder