25 Temmuz 2018 Çarşamba

Jean-Luc Godard Sineması

Jean-Luc Godard (3)

Sinema eleştirmeni olarak başladığı kariyerine yönetmen olarak devam eden, hala da kariyerine, ilerleyen yaşına rağmen devam eden bir isim Jean-Luc Godard. Son izlediğimiz Dile Veda ile yine oldukça farklı bir yapıma imza atan bu aykırı yönetmenimizin filmografisini iki döneme ayırabiliriz. İlk dönem tamamen klasik sinemaya tepki olarak doğan Yeni Dalga’nın güdümünde çekilen filmler olmuştur. Türlü aykırılıklar, çılgınlıklar yaptığı, tüm konvansiyonel sinema kurallarının alt üst edildiği bu yapımların hepsi bir başyapıt olmayı hak eder bana kalırsa. Filmlerini her izleyen aslında Godard’ın sadece kullandığı aracı değiştirerek eleştirmenlik yapmaya devam ettiğini görecektir. Zira Yeni Dalga’ya kadar seyirciye dikte ettirilen (katharsis, kurguda devamlılık gibi) nice kuralı, öncesinde kalemiyle sonrasında da kamerasıyla eleştiri oklarına hedef seçer. Sinema dünyasına yeni teknikler armağan eden, üretmekten ve değişimden asla vazgeçmeyen Godard, politik kimliğiyle de hep ön planda olmayı ihmal etmemiştir. Her filmine de bu duruşunu yansıtmaktan geri durmadığı gibi Fransa’da siyasi tansiyonun yükseldiği dönemde festivali durdurarak, tüm sinemacıları sokağa çağıracak kadar da duruşu sağlam bir savaşçıdır.

Şimdi bu anlatmakla bitmeyecek, ne desek hakkını tam olarak hakkını veremeyeceğimiz büyük ustanın ilk dönem filmlerinden beş tanesi ile sinemasına yoğunlaşalım.

À Bout de Souffle

1) À Bout de Souffle (Serseri Âşıklar ) - 1960

Yeni Dalga’nın öncü filmlerinden olan À Bout de Souffle, aynı zamanda Godard’ın da ilk gözbebeği. Sinema eleştirmenliği yaptığı süre içerisinde izlediği filmlere olan toplu eleştirisini bir film çekerek dile getirmeye karar veren Godard, tek kelimeyle bugüne kadar ki sinema anlayışına, eleştiri makalesi niteliğinde bir yapım ortaya koyar. François Truffaut’un senaryosunu yazdığı film, bir kara film ya da özellikle finali itibariyle dram olabilecekken yaptığı manevralarla ortaya bambaşka bir tür çıkarır. Küçük çapta gangasterlik yapan Michel, bir gün istemeden bir polisi öldürerek kaçak durumuna düşer. Daha önceden ilişkisi olan gazeteci Patricia’nın evine ve hayatına yerleşir ve onu birlikte Roma’ya gitmeye ikna etmeye çalışır. Bu süreç içerisinde yatakta veya sokaklarda sürekli konuşur, tartışırlar. Fakat bu birbirine âşık iki gencin birlikteliği pek de kolay olmayacaktır.

Godard’ın sinema dünyasına armağan ettiği jump-cut’ın ilk kez kullanılması, yabancılaşmanın (oyuncuların kameraya bakarak konuşması, kurguda devamlılığın olmaması gibi…) kendini fazlasıyla hissettirmesi gibi birçok yeniliğin kullanıldığı bir başyapıt À Bout de Souffle. Aynı zamanda Jean Seberg’in kısa ömrüne sığdırdığı filmlerden en önemlilerden biri olduğunu da unutmayalım.

https://www.youtube.com/watch?v=bJFFy3soy9Y

Masculin Féminin

2) Masculin Féminin (Erkek Dişi) – 1966

Godard’ın ‘’Bir nesil filmi yapmadım, bir neslin filmini yaptım’’ dediği Masculin Féminin, alternatif ismiyle  ‘’Pepsi ve Marx’ın Çocukları’’ Godard’ın kendi devrimci gençlerini yarattığı –hiçbir devrimci bu filmdeki gibi kafeye gidip expresso içmez ya da kadınlarla sürekli cinsellik muhabbeti yapmaz- bir film. Godard’ın gençler izlesin diye başrolde popüler şarkıcı ve Miss güzeli oynattığı film, ne yazık ki on sekiz yaş sınırı almış ve hedef kitlenin çoğunluğuna ulaşamamıştır. Sürekli politik konuların özellikle erkekler tarafından konuşulduğu, cinsel sohbetlerin de eksik kalmadığı Masculin Féminin, o dönemin popüler markalarını (pepsi) da gözümüze gözümüze sokar. Didaktik söylemlerin de hiç eksik olmadığı film, dönemin önemli tüm meselelerine değinmekten geri durmaz.

Godard’ın hemen her filminde yaptığı gibi seyircinin hikâyeye yabancılaşması için türlü hınzırlıklarından eksik olmaz; filmde sürekli kesmeler yaparak araya yazılar ve görseller sokulması, dış sesin bazen çok yükselirken bazen tamamen kaybolması bunlardan bazılarıdır. Özellikle altmışlı yılların sosyo- kültürel durumuna vakıf olmak isteyenlerin muhakkak izlemesi gereken bir Godard başyapıtı Masculin Féminin.

https://www.youtube.com/watch?v=pRiVKoW18Fw

Alphaville, Une étrange Aventure de Lemmy Caution

3) Alphaville, Une étrange Aventure de Lemmy Caution (Alfakent) – 1965

Godard ustanın başyapıtlarından olan bilim- kurgu türündeki Alphaville, aynı zamanda film-noir tadında. Oldukça etkili bir distopyanın yaratıldığı filmde, Alphaville adlı şehre, 003 kod numaralı Lemmy Caution adlı bir dedektif gelir. Amacı elbette Alphaville’yi ele geçirmek ve bu şehrin mimarı olan Prof. Von Bruan’u öldürmektir. Lakin aslında ülkeyi Alpha 60 adlı bir makinenin yönettiğini öğrenmesi ve profesörün kızı Natasha’ya âşık olması işlerin planlandığı gibi gitmemesine neden olur. Üstelik tüm duyguların yasaklandığı ve unutulduğu bu şehirde âşık olduğu kadın, aşktan bile bihaberdir. Bu sebeple Lemmy, bir yandan Natasha’ya aşkın ve diğer duyguların, yasaklanan sözcüklerin ne olduğunu öğretir bir yandan da Alpha 60 ile mücadele eder.  Bu esnada sürekli bir makine tarafından yönetilen şehirde sadece mantık ile hareket eden insanlara karşı Lemmy’nin tek silahı duyguları olur.

Akıl ile duyguların karşı karşıya getirildiği bu distopyada, Godard’ın tarafını duygulardan yana belirttiği bu mükemmel film, aşka yazılan en etkileyici methiyelerdendir aynı zamanda.

https://www.youtube.com/watch?v=hW_3_A4nfxI
Pierrot Le Fou

4) Pierrot Le Fou (Çılgın Pierrot) – 1965

Zengin ve şaşalı hayatından sıkılan Ferdinand (Pierrot), evli ve çocuklu olmasına rağmen eski sevgili Marianne ile birlikte bir maceraya atılır. Bu çılgın kafadarlar yol boyunca şiirler okur, şarkılar söyler ve çeşitli suçlar işlerler. Hırsızlık yapmaktan da cinayet işlemekten de sakınmayan bu serseri çiftimiz aynı zamanda paraya, mülkiyete de asla önem vermezler. Yine popüler markaların seyircinin gözünün önünden hiç eksik olmadığı, sanatsal konuşmaların akıp gittiği, yönetmen, film ve kitap isimlerin adeta durmadan boy gösterdiği, dönemin önemli tüm olaylarına (Ay’a ayak basma, Vietnam Savaşı)değinildiği klasik bir Godard filmi Pierrot Le Fou da. Seyirci ile yabancılaşma yaşatmak için Godard’ın filmografisinin diğer filmlerinde de sık sık rastlanılan, oyuncunun seyirciye yani kameraya bakarak konuşmaları birçok kez tekrarlanır.

Sanat eserleri ile döşeli filmde, kimi zaman karakterleri koca ekranın köşesine hapsederken kimi zaman da her sahneyi farklı bir renge büründüren çılgın mimarımız yine eşine az rastlanır bir eser ortaya çıkarır.

https://www.youtube.com/watch?v=ycg2yb3qiUo

5) Une Femme Est Une Femme (Kadın Kadındır) – 1961

Godard’ın filmografisinin diğer filmlerinde hiç eksik olmayan kadın karakter bu kez tam olarak odağa yerleşir. Angela (Anna Karina), bir kulüpte stripriz yapan, çok sevdiği bir sevgilisi olan aynı zamanda da deliler gibi çocuk yapmak isteyen bir kadın. Sevgilisini çocuk yapmaya ikna etmeye çalışan Angela, bir yandan da hem sevgilisinin hem de kendisinin arkadaşı olan Alfred’in (Jean-Paul Belmondo)ona olan tutkusunu dinlemek zorundadır.  Filmin birçok sahnesinde Angela ile sevgilisi Émile’i (Jean-Claude Brialy) baş başa izlerken çoğunda Alfred de onlara katılır. Bir üçlü ilişki hissi vermekten geri durmayan Une Femme Est Une Femme, Jules and Jim’e selam göndererek de bunu ispatlar. Klasik sinemanın tüm kurallarını yerle bir eden Godard, tüm kural tanımazlığını en çok bu filmde konuşturur. Ortam seslerinin ve fondaki müziğin hiç durmadan yükselip ardından tamamen kesilmesi, oyuncuların ekrana bakarak seyirciyle konuşması ve ekranda beliren yazılar (yabancılaşma) eksik olmaz.

Çekildiği döneme göre yine fazlasıyla iddialı olan bu Godard filmi, kadın-erkek ilişkisini anlatan en çılgın filmlerden. Dönemin siyasi olaylarına pek değinmediği ama ufacık da olsa politik kimliğinin izini bıraktığı bu film için ne desek az kalır kuşkusuz. Kırmızı rengin tüm filme hâkim olduğu, Godard’ın kendi deyimiyle ‘’Yeni Gerçekçi Müzikali’’ izlemek gerek.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder