1968 yılında kısa metraj ile başladığı yönetmenlik
kariyerinde uzun bir süre tv projelerinde devam eden Stephen Fears, 1984 yapımı
The Hit ile adını duyurmaya başlamıştır. İngiltere’nin en önemli yönetmenleri
arasında sayabileceğimiz Fears, başarılı
işlere imza attıktan sonra Hollywood’a transfer olarak ve başarılarını
arttırarak devam ettirmektedir. Adeta sürekli yükselen bir çıta izleyen Fears,
henüz Oscar heykelciği ile buluşmamıştır fakat iki kez Oscar’a aday olmayı
başarmıştır.
Fears, genelde kariyerinde biyografilere ya da uyarlamalara
yer vermiş, özellikle de güçlü kadınların hikâyelerine odaklanmayı tercih
etmiştir. Dönem filmlerindeki başarısında zamanın ruhunu ne kadar iyi
yakalayabildiği asla gözden kaçmayacak gerçeklerden biri. Ayrıca yönetmenimizin
hayatlarını perdeye yansıttığı kahramanlarına hayat vermek için seçtiği
oyuncular konusundaki muhteşem kararları kıskanılası bir başarıdır. Kurgu,
atmosfer ve oyuncu yönetimindeki ustalığını söylemeden edemeyeceğim Fears’ı
eksileri ve artılarıyla değerlendirmek için beş filmine daha yakından bakalım
isterim.
1) Dangerous Liaisons (Tehlikeli İlişkiler) - 1988
Aynı adlı bir İngiliz tiyatro oyunundan uyarlanan Dangerous
Liaisons, Fransız Devrimi öncesi aristokrat kesimin ahlaki olarak ne kadar dibe
vurduğunun bire bir yansımasıdır. Aristokrasi hiçbir emek harcamadan, var olan
servetiyle bolluk içerisinde yaşarken tüm zamanlarını ya operaya giderek ya da
komplo oyunlarıyla geçirmektedirler. Birbirleriyle akraba, arkadaş vb ilişkisi
olan bu küçük ama tehlikeli zümre, birbiriyle kedi fare oyunu oynar gibi
oynamaktadır.
İşte tüm bu çürümenin asıl ve en baş aktörü Glenn Close’un
ustalıkla hayat verdiği Marquise de Merteuil karakteridir. Zaten film onun
kendine hayranlıkla aynaya bakmasıyla başlar ve sonunda da kendine nefretle,
ağlayarak aynaya bakmasıyla son bulur. Marquise’e, onun akıl almaz oyunlarına
en büyük ortaklığı, John Malkovich’in yine hayran olunacak bir performans
sergilediği Vicomte de Valmont yapar.
Frears’ın birçok filminde yaptığı gibi yine tek bir erkek
karakter etrafında birçok kadın karakterle örülü olan bu hikâyede
aristokrasinin eleştirisinin isabetli olması kadar itirazım olan noktalar da
vardır. Bir kadının ya da kadınların şeytanlaştırılması, sonunda da tüm suçun
tek, güçlü ve biraz da hırslı bir kadının omuzlarına yüklenmesine, iffetli
davranmaya çalışan kadının ise tamamen masum görülmesine elbette itirazım var.
Yalnız tüm bu sıkıntılarına rağmen muhteşem kurgusu (özellikle unutulmaz
paralel kurgu sahneleri), oyunculukları, atmosferi, sanat yönetimi, kostümleri
ve yönetimiyle filmin bir başyapıt olduğunu asla kimse inkâr edemez. Zira film,
birçok ödülle bu başarısını taçlandırmayı da bilmiştir.
2) Philomena (Umudun Peşinde) – 2013
Yine bir kadın ve yine gerçek bir hayat hikâyesi, Fears’ın
ellerinde zirveye çıkıyor. Yönetmenin en çok ses getiren işlerinden biri olan Philomena,
ülkemizde de en çok sevilen, izlenen yapımlarından biri yönetmenin. Philomena
adlı kadının vakti zamanında elinden alınan çocuğunu bulmak amacıyla eski bir
gazeteci ile yollara düşmesini odağına alır film. Bu yolculuk hem kadınların
toplumdaki konumlarına, dinler aracılığıyla yaşadıklarına, hukuki süreçlerin
işleyişine ayna tutarken hem de başkarakterin içsel yolculuğunu bizleri ortak
eder.
Judi Dench ile Steve Coogan’ın ustalıklı oyunculuklarının
sayesinde zaten fazlasıyla iyi örülmüş senaryonun sarmaladığı film, adeta şaha
kalkmaktadır. Oldukça büyük bir drama dönüşecek hikâyeye incelikli bir mizah
anlayışı serpiştirerek, seyircinin gözyaşlarından medet ummayan Fears’ın bu
olgun tercihi de gözden kaçmaz elbet. Kadına Fears’ın en doğru yerden baktığı
filmlerinden biri olan Philomena, Oscar’da aldığı adaylıklar ve birçok festivalden
aldığı ödüllerle de başarısını perçinlemiştir.
3) The Queen (Kraliçe) – 2006
Güçlü biyografileriyle tanınan Fears, İngiltere’nin yakın
tarihinin en unutulmaz olaylarından birine farklı bir pencereden bakmayı
deniyor bu kez. Eski İngiliz Prensesi Diana’nın bir trafik kazasında hayatını
kaybetmesinden sonra İngiltere halkının verdiği tepkinin, İngiltere kraliçesi
Elizabeth’e olan yansımalarını temel almaktadır esasen film. Lakin Diana’nın
ölümünün hemen öncesinde monarşiye, geleneklere pek de bağlı olmayan Tony
Blair’in seçimleri kazanması da filmin temeline aldığı durumlardan bir diğeri.
Filmde sarayı ve onun kurallarını çok defa ihlal etmiş bir eski prensesin
geride bıraktığı sevgi seli ile yine monarşiye taban tabana zıt bir liderin
etkinliği, aslında görünürde ülkenin en son söz hakkına sahip kadınını alt eder.
Diana’ya olan tarifi mümkünsüz sevgisini açık eden halk ile
Diana’nın cenazesi süresince nasıl bir tavır almasını şekillendiren Blair,
Elizabeth’in halkın gözündeki yerini, devlet yönetimindeki etkinliğini
sorgulamasına neden olur. Lakin Fears, her ne kadar kraliçenin, böylelikle
monarşinin artık hiçbir anlamı kalmadığını, sadece bir temsilden öteye
gidemediğini vurgulamak istese de Elizabeth ile biz seyircilere özdeşlik
kurdurması pek de kabul edilemez benim nazarımda. Elizabeth’i fazlasıyla
masumlaştırmasının yanında, Blair’in de bu noktada saraya, seçim
kampanyalarındaki söylemlerinden çok farklı bir tutum sergilediği de gözlerden
kaçmaz.
Oscar heykelciğini de kucaklayan, Helen Mirren’in tapılası
oyunculuğu ile neredeyse bugüne kadarki birçok biyografinin tozunu attıran The
Queen, modern ile gelenekselin zıtlığını filmin her noktasına incelikle
yaymasıyla, çok yakın bir tarihi üstelik yaşayan kişilerin hayatını perdeye
yansıtmanın zorluğunun altından da başarıyla kalkmasıyla takdiri hak etmekte.
4) Florence Foster Jenkins – 2016
Fears yine güçlü bir kadın karakteri odağına alan biyografi
ile çıkıyor karşımıza. Florence Foster Jenkins, tarihe adını yazdıran, ilginç
kadınlardan biridir. Hatta tarihin en kötü opera sanatçı olarak bir namı
olduğunu söyleyebiliriz. Müziğe âşık olan Florence, ilk evliliğinden kaptığı
hastalıktan dolayı aslında gerçekten iyi olduğu pianoya veda etmek zorunda
kalır. Fakat müzikten kopmak istemeyen bu varlıklı kadın, yine çok sevdiği
operaya yönelir. Fakat Florence’nin operaya asla ve asla yeteneği yoktur. Fakat
başta kocası olmak üzere çevresindeki neredeyse herkesin Florence’ye bu gerçeği
açık etmemeleri hatta ve hatta ona söyledikleri yalana kendilerinin bile
inanması akıl alır gibi değildir.
Neredeyse bire bir Florence Foster Jenkins’in gerçek hayat
hikâyesinden bire bir perdeye yansıtılan film, kadın hikâyelerinde ve
biyografilerde başarısını fazlasıyla ispatlamış Fears’ın elinde adeta
kusursuzlaşıyor. Elbette bu başarının en büyük payı da sinema tarihinin görüp
görebileceği en muhteşem oyuncularından Meryl Streep’in muhteşem oyunculuğunun
payı vardır. Dönemin ruhunu, karakterin duygu dünyasını kusursuzca yansıtan
filmin neredeyse hiç kusuru yok desek yeridir.
5) High Fidelity (Sensiz Olmaz) – 2000
Hangisi önce geldi;
müzik mi, sıkıntı mı? Çocukların şiddet dolu filmler izlemesinden endişe
duyuluyor. Şiddet kültürünün etkisinde kalacakları düşünülüyor. Kimse
çocukların kalp yarası, dışlanma, acı, sıkıntı ve kayıplarla ilgili binlerce
şarkı dinlemesinden endişe duymuyor. Sıkıntılarım olduğu için mi pop müzik
dinledim? Yoksa pop müzik dinlediğim için mi sıkıntı bastı?
Açılışı fonda 13th
Floor Elevators'dan "You're Gonna Miss Me" adlı şarkıyla ve
yukarıdaki sorularla yapan film, tüm süresi boyunca anlamlı sözlere, dönemin
popüler olmayan daha alternatif müziklerine yer vermektedir. Bir plak dükkânı
olan Rob’un (John Cusack) hali hazırdaki sevgilisinin onu terk etmesinden sonra
geçmişini, eski ilişkilerini hatırlamasıyla ilerler film. Bir süre sonra Laura
(Iben Hjejle) ile olan tam olarak bir türlü bitmeyen ilişki ile Rob’un
geçmişini gözden geçirmesi birbirine paralel bir şekilde ilerler.
Kadın erkek ilişkileri hakkında büyük büyük laflar eden
film, birçok Fears filminde olduğu gibi yine bir erkek etrafına konumlandırdığı
kadınlarla kuruyor hikâyesini. Yalnız bu kez yan karakterler olarak yer alan
diğer iki erkek karakter olan Dick ile Barry’in anlamlı varlıkları yadsınamaz.
Müziğin de filmdeki karakterlerden biri olduğu filmin özellikle kaset dönemini
yaşayanlar için daha fazla anlam kazanacağını belirtmek isterim. Fears’ın ilk
kez bu filminde ana akım sinemanın kodlarını sarsarak seyirci ile bire bir
iletişime geçen bir başkaraktere yer verdiğini de es geçmeyelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder