29 Temmuz 2018 Pazar

Pablo Larrain Sineması




Şili sineması denilince ilk akla gelecek isimlerden biri olan Pablo Larrain, filmografisinin tüm kilometre taşlarında başarıyı tatmıştır. Belki de ona ilk filminden itibaren neredeyse kusursuz işler yaptıran en önemli şey, yaşadığı toprakların kaderidir. Zira Larrain, henüz üç yaşındayken ülkenin başına çöreklenen faşist diktatör General Pinochet rejimi ile tanışmış ve ömrünün çocukluk ve ilk gençlik yıllarını, kısacası hayatının en etkin yıllarını bu diktatörlük altında geçirmiştir. Böylesine bir ortamda büyüyen Larrain, film çekmeye karar verdiğinde ilki hariç diğer dört filminde odağına hep faşist yönetimi koyar. Larrain, Post Mortem, Tony Manero ve No’dan oluşan Pinochet üçlemesine imza atarak, on yedi yıllık diktatörlük sürecinde yaşananları elinden geldiğince gözler önüne sürmeye çalışmıştır. Sadece geçmişe ışık tutmakla yetinmeyen yönetmenimiz, günümüz Şili’sinden Hristiyanlık kurumuna söyledikleriyle mücadelesini son olarak El Club ile taçlandırmıştır. Pablo Neruda adlı Şilili büyük şairin hayatına odaklanan Neruda ve ABD first ladysi Jackie Kennedy’i anlatan Jackie ile karşımıza çıkacak Larrain’i tüm filmografisiyle hatırlayalım.

1)No – 2012

Larrain bu kez Pinochet rejiminin sonlarına, daha doğrusu ülkenin faşizmden kurtuluşunu sağlayan sürece ışık tutuyor. Üstelik bu kez tamamen gerçekten yaşanmış olaylardan yola çıkıyor yönetmen. Yıllardır Şili’nin iliğini kurutan Pinochet’in yönetimde kalıp kalmamasına halkın karar vermesi için referanduma gidilecektir. Fakat faşizmin gölgesindeki bir ülkede halkın tarafsızca bir tercih yapması ne kadar mümkündür. Ancak hayırcıların güçlü bir propaganda yapmaları ile belki. Peki, kim bu propagandayı yürütecektir? Bir reklamcı? Evet, René Saavedra, mükemmel bir reklamcılık gözüyle, hiç umulmayan, çok zor bir şeyi nihayete kavuşturuyor. No, hem bu propaganda sürecini, hem diktatörlüğün hala nasıl bir faşist kafa yapısına sahip olduğunu, en önemlisi ise reklamcı René’nin bu süreçteki dönüşümünü oldukça çarpıcı işliyor.

Larrain’in bir sinema filmi ile ilgili insanın aklına gelebilecek her türlü şeyi başarıyla kotardığı, tam bir yönetmenlik harikası olan No’yu şiddetle izlemenizi önermekten kendimi alamıyorum açıkçası.


2)El Club – 2015

Filmografisinin diğer filmlerinde faşist diktatör Pinochet dönemini odağına alan Larrain, El Club’da Hristiyanlığı hedefine oturtuyor. Mesleklerinde işledikleri çeşitli suçlar nedeniyle Kilise’den uzaklaştırılarak, bir evde tutulan rahipler ile bir rahibenin günahlarıyla yüzleşmesini izliyoruz. Fakat insanın kanını donduran birçok ahlaki suç nedeniyle aynı evde bulunan bu din görevlilerinin eve son gelen rahip kadar yüzleşmelerini tam anlamıyla nihayete erdirmiyorlar ne yazık ki. Çocuk istismarı gibi tiksindirici suçlar işlemiş bu zavallıların, güçlerini birleştirerek, onların yüzüne karşı sürekli gerçekleri haykıran adama yaptıkları akıl alır gibi değildir. Hristiyanlığın, Kilise’nin tüm pisliklerini nasıl örtbas ettiğinin, türlü suçları bulunmasına rağmen nasıl hala bu kadar heybetli ve yıkılmadan durduğunun kocaman bir ispatı oluyor El Club.

Larrain, yine küçük bir topluluk ve sade bir hikâye ile bağırmadan, kızmadan, cebelleşmeden tüm gerçekleri tek tek ortaya döküyor. Üstelik bu utanç verici gerçekleri ortaya dökerken fazlasıyla eleştirmiş de oluyor.


3)Post Mortem – 2010

Adını 19. Yüzyılda ölen kişilerle çekilen fotoğraflara verilen isimden alan Post Mortem, morgda memur olarak çalışan Mario adlı karakterin Pinochet darbesi dönemine denk gelen hayatından bir kesit sunuyor. Faşist darbe öncesi ülkenin durumunu ve darbeden sonra yaşanılanları vererek Şili’nin yakın dönem geleceğine bir devlet memuru gözünden ışık tutan film, oldukça etkileyici. Genelde başkarakterlerini apolitik seçen Larrain, Post Mortem’de de yine böyle bir tercih yapıyor. Çevresindeki tüm politik gelişmelerden alakasız bir şekilde hayat sürdüren, tek amacının karşı komşusu olan dansçı Nancy ile evlenmek olan Mario, üzerinden ülkede yaşanılan gerilimi, faşizm çığırtkanlığı yapanları, diktatörlüğün zaferini ve hemen ardından gerçekleşen katliamları ancak bu kadar ustalıkla gözler önüne serilebilir bir film. Zira Larrain, filmde adeta dışarıdan bir göz tarafından, didaktik olmadan, akıl vermeden izlettirerek, seyircin sorgulamasını sağlar.

Özellikle faşizmin gölgesinde yapılan otopsiler üzerinden her şeyin bu kadar net anlatılması karşısında, bu yönetmenliğin önünde saygıyla eğilmekten başka yapacak bir şey yok açıkçası. Yine sadece uzun uzun izlettirdiği final sahnesiyle de sinema tarihine geçmesi gerektiğini de belirtmek isterim.


4)Tony Manero – 2008

John Travolta’nın başrolde yer aldığı Saturday Night Fever filmindeki Tony Manero karakterine hayranlığı, şizoit bir hale gelen Raul’un hikâyesini izleriz Tony Manero’da. İzlediği filmlerdeki karakterleri gerçekten var sayan, ya da filmin gerçeklik algısına kendini kaptıran birçok insan vardı geçmişte. Özellikle hâlâ evlerde televizyonun olmadığı bir dönemde Raul,  sinema salonunda izlediği filmde, kendisiyle aynı işi yapan, yakışıklı, başarılı, ışıklar içerisindeki Tony Manero karakterini öylesine içselleştirir, karakterle öylesine bir katharsis kurar ki, adeta kendini oymuş gibi düşünür. Bu özdeşlik durumu onun gibi dans etmeye, onun gibi giyinmeye, saçlarını o renge boyamaya ve en önemlisi onun dans ettiği sahnenin aynısını yapmaya kadar götürüyor işi. Raul o camdan, ışıklar içindeki sahneyi yapmak için yani gerçek bir Tony Manero olmak için hiçbir hareketten kaçınmaz. Toplumun ahlaki yargılarına, devletin koyduğu kurallara, dinin kaidelerine kısacası her şeye karşı gelir. Öldürür, çalar, yalan söyler, ihanet eder… Bu amaca giden yolda her türlü davranışı mubah gören Raul’un yaptıkları, o dönem iktidarda olan Pinochet rejiminin bir yansıması gibidir adeta.

Yönetmenin sürekli Raul üzerinden gerilim yarattığı, faşist diktatörlük düzenini, onun toplumdaki yansımalarını en net ve sert anlatan Toni Manero, elbette izlenilmesi zor bir film. Lakin bir o kadar da izlenilmesi zaruri bana kalırsa.


5)Fuga – 2006

Eliseo Montalbán adlı talihsiz bir müzisyenin uzun yıllara dayanan hayatına odaklanan Fuga, ismini bir müzik teriminden almakta. Montalbán adlı müzisyenin, ilk konserinde âşık olduğu piyanistin piyanosunun başında aniden ölmesi tüm hayatının en zirve noktası olur belki. Fakat çocukluğunda kız kardeşinin sebebini tam olarak öğrenemeyeceğimiz ölümü, akıl hastanesinde yattığı dönemde yaşadıkları ve şimdi nerede olduğu, ne yaptığı da aynı derecede filmde önem arz ediyor. Böylesine uzun bir süreci filmine yedirmeye çalıştığı için yönetmen flashbacklarden fazlasıyla yararlanıyor. Lakin birçok dönemden oluşan bu hayatı filmde akıcı bir şekilde anlatmak elbet zor bir iş. Larrain de bu ilk filminde kurgu sürecinde anlaşılan epeyce zorlanmış. Neyin, neden, nasıl olduğunu uzun bir süre oturtmak için seyirci olarak zorlanmamak mümkün değil. Bu da filmin seyir zevkini biraz engelliyor. Fakat muhteşem ezgilerle izlediğimiz Fuga, anlattığı ilginç hikâye ile sınıfı geçiyor tabii ki. Üstelik muhteşem bir beste ortaya çıkaran bir sanatçının karşısına onun esrinin peşinden koşan üretim sıkıntısı yaşayan bir müzisyenin konulması çatışmayı çok güçlü kılıyor.

Filmde kullanılan renklerden, kamera açılarına, mekân seçimlerine kadar oldukça başarılı olduğunu inkâr edemeyeceğimiz film, Larrain’in gelecek başarılı günlerinin sinyalini veriyor. Müziğin doruklarında yüzmek, bir sanatçının aykırı hayatının büyüsüne kapılmak istiyorsanız, kesinlikle seçimleriniz arasına almalısınız.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder