31 Temmuz 2018 Salı

Stephen Frears Sineması



1968 yılında kısa metraj ile başladığı yönetmenlik kariyerinde uzun bir süre tv projelerinde devam eden Stephen Fears, 1984 yapımı The Hit ile adını duyurmaya başlamıştır. İngiltere’nin en önemli yönetmenleri arasında sayabileceğimiz Fears,  başarılı işlere imza attıktan sonra Hollywood’a transfer olarak ve başarılarını arttırarak devam ettirmektedir. Adeta sürekli yükselen bir çıta izleyen Fears, henüz Oscar heykelciği ile buluşmamıştır fakat iki kez Oscar’a aday olmayı başarmıştır.

Fears, genelde kariyerinde biyografilere ya da uyarlamalara yer vermiş, özellikle de güçlü kadınların hikâyelerine odaklanmayı tercih etmiştir. Dönem filmlerindeki başarısında zamanın ruhunu ne kadar iyi yakalayabildiği asla gözden kaçmayacak gerçeklerden biri. Ayrıca yönetmenimizin hayatlarını perdeye yansıttığı kahramanlarına hayat vermek için seçtiği oyuncular konusundaki muhteşem kararları kıskanılası bir başarıdır. Kurgu, atmosfer ve oyuncu yönetimindeki ustalığını söylemeden edemeyeceğim Fears’ı eksileri ve artılarıyla değerlendirmek için beş filmine daha yakından bakalım isterim.

1) Dangerous Liaisons (Tehlikeli İlişkiler) - 1988

Aynı adlı bir İngiliz tiyatro oyunundan uyarlanan Dangerous Liaisons, Fransız Devrimi öncesi aristokrat kesimin ahlaki olarak ne kadar dibe vurduğunun bire bir yansımasıdır. Aristokrasi hiçbir emek harcamadan, var olan servetiyle bolluk içerisinde yaşarken tüm zamanlarını ya operaya giderek ya da komplo oyunlarıyla geçirmektedirler. Birbirleriyle akraba, arkadaş vb ilişkisi olan bu küçük ama tehlikeli zümre, birbiriyle kedi fare oyunu oynar gibi oynamaktadır.

İşte tüm bu çürümenin asıl ve en baş aktörü Glenn Close’un ustalıkla hayat verdiği Marquise de Merteuil karakteridir. Zaten film onun kendine hayranlıkla aynaya bakmasıyla başlar ve sonunda da kendine nefretle, ağlayarak aynaya bakmasıyla son bulur. Marquise’e, onun akıl almaz oyunlarına en büyük ortaklığı, John Malkovich’in yine hayran olunacak bir performans sergilediği Vicomte de Valmont yapar.

Frears’ın birçok filminde yaptığı gibi yine tek bir erkek karakter etrafında birçok kadın karakterle örülü olan bu hikâyede aristokrasinin eleştirisinin isabetli olması kadar itirazım olan noktalar da vardır. Bir kadının ya da kadınların şeytanlaştırılması, sonunda da tüm suçun tek, güçlü ve biraz da hırslı bir kadının omuzlarına yüklenmesine, iffetli davranmaya çalışan kadının ise tamamen masum görülmesine elbette itirazım var. Yalnız tüm bu sıkıntılarına rağmen muhteşem kurgusu (özellikle unutulmaz paralel kurgu sahneleri), oyunculukları, atmosferi, sanat yönetimi, kostümleri ve yönetimiyle filmin bir başyapıt olduğunu asla kimse inkâr edemez. Zira film, birçok ödülle bu başarısını taçlandırmayı da bilmiştir.




2) Philomena (Umudun Peşinde) – 2013

Yine bir kadın ve yine gerçek bir hayat hikâyesi, Fears’ın ellerinde zirveye çıkıyor. Yönetmenin en çok ses getiren işlerinden biri olan Philomena, ülkemizde de en çok sevilen, izlenen yapımlarından biri yönetmenin. Philomena adlı kadının vakti zamanında elinden alınan çocuğunu bulmak amacıyla eski bir gazeteci ile yollara düşmesini odağına alır film. Bu yolculuk hem kadınların toplumdaki konumlarına, dinler aracılığıyla yaşadıklarına, hukuki süreçlerin işleyişine ayna tutarken hem de başkarakterin içsel yolculuğunu bizleri ortak eder.

Judi Dench ile Steve Coogan’ın ustalıklı oyunculuklarının sayesinde zaten fazlasıyla iyi örülmüş senaryonun sarmaladığı film, adeta şaha kalkmaktadır. Oldukça büyük bir drama dönüşecek hikâyeye incelikli bir mizah anlayışı serpiştirerek, seyircinin gözyaşlarından medet ummayan Fears’ın bu olgun tercihi de gözden kaçmaz elbet. Kadına Fears’ın en doğru yerden baktığı filmlerinden biri olan Philomena, Oscar’da aldığı adaylıklar ve birçok festivalden aldığı ödüllerle de başarısını perçinlemiştir.




3) The Queen (Kraliçe) – 2006

Güçlü biyografileriyle tanınan Fears, İngiltere’nin yakın tarihinin en unutulmaz olaylarından birine farklı bir pencereden bakmayı deniyor bu kez. Eski İngiliz Prensesi Diana’nın bir trafik kazasında hayatını kaybetmesinden sonra İngiltere halkının verdiği tepkinin, İngiltere kraliçesi Elizabeth’e olan yansımalarını temel almaktadır esasen film. Lakin Diana’nın ölümünün hemen öncesinde monarşiye, geleneklere pek de bağlı olmayan Tony Blair’in seçimleri kazanması da filmin temeline aldığı durumlardan bir diğeri. Filmde sarayı ve onun kurallarını çok defa ihlal etmiş bir eski prensesin geride bıraktığı sevgi seli ile yine monarşiye taban tabana zıt bir liderin etkinliği, aslında görünürde ülkenin en son söz hakkına sahip kadınını alt eder.

Diana’ya olan tarifi mümkünsüz sevgisini açık eden halk ile Diana’nın cenazesi süresince nasıl bir tavır almasını şekillendiren Blair, Elizabeth’in halkın gözündeki yerini, devlet yönetimindeki etkinliğini sorgulamasına neden olur. Lakin Fears, her ne kadar kraliçenin, böylelikle monarşinin artık hiçbir anlamı kalmadığını, sadece bir temsilden öteye gidemediğini vurgulamak istese de Elizabeth ile biz seyircilere özdeşlik kurdurması pek de kabul edilemez benim nazarımda. Elizabeth’i fazlasıyla masumlaştırmasının yanında, Blair’in de bu noktada saraya, seçim kampanyalarındaki söylemlerinden çok farklı bir tutum sergilediği de gözlerden kaçmaz.

Oscar heykelciğini de kucaklayan, Helen Mirren’in tapılası oyunculuğu ile neredeyse bugüne kadarki birçok biyografinin tozunu attıran The Queen, modern ile gelenekselin zıtlığını filmin her noktasına incelikle yaymasıyla, çok yakın bir tarihi üstelik yaşayan kişilerin hayatını perdeye yansıtmanın zorluğunun altından da başarıyla kalkmasıyla takdiri hak etmekte.




4) Florence Foster Jenkins – 2016

Fears yine güçlü bir kadın karakteri odağına alan biyografi ile çıkıyor karşımıza. Florence Foster Jenkins, tarihe adını yazdıran, ilginç kadınlardan biridir. Hatta tarihin en kötü opera sanatçı olarak bir namı olduğunu söyleyebiliriz. Müziğe âşık olan Florence, ilk evliliğinden kaptığı hastalıktan dolayı aslında gerçekten iyi olduğu pianoya veda etmek zorunda kalır. Fakat müzikten kopmak istemeyen bu varlıklı kadın, yine çok sevdiği operaya yönelir. Fakat Florence’nin operaya asla ve asla yeteneği yoktur. Fakat başta kocası olmak üzere çevresindeki neredeyse herkesin Florence’ye bu gerçeği açık etmemeleri hatta ve hatta ona söyledikleri yalana kendilerinin bile inanması akıl alır gibi değildir.

Neredeyse bire bir Florence Foster Jenkins’in gerçek hayat hikâyesinden bire bir perdeye yansıtılan film, kadın hikâyelerinde ve biyografilerde başarısını fazlasıyla ispatlamış Fears’ın elinde adeta kusursuzlaşıyor. Elbette bu başarının en büyük payı da sinema tarihinin görüp görebileceği en muhteşem oyuncularından Meryl Streep’in muhteşem oyunculuğunun payı vardır. Dönemin ruhunu, karakterin duygu dünyasını kusursuzca yansıtan filmin neredeyse hiç kusuru yok desek yeridir.




5) High Fidelity (Sensiz Olmaz) – 2000

Hangisi önce geldi; müzik mi, sıkıntı mı? Çocukların şiddet dolu filmler izlemesinden endişe duyuluyor. Şiddet kültürünün etkisinde kalacakları düşünülüyor. Kimse çocukların kalp yarası, dışlanma, acı, sıkıntı ve kayıplarla ilgili binlerce şarkı dinlemesinden endişe duymuyor. Sıkıntılarım olduğu için mi pop müzik dinledim? Yoksa pop müzik dinlediğim için mi sıkıntı bastı?

 Açılışı fonda 13th Floor Elevators'dan "You're Gonna Miss Me" adlı şarkıyla ve yukarıdaki sorularla yapan film, tüm süresi boyunca anlamlı sözlere, dönemin popüler olmayan daha alternatif müziklerine yer vermektedir. Bir plak dükkânı olan Rob’un (John Cusack) hali hazırdaki sevgilisinin onu terk etmesinden sonra geçmişini, eski ilişkilerini hatırlamasıyla ilerler film. Bir süre sonra Laura (Iben Hjejle) ile olan tam olarak bir türlü bitmeyen ilişki ile Rob’un geçmişini gözden geçirmesi birbirine paralel bir şekilde ilerler.

Kadın erkek ilişkileri hakkında büyük büyük laflar eden film, birçok Fears filminde olduğu gibi yine bir erkek etrafına konumlandırdığı kadınlarla kuruyor hikâyesini. Yalnız bu kez yan karakterler olarak yer alan diğer iki erkek karakter olan Dick ile Barry’in anlamlı varlıkları yadsınamaz. Müziğin de filmdeki karakterlerden biri olduğu filmin özellikle kaset dönemini yaşayanlar için daha fazla anlam kazanacağını belirtmek isterim. Fears’ın ilk kez bu filminde ana akım sinemanın kodlarını sarsarak seyirci ile bire bir iletişime geçen bir başkaraktere yer verdiğini de es geçmeyelim.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder