31 Temmuz 2018 Salı

Sofia Coppola Sineması




Sinema ile güçlü bağları olan Coppola ailesinin bir üyesi olan Sofia Coppola, henüz bebekken yönetmen olan babası Francis Ford Coppola sayesinde sinema ile tanışmıştır. Babasının başyapıtı olan Godfather’da henüz ne olup bittiğini anlamadığı bir yaşta bulunmuş daha sonra da babasının filmleriyle devam eden oyunculuk kariyeri çok da uzun sürmemiştir. Zira Sofia, kamera arkasında çok daha mutlu ve verimli olduğunu düşünmüş ve kariyerini bu yönde çizmiştir. Bu kararında kesinlikle çok haklı olduğunu şimdiye kadar ki filmografisiyle ispatlayan yönetmenimiz, oyunculuğuyla aldığı Razzie Ödülü’nü yönetmenliğiyle Oscar heykelciğine (Lost in Translation ile En İyi Özgün Senaryo Ödülü) taşımayı bilmiş biri olarak bir başarı hikâyesinin kahramanı olmayı hak etmektedir.

Bir kadın olarak genellikle filmlerinde kadınların hayat hikâyelerine yer veren Coppola, erkeklerin bunalımlı hayatlarına da yer vermekten geri durmamıştır. Güçlü, kendi kararlarını kendi verebilen, mücadelesini erkekler olmadan yapabilen kadınları yaratırken erkekleri yalnız, güçsüz ve kaybeden ya da sadece gözlemci olarak çizmeyi tercih ederek tarafını haklı olarak belli etmiştir. Sinema ile ya oyuncu ya da yönetmen olarak her bir taraftan kuşatılmış bir ailede dünyaya gelen Coppola, şöhret dünyasının fazlasıyla sıkıntısını yaşamış olsa gerek ki hep filmlerinde bu durumu karakterlerine yaşatmaktan kendini alamamıştır. Sahne ışıklarının, ilginin, kameraların hep üzerinde hisseden ve bu durumdan oldukça hoşnutsuz olan karakterler Coppola sinemasının ilk akla gelenlerindendir. Sinemanın genel geçer kodlarıyla oynamayı seven, kendine has bir tarz yaratan, filmlerinin senaryosunu bizzat kendisi yazan, müziğin etkisinden ve bazı oyunculardan (Bill Murray) asla vazgeçmeyen Sofia Coppola’yı filmografisinin son filmi hariç geriye kalanıyla daha da yakından tanımak gerek.

1)Lost in Translation (Bir Konuşabilse…) – 2003

Coppola'nın filmografisinin tartışmasız zirve noktası olan Lost in Translation, yaşadığı hayata yabancılaşmış, bu yüzden de koca dünyada kendilerini yapayalnız hisseden iki karaktere odaklanmaktadır. Kendisine çizdiği başarılı kariyeri, şöhreti, ailesi, çocukları ve lüks içerisindeki hayatına rağmen geriye baktığında koca bir hiç gören mutsuz Bob Crane ve henüz gencecik olan, üniversiteyi yeni bitirmiş, rotasını daha çizmemiş, evli Charlotte'nin hayatları buluşur. Ve her ne kadar yaş olarak birbirinden çok farklı olsa da bu iki karakterin çok büyük bir ortak noktası vardır. İkisi de yalnızlaşmış, yaşamanın sadece acı verdiğini düşünen kişilerdir. Gerçi Charlotte belki yaşından dolayı henüz Bob kadar yenilgi tatmadığı için bir nevi daha umutludur. Ama yine de diğerlerine göre farklı bir dil konuşan bu iki karakter belki birbirlerinin yaralarını saramazlar ama en azından hayatlarına kısa bir es vererek düşünmelerini, belli kararlar almalarını sağlarlar.

Coppola'nın en takdire şayan hareketi bu filmde klasik Hollywood kodlarını alt üst etmesi olsa gerek. Evlilik kurumunu yüceltip, övmediği gibi yerden yere vuran, çocuk sahibi olmayı özendirmediği gibi bazen çok da abartıldığını ima eden yönetmenimiz, asla bir aşk filminden beklenen hamleleri de gerçekleştirmiyor. Seyirci olarak her beklentimizi boşa çıkararak asla Bob ile Charlotte'yi seviştirmiyor, adı konan bir ilişki başlatmıyor. Final de bile konuşulanları bize duyurmayarak giderayak bile bizlere kodları belirlenmiş bir film izlettirmemekte ısrarcı olduğunu hatırlatıyor. Coppola'nın tüm filmlerinde konuşturduğu kaleminin en iyi dile geldiği bu film, tüm yalnızlara, kaybedenlere ve umudunu yitirenlere gelsin. Belki de hala bir umut vardır. Ne dersiniz?


2)Somewhere (Başka Bir Yerde) -2010

Coppola’nın tamamen bir erkeğin hayatına odaklandığı filmi Somewhere, louser bir karakterin kendini bulmasını perdeye aktarıyor. On bir yaşındaki kızıyla bugüne kadar pek zaman geçirmemiş bir babanın, onun sayesinde yaşamdan tekrar tat almayı, sorumluluk sahibi olmayı, bir şeyleri önemsemeyi, sevmey, değer vermeyi hatırlıyor, tekrardan öğreniyor Johnny Marco. Tekrardan diyorum çünkü Johnny, muhtemelen ünlü bir oyuncu olduktan, hayalini kuracağı birçok şeye sahip olduktan sonra yalnızlaşıyor, tatminsizleşiyor ve dünyadan kopuyor. Ta ki kızı Cleo bir süreliğine onun yanında kalmaya gelene kadar.

Sinema ile neredeyse tümünün haşır neşir olduğu Coppola ailesinin bir bireyi olan yönetmenimiz Sofia Coppola, çok iyi bildiği şöhret dünyasının negatif yanlarını, insan ruhuna yaptığı olumsuz etkilerini bu kez de başkarakter Johnny üzerinden aktarmayı tercih ediyor. Her ne kadar senaryo açısından çok belirgin eksiklikleri olan, birçok detayın altının doldurulamadığı bir film olsa da Somewhere, bittiğinde insanın içine umut dolduracak, sıcacık bir baba-kız hikâyesi. Filmin birçok anında aklıma Wim Wenders’in Alice in den Städten filmini geldiğini de söylemeliyim.



3)Marie Antoinette – 2006

Sinemanın en çok tükettiği konulardan biri de kuşkusuz tarihe damgasını vurmuş önemli kişiler, özellikle de önemli devlet liderleri olmuştur. Coppola da bir kadın olması sebebiyle sadece Fransa’ya değil tüm dünyaya adını duyurmuş, hayat hikâyesi ile gelmiş geçmiş en tartışmalı kraliçelerden biri olan Marie Antoinette’i seçmiştir. Özellikle “ekmek bulamazlarsa pasta yesinler” sözü ile namı yürümüş kraliçenin hayatı bir filme konu olacak denli çok detaya sahiptir. Coppola tartışmasız çok doğru bir biyografiyi seçmiştir. Avusturya’dan küçük yaşta Fransa tahtının varisi ile evlenmek için gönderilmesinden, yıllarca kocası tarafından cinsel ilişki açısından reddedilmesinden ve bu nedenle bir süre çocuk sahibi olamamasından, Fransa’nın borç batağına saplandığı günlerde yaşamasından ve belki de bunun en büyük sebeplerinden biri olmasından, kocası, çocukları ve kendisinin hazin sonuna kadar saymakla bitmeyecek bir hayatı vardır Marie’nin.

Coppola bu tarihi filmi hem muhteşem kostümleri, masallardaymış gibi hissettiren büyüleyici görüntüleri ile buram buram tarih kokan hem de döneme asla ait olmayan günümüz punk müziklerini kullanması, dönemin ayakkabılarının arasına yerleştirdiği converce ayakkabılarla tabiri caizse bir tarihi punk filmi yaratmıştır. Coppola her şey bir yana sırf bu cesur tercihinden dolayı bile takdiri hak etmekte.


4)The Virgin Suicides (Masumiyetin İntiharı) – 1999

Jeffrey Eugenides’in aynı adlı romanından uyarlanan The Virgin Suicides, seyri oldukça zor, kasvetli ve vurucu bir filmdir. Katolik bir ailenin baskıcı yapısından dolayı beş kız kardeşin hazin hayatlarını irdeleyen film, her ne kadar bazı sahnelerinde aşırı abartıya kaçmış gibi düşündürtse de aslında tüm yaşanılanlar fazlasıyla gerçeğin ta kendisi. Zira aşırı dindar bir ailenin baskıcı yapısı –babanın bir eğitimci olması bile bu durumu değiştiremiyor- aralarında birkaç yaş fark olan beş kız kardeşin hayatlarını zindana çevirir. Tam da ergenlik döneminde olan kardeşler, yaşamın keyfini çıkaracaklarına katı kurallarla örülmüş bir mabede kapatılmışlardır. Bu zulümden farksız hayata ilk isyan bayrağını çeken en küçükleri olur. Diğerleri umutlarını biraz daha zorlasalar da biçare çabalarlar. Ve sonunda toplu isyanı hep birlikte gerçekleştirirler.

Coppola’nın en umutsuz, en içe dönük filmi olan The Virgin Suicides, bu yönlerini duygu durumunu oldukça etkileyen müzikleri ve hissedilen kasveti iki kat etkili kılan görüntüleriyle perçinliyor. Metaforlar üzerinden giderek de anlatımını güçlendiren filmde en etkili metafor ise bir ağaç oluyor. Kesilmesi gerektiğini hikâyenin başında öğrendiğimiz, kızların evlerinin önündeki ağacın sonunda tüm çabalara rağmen makus talihinden kurtulamayarak kesilmesi tam da kızların hayatını temsil ediyor. Erkeklerin ise sadece gözlemci olabildiği, etken olmak istediklerinde ise kızların buna izin vermediği filmin feminist damarı olduğunu da görmezden gelmemek gerek.


5)The Bling Ring (Pırıltılı Hayatlar) – 2013

Coppola'nın ilk kez tek ya da iki karaktere değil de birden çok karaktere odaklandığı filmi The Bling Ring, gerçek bir olayın bire bir anlatımı aslında. Coppola'nın yine kendisinin senaryosunu yazdığı film belki de onun yorumunun en az olduklarından biri. Zira ilk defa bu filmde neredeyse belgesele yakın bir tarz benimsiyor Coppola. Bu tercihinde elbette gerçek bir olayı anlatmasının da payı vardır. 2008 yılında Los Angeles'da yedi zengin, liseye giden gencin ünlülerin (Paris Hilton, Lindsay Lohan, Megan Fox, Rachel Bilson, Audrina Patridge ve Orlando Bloom) evlerine girerek hırsızlık yapmalarını ve daha sonra yakalanarak yargılanmalarını perdeye yansıtan filmde yönetmenimiz tüm karakterlere mesafeli duruyor. Asla hiçbirini yargılanmadığı gibi hiçbirinden taraf da olmuyor. Hatta bu mesafeli duruşu karakterleri yakından tanımamızı da engelliyor bir bakıma.

Uzaktan sadece izlediğimiz hayatların renkli dünyasını bize veren muhteşem görüntü yönetimi ve içi boşaltılmış gençliğin geldiği noktaya yapılan işaret çok başarılı. Lakin bana kalırsa senaryo ve duygu olarak Coppola'nın en zayıf halkası. Yine de radarınıza takılmasını istediğim The Bling Ring, şöhret dünyasına getirdiği isabetli yorumlarını dillendirdiği bir diğer filmi olmasıyla ve yine o hayatı en iyi tanıyan bir göz tarafından alışılagelmemiş bir tarzda işleniyor olmasıyla öne çıkıyor.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder