Sinema ile güçlü bağları olan Coppola ailesinin bir üyesi
olan Sofia Coppola, henüz bebekken yönetmen olan babası Francis Ford Coppola
sayesinde sinema ile tanışmıştır. Babasının başyapıtı olan Godfather’da henüz
ne olup bittiğini anlamadığı bir yaşta bulunmuş daha sonra da babasının
filmleriyle devam eden oyunculuk kariyeri çok da uzun sürmemiştir. Zira Sofia,
kamera arkasında çok daha mutlu ve verimli olduğunu düşünmüş ve kariyerini bu
yönde çizmiştir. Bu kararında kesinlikle çok haklı olduğunu şimdiye kadar ki
filmografisiyle ispatlayan yönetmenimiz, oyunculuğuyla aldığı Razzie Ödülü’nü
yönetmenliğiyle Oscar heykelciğine (Lost in Translation ile En İyi Özgün
Senaryo Ödülü) taşımayı bilmiş biri olarak bir başarı hikâyesinin kahramanı
olmayı hak etmektedir.
Bir kadın olarak genellikle filmlerinde kadınların hayat
hikâyelerine yer veren Coppola, erkeklerin bunalımlı hayatlarına da yer
vermekten geri durmamıştır. Güçlü, kendi kararlarını kendi verebilen, mücadelesini
erkekler olmadan yapabilen kadınları yaratırken erkekleri yalnız, güçsüz ve
kaybeden ya da sadece gözlemci olarak çizmeyi tercih ederek tarafını haklı
olarak belli etmiştir. Sinema ile ya oyuncu ya da yönetmen olarak her bir
taraftan kuşatılmış bir ailede dünyaya gelen Coppola, şöhret dünyasının
fazlasıyla sıkıntısını yaşamış olsa gerek ki hep filmlerinde bu durumu
karakterlerine yaşatmaktan kendini alamamıştır. Sahne ışıklarının, ilginin,
kameraların hep üzerinde hisseden ve bu durumdan oldukça hoşnutsuz olan
karakterler Coppola sinemasının ilk akla gelenlerindendir. Sinemanın genel
geçer kodlarıyla oynamayı seven, kendine has bir tarz yaratan, filmlerinin
senaryosunu bizzat kendisi yazan, müziğin etkisinden ve bazı oyunculardan (Bill
Murray) asla vazgeçmeyen Sofia Coppola’yı filmografisinin son filmi hariç
geriye kalanıyla daha da yakından tanımak gerek.
1)Lost in Translation (Bir Konuşabilse…) – 2003
Coppola'nın filmografisinin tartışmasız zirve noktası olan
Lost in Translation, yaşadığı hayata yabancılaşmış, bu yüzden de koca dünyada
kendilerini yapayalnız hisseden iki karaktere odaklanmaktadır. Kendisine
çizdiği başarılı kariyeri, şöhreti, ailesi, çocukları ve lüks içerisindeki
hayatına rağmen geriye baktığında koca bir hiç gören mutsuz Bob Crane ve henüz
gencecik olan, üniversiteyi yeni bitirmiş, rotasını daha çizmemiş, evli
Charlotte'nin hayatları buluşur. Ve her ne kadar yaş olarak birbirinden çok farklı
olsa da bu iki karakterin çok büyük bir ortak noktası vardır. İkisi de
yalnızlaşmış, yaşamanın sadece acı verdiğini düşünen kişilerdir. Gerçi
Charlotte belki yaşından dolayı henüz Bob kadar yenilgi tatmadığı için bir nevi
daha umutludur. Ama yine de diğerlerine göre farklı bir dil konuşan bu iki
karakter belki birbirlerinin yaralarını saramazlar ama en azından hayatlarına
kısa bir es vererek düşünmelerini, belli kararlar almalarını sağlarlar.
Coppola'nın en takdire şayan hareketi bu filmde klasik
Hollywood kodlarını alt üst etmesi olsa gerek. Evlilik kurumunu yüceltip,
övmediği gibi yerden yere vuran, çocuk sahibi olmayı özendirmediği gibi bazen
çok da abartıldığını ima eden yönetmenimiz, asla bir aşk filminden beklenen
hamleleri de gerçekleştirmiyor. Seyirci olarak her beklentimizi boşa çıkararak
asla Bob ile Charlotte'yi seviştirmiyor, adı konan bir ilişki başlatmıyor.
Final de bile konuşulanları bize duyurmayarak giderayak bile bizlere kodları
belirlenmiş bir film izlettirmemekte ısrarcı olduğunu hatırlatıyor. Coppola'nın
tüm filmlerinde konuşturduğu kaleminin en iyi dile geldiği bu film, tüm yalnızlara,
kaybedenlere ve umudunu yitirenlere gelsin. Belki de hala bir umut vardır. Ne
dersiniz?
2)Somewhere (Başka Bir Yerde) -2010
Coppola’nın tamamen bir erkeğin hayatına odaklandığı filmi
Somewhere, louser bir karakterin kendini bulmasını perdeye aktarıyor. On bir
yaşındaki kızıyla bugüne kadar pek zaman geçirmemiş bir babanın, onun sayesinde
yaşamdan tekrar tat almayı, sorumluluk sahibi olmayı, bir şeyleri önemsemeyi,
sevmey, değer vermeyi hatırlıyor, tekrardan öğreniyor Johnny Marco. Tekrardan
diyorum çünkü Johnny, muhtemelen ünlü bir oyuncu olduktan, hayalini kuracağı
birçok şeye sahip olduktan sonra yalnızlaşıyor, tatminsizleşiyor ve dünyadan
kopuyor. Ta ki kızı Cleo bir süreliğine onun yanında kalmaya gelene kadar.
Sinema ile neredeyse
tümünün haşır neşir olduğu Coppola ailesinin bir bireyi olan yönetmenimiz Sofia
Coppola, çok iyi bildiği şöhret dünyasının negatif yanlarını, insan ruhuna
yaptığı olumsuz etkilerini bu kez de başkarakter Johnny üzerinden aktarmayı
tercih ediyor. Her ne kadar senaryo açısından çok belirgin eksiklikleri olan,
birçok detayın altının doldurulamadığı bir film olsa da Somewhere, bittiğinde
insanın içine umut dolduracak, sıcacık bir baba-kız hikâyesi. Filmin birçok
anında aklıma Wim Wenders’in Alice in den Städten filmini
geldiğini de söylemeliyim.
3)Marie Antoinette – 2006
Sinemanın en çok tükettiği konulardan biri de kuşkusuz
tarihe damgasını vurmuş önemli kişiler, özellikle de önemli devlet liderleri
olmuştur. Coppola da bir kadın olması sebebiyle sadece Fransa’ya değil tüm
dünyaya adını duyurmuş, hayat hikâyesi ile gelmiş geçmiş en tartışmalı
kraliçelerden biri olan Marie Antoinette’i seçmiştir. Özellikle “ekmek
bulamazlarsa pasta yesinler” sözü ile namı yürümüş kraliçenin hayatı bir filme
konu olacak denli çok detaya sahiptir. Coppola tartışmasız çok doğru bir biyografiyi
seçmiştir. Avusturya’dan küçük yaşta Fransa tahtının varisi ile evlenmek için
gönderilmesinden, yıllarca kocası tarafından cinsel ilişki açısından
reddedilmesinden ve bu nedenle bir süre çocuk sahibi olamamasından, Fransa’nın
borç batağına saplandığı günlerde yaşamasından ve belki de bunun en büyük
sebeplerinden biri olmasından, kocası, çocukları ve kendisinin hazin sonuna
kadar saymakla bitmeyecek bir hayatı vardır Marie’nin.
Coppola bu tarihi filmi hem muhteşem kostümleri,
masallardaymış gibi hissettiren büyüleyici görüntüleri ile buram buram tarih
kokan hem de döneme asla ait olmayan günümüz punk müziklerini kullanması,
dönemin ayakkabılarının arasına yerleştirdiği converce ayakkabılarla tabiri
caizse bir tarihi punk filmi yaratmıştır. Coppola her şey bir yana sırf bu
cesur tercihinden dolayı bile takdiri hak etmekte.
4)The Virgin Suicides (Masumiyetin İntiharı) – 1999
Jeffrey Eugenides’in aynı adlı romanından uyarlanan The
Virgin Suicides, seyri oldukça zor, kasvetli ve vurucu bir filmdir. Katolik bir
ailenin baskıcı yapısından dolayı beş kız kardeşin hazin hayatlarını irdeleyen
film, her ne kadar bazı sahnelerinde aşırı abartıya kaçmış gibi düşündürtse de
aslında tüm yaşanılanlar fazlasıyla gerçeğin ta kendisi. Zira aşırı dindar bir
ailenin baskıcı yapısı –babanın bir eğitimci olması bile bu durumu
değiştiremiyor- aralarında birkaç yaş fark olan beş kız kardeşin hayatlarını
zindana çevirir. Tam da ergenlik döneminde olan kardeşler, yaşamın keyfini
çıkaracaklarına katı kurallarla örülmüş bir mabede kapatılmışlardır. Bu
zulümden farksız hayata ilk isyan bayrağını çeken en küçükleri olur. Diğerleri
umutlarını biraz daha zorlasalar da biçare çabalarlar. Ve sonunda toplu isyanı
hep birlikte gerçekleştirirler.
Coppola’nın en umutsuz, en içe dönük filmi olan The Virgin
Suicides, bu yönlerini duygu durumunu oldukça etkileyen müzikleri ve hissedilen
kasveti iki kat etkili kılan görüntüleriyle perçinliyor. Metaforlar üzerinden
giderek de anlatımını güçlendiren filmde en etkili metafor ise bir ağaç oluyor.
Kesilmesi gerektiğini hikâyenin başında öğrendiğimiz, kızların evlerinin
önündeki ağacın sonunda tüm çabalara rağmen makus talihinden kurtulamayarak
kesilmesi tam da kızların hayatını temsil ediyor. Erkeklerin ise sadece
gözlemci olabildiği, etken olmak istediklerinde ise kızların buna izin
vermediği filmin feminist damarı olduğunu da görmezden gelmemek gerek.
5)The Bling Ring (Pırıltılı Hayatlar) – 2013
Coppola'nın ilk kez tek ya da iki karaktere değil de birden
çok karaktere odaklandığı filmi The Bling Ring, gerçek bir olayın bire bir
anlatımı aslında. Coppola'nın yine kendisinin senaryosunu yazdığı film belki de
onun yorumunun en az olduklarından biri. Zira ilk defa bu filmde neredeyse
belgesele yakın bir tarz benimsiyor Coppola. Bu tercihinde elbette gerçek bir
olayı anlatmasının da payı vardır. 2008 yılında Los Angeles'da yedi zengin,
liseye giden gencin ünlülerin (Paris Hilton, Lindsay Lohan, Megan Fox, Rachel
Bilson, Audrina Patridge ve Orlando Bloom) evlerine girerek hırsızlık
yapmalarını ve daha sonra yakalanarak yargılanmalarını perdeye yansıtan filmde
yönetmenimiz tüm karakterlere mesafeli duruyor. Asla hiçbirini yargılanmadığı
gibi hiçbirinden taraf da olmuyor. Hatta bu mesafeli duruşu karakterleri
yakından tanımamızı da engelliyor bir bakıma.
Uzaktan sadece izlediğimiz hayatların renkli dünyasını bize
veren muhteşem görüntü yönetimi ve içi boşaltılmış gençliğin geldiği noktaya
yapılan işaret çok başarılı. Lakin bana kalırsa senaryo ve duygu olarak
Coppola'nın en zayıf halkası. Yine de radarınıza takılmasını istediğim The
Bling Ring, şöhret dünyasına getirdiği isabetli yorumlarını dillendirdiği bir
diğer filmi olmasıyla ve yine o hayatı en iyi tanıyan bir göz tarafından
alışılagelmemiş bir tarzda işleniyor olmasıyla öne çıkıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder