Tüm çocukluğunu babasının bir sömürge yöneticisi olmasından
dolayı Afrika’nın Fransa sömürgelerinde geçiren Claire Denis, o yaşlarda
izlediği Amerikan filmleriyle sinema ile tanışıp, çok sever. Hatta dünya
görüşünü de filmler üzerine yaptığı analizler ve elbette Afrika’da yaşadıkları
üzerine geliştiren Denis, oldukça büyük bir birikimle yola çıkanlardan. Hiçbir
zaman sinema eğitimi almayarak izlediği filmler ve edindiği hayat tecrübesi ve
usta yönetmenlerin (Wim Wenders, Jim Jarmush, Jacques Rivette ve Costa-Gavras )
yanında çalışmasıyla kendine özgü sinemasını yaratmayı bilmiştir. İlk filmiyle
dikkatleri hemen üzerine çeken ve asla çıtayı düşürmeyen, anlattıklarından çark
etmeyen bir isim aynı zamanda. Chocolat ile 1988’de anlattığı hikâyeyi daha da
sertleştirerek yıllar sonra yine anlatmaktan geri durmayan, birçok siyahî
yönetmenden bile daha siyah olan, kadın yönetmen değil de her zaman yönetmen
olmayı tercih eden biri. Yine kadın olduğundan dolayı sadece kadınların
hikâyelerini anlatmak gibi bir kısıtlı alana hapsolmayı kabul etmeyerek de
farkını ortaya koymayı da ihmal etmemiştir.
Filmlerinin senaryolarını Jean-Pol Fargeau ile birlikte
kaleme alan, uzun süredir film müziklerini Stuart Staples’e yaptıran ve
kemikleşmiş bir oyuncu kadrosu (Alex Descas, Grégoire Colin, Michel Subor, Nicole
Dogué…) ile çalışan oldukça takıntılı bir yönetmen Denis aynı zamanda. Farklı türlerde filmlere imza atsa da
çalıştığı insanlardan ya da tarzından vazgeçmeyen, hedefinden taviz vermeyen
güçlü, kararlı bir savaşçı olarak Fransız sinemasının ve dünya sinemasının
hatırı sayılır yönetmenlerinden olan bu muhteşem kadını, farklı dönemlere ait beş
filmiyle daha da yakından tanıyalım isterim.
1)Chocolat ( Çikolata) – 1988
Claire Denis’in kendi tecrübelerinden yola çıkarak hayat verdiği bu
ilk eseri, bir yönetmenin başlangıç olarak filmografisinde yer etmesini
isteyeceği türden. Bu çok başarılı olan ilk film, Denis’in her ne kadar on dört
yaşına kadar yaşadığı Fransa’nın Afrika’daki sömürgelerinde edindiği
tecrübelerden yola çıkılarak çekilse de asla bir biyografi değil. Bir sömürge
yöneticisinin karısı Aimée ve kız çocuğu France’nin evde
çalışan, bir yerli olan Protée ile ilişkileri üzeriden günlük rutinlerinin
perdeye yansıması olarak tanımlayabiliriz Chocolat’ı. Lakin Denis, bu günlük,
sıradan atfedilecek durumlar üzerinden egemen gücün yani sömürgecinin,
sömürdüğü halklara olan bakış açısını, politikasını çok başarılı bir şekilde
açık eder.
Asla ve asla didaktik olmayan, bir şeyleri yüksek sesle
dillendirmeyen Chocolat, gayet incelikli bir şekilde özellikle evin kadını Aimée ile Protée ilişkisi üzerinden kilit noktalara dokunur.
Zaten asıl egemen güç yani evin erkeği genelde evde değildir. O sadece bir güç
simgesi olarak varlığını hissettirir ama pek de gözükmez. Gözüktüğünde de
etkisini pek hissetmeyiz. Zaten babanın evde olmaması Protée’i France için bir
baba, Aimée için de koca olarak da konumlandırır. Metaforlardan
bolca beslenen, perdede görülmeye değer görülmeyenleri bizlere sunarak farkını
ortaya koyan Chocolat, Denis’in gittikçe yükselen ayak seslerinin ilk tınıları
olarak oldukça nitelikli bir iştir.
2)White Material (Beyaz İnsan) – 2009
21. yüzyılın en iyilerinden biri olarak kabul edilen White
Material, Denis’in yıllar sonra tekrar çocukluğunun geçtiği topraklara
kamerasını taşımasının örneğidir. Fakat Denis, bu kez Chocolat’tan daha çok şey
söylemek istemiştir. Daha sert, hızlı ve karmaşık bir yapısı olan White
Material, Afrika sömürgesinde toprak sahibi olan bir ailenin, özellikle de evin
kadını Maria’nın zorlaşan, tehlikeli koşullarda hem orada kalma mücadelesini
hem de bir yandan kahve hasadını yapmaya çalışmasını perdeye yansıtıyor.
Fransa’nın sömürgelerden çekilmeye başlaması üzerine,
bölgede yerli gerilla güçlerinin iktidarı ele almaya başlamasıyla baş gösteren
karmaşa ortamı beyaz insanlar için fazlasıyla tehlikeli olmaya başlamıştır.
Fakat Maria’nın tıpkı sömürge güçleri gibi pek de mülkiyetini terk etmeye
niyeti yoktur. Maria, bu zorlu koşullarda bir yandan hasat yapmaya çalışırken
bir yandan da oğlunun gerilla güçlerine katılmasına engel olamayacak ya da
gerillaların liderini evinde saklamaktan geri duramayacaktır.
Denis’in tüm filmografisinde olduğu gibi suçlu ile suçsuzun,
beyaz ile siyahın, güçlü ile güçsüzün, sömüren ile sömürülenin açıkçası her
şeyin birbirine karıştığı bu filmi, tam da bu durumundan dolayı takdiri hak
etmekte. Zira Denis, sömürülenin asla aciz durumda göstermeyerek onlara yapılan
haksızlığı gözler önüne sermeye çalışmıştır. Parçalı kurgusu ile seyir zevkini
sekteye uğratmayı tercih eden Denis, belgesele yakın bir tarz yakalamak
istediği için de genelde hareketli kamera tercih ediyor, bana kalırsa şimdilik
bu son başyapıtında. Ayrıca filmin Isabella Huppert gibi bir yeteneğin
omuzlarında şahlandığını belirtmemek olmaz.
3) L’intrus (Davetsiz) – 2004
Bir kadın olarak asla hem cinsleri gibi kadınların
hikâyelerine odaklanmayı düşünmeyen Denis, aksine daha çok erkek karakterlerin
hayatlarına çevirmiştir kamerasını. İşte L’intrus da bunlardan biridir.
Geçmişine güya sünger çekerek, Jura Dağlarında, köpekleriyle yalnız ve sorunsuz
bir hayat yaşayan Louis, rafa kaldırdığı geçmişine tekrar uzanmak ister. Zira
geçmişinde arkasında bıraktığı bir oğlu vardır. Ve onunla tanışma isteğinden
kendini geri alamaz. Ve bu uğurda sorunsuz hayatından, köpeklerinden, bir diğer
oğlundan vazgeçmeyi göze alır. Üstelik bu zorlu yola çıkarken kendisini daha
uzun süre idare edecek bir kalp nakli bile yaptırmaktan geri durmaz. Elbette
tamamen yasadışı yollardan yaptıracağı bir kalp naklidir bu.
Böylece Denis, bizleri Jura Dağlarından Kore’ye oradan da
Haiti’ye bir yolculuğa çıkaracaktır Louis’in arkasından. Hemen belirtmem
gerekir ki bu yolculuk, seyirci için pek de zevkli olmaz. Zira Denis’in bizi
arkasından koşturduğu Louis, pek de özdeşlik kurup, sevebileceğimiz bir
karakter değildir. Üstüne üstlük fazlasıyla rahatsız edici, sıkıcı ve
sevimsizdir. Ama Denis’i bilen bir seyirci olarak zaten onun özellikle de bunu
yapmaya çalıştığını bilerek izlersek asıl amacının ne olduğunu sorgulayarak,
filmin özünü alabiliriz.
R.L. Stevenson'ın, Güney Pasifik adaları hakkındaki
yazılarından esinlenerek hayat bulan L’intrus, yönetmenin parçalı kurgusuna
alışık olanları bile zorlayacak bir kurguya, kasvetli görüntülere, gerçek ile
rüyanın iç içe girdiği bir dünyaya bizleri davet etmekte. Ben iddialı bir
izleyiciyim diyenleri bir adım öne alalım o zaman.
4)35 Rhums – 2008
Denis’in bana kalırsa izlenebilirliği en rahat olan
filmlerinden biri olan 35 Rhums, bir işçi sınıfı ailesine konuk eder bizleri.
Bir baba ile kızının hikâyesi diyebileceğimiz filmde hem onların birbirleriyle
aralarındaki güçlü bağın farkına varır hem de birbirlerinden kopmalarını, daha
doğrusu bağımsız bir birey olarak yollarına devam etmelerine tanık oluruz. 35
Rhums, bu baba ile kızın hikâyesine eklemlediği yalnız yaşayan kadın taksi şoförü,
tüm ailesini kaybetmiş louser bir karakter olan genci ve emekli olduktan sonra
hayatın anlamını yitiren, yalnız adamı başarıyla ana öyküsüne işler. Böylece
ortaya yalnız kalanlar, yalnız kalmak zorunda olanlar, yalnız kalmamak için
mücadele edenler gibi farklı farklı ama hepsinde de yalnızlık temelli hayatlar
çıkar.
Yalnızlık üzerine yapılmış en başarılı işlerden biri olan bu
film, Denis’in gözüyle de kendini farklı bir yerde konumlandırıyor. Yalnızlık
hakkında yapılan tüylerinizi diken diken edecek, salya sümük ağlatacak bir dram
değil asla karşımızdaki. Denis, bu oldukça etkili olacak filminde duygusal
olarak çarpıcı sahnelerden özellikle kaçınarak daha çok günlük rutinlere
odaklanıyor. Böylece de seyirciyi duygusallığın içinde boğmayıp, daha farklı
bir açıdan amacını gerçekleştiriyor. Yine de herkesin aynı tadı alamayacağını
belirtmeliyim tabii ki.
5)Les Salauds (Pislikler) – 2013
Denis’in şimdilik son kurmacası olan Les Salauds, yönetmenin,
insanlığın karanlık yanlarına odaklanan filmlerinden biri yine. Marco
karakterinin işini gücünü bırakarak iki aile arasındaki hesaplaşmaların, kirli
ilişkilerin arasında kalmasına odaklanıyor. Aslında Marco, hem çok yakın arkadaşı
hem de kız kardeşinin kocasının intihar etmesiyle işinden izin alarak geliyor.
Kardeşi ne de olsa zor durumdadır. Kocasını kaybetmiş, kızını kliniğe yatırmış
ve fabrikayı batmaktan kurtarmaya çabalamaktadır. Marko da en temiz
duygularıyla kardeşine, yeğenine yardım etmek bir yandan da arkadaşının intihar
etmesine sebep olanlardan hesap sormak istemektedir. Fakat hem kendi kız
kardeşinin ailesinin ne de arkadaşının intihar etmesine sebep olan adamın
ailesinin kendi içlerindeki ilişkileri, hesapları mide bulandırıcıdır. Marko
pislikler arasında kapana kısılmıştır.
Denis, yaşantılar açısından yüzleşmek istemediğimiz
insanlarla, olaylarla bizleri karşı karşıya getirerek zorlar bu filmiyle. Hem
de karmaşık bir şekilde ilerlettiği kurgusuyla uzun bir süre kişilere,
hikâyeye, ilişkilere kafa yormamızı ister. Açıkçası hem olayı çözmeye çalışmak
hem de karakterlere odaklanmak aynı anda oldukça güç olmakta. Yani vesselam
Denis yine hınzırlığının amacına ulaşıyor. Bana özellikle sonlara doğru Stuart Staples’in muhteşem müziklerinin de
etkisiyle bir David Lynch filmi izliyormuşum izlenimi uyandıran Les Salauds,
yönetmenin belki en iyilerinden değil ama yine de es geçilmemesi gerekenlerden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder