Şili sineması denilince ilk akla gelecek isimlerden biri
olan Pablo Larrain, filmografisinin tüm kilometre taşlarında başarıyı
tatmıştır. Belki de ona ilk filminden itibaren neredeyse kusursuz işler
yaptıran en önemli şey, yaşadığı toprakların kaderidir. Zira Larrain, henüz üç
yaşındayken ülkenin başına çöreklenen faşist diktatör General Pinochet rejimi
ile tanışmış ve ömrünün çocukluk ve ilk gençlik yıllarını, kısacası hayatının
en etkin yıllarını bu diktatörlük altında geçirmiştir. Böylesine bir ortamda
büyüyen Larrain, film çekmeye karar verdiğinde ilki hariç diğer dört filminde
odağına hep faşist yönetimi koyar. Larrain, Post Mortem, Tony Manero ve No’dan
oluşan Pinochet üçlemesine imza atarak, on yedi yıllık diktatörlük sürecinde
yaşananları elinden geldiğince gözler önüne sürmeye çalışmıştır. Sadece geçmişe
ışık tutmakla yetinmeyen yönetmenimiz, günümüz Şili’sinden Hristiyanlık kurumuna
söyledikleriyle mücadelesini son olarak El Club ile taçlandırmıştır. Pablo
Neruda adlı Şilili büyük şairin hayatına odaklanan Neruda ve ABD first ladysi
Jackie Kennedy’i anlatan Jackie ile karşımıza çıkacak Larrain’i tüm
filmografisiyle hatırlayalım.
1)No – 2012
Larrain bu kez Pinochet rejiminin sonlarına, daha doğrusu
ülkenin faşizmden kurtuluşunu sağlayan sürece ışık tutuyor. Üstelik bu kez
tamamen gerçekten yaşanmış olaylardan yola çıkıyor yönetmen. Yıllardır Şili’nin
iliğini kurutan Pinochet’in yönetimde kalıp kalmamasına halkın karar vermesi
için referanduma gidilecektir. Fakat faşizmin gölgesindeki bir ülkede halkın
tarafsızca bir tercih yapması ne kadar mümkündür. Ancak hayırcıların güçlü bir
propaganda yapmaları ile belki. Peki, kim bu propagandayı yürütecektir? Bir
reklamcı? Evet, René Saavedra, mükemmel bir
reklamcılık gözüyle, hiç umulmayan, çok zor bir şeyi nihayete kavuşturuyor. No,
hem bu propaganda sürecini, hem diktatörlüğün hala nasıl bir faşist kafa
yapısına sahip olduğunu, en önemlisi ise reklamcı René’nin bu süreçteki
dönüşümünü oldukça çarpıcı işliyor.
Larrain’in bir sinema filmi ile
ilgili insanın aklına gelebilecek her türlü şeyi başarıyla kotardığı, tam bir
yönetmenlik harikası olan No’yu şiddetle izlemenizi önermekten kendimi
alamıyorum açıkçası.
2)El Club – 2015
Filmografisinin diğer filmlerinde faşist diktatör Pinochet
dönemini odağına alan Larrain, El Club’da Hristiyanlığı hedefine oturtuyor.
Mesleklerinde işledikleri çeşitli suçlar nedeniyle Kilise’den uzaklaştırılarak,
bir evde tutulan rahipler ile bir rahibenin günahlarıyla yüzleşmesini
izliyoruz. Fakat insanın kanını donduran birçok ahlaki suç nedeniyle aynı evde
bulunan bu din görevlilerinin eve son gelen rahip kadar yüzleşmelerini tam
anlamıyla nihayete erdirmiyorlar ne yazık ki. Çocuk istismarı gibi tiksindirici
suçlar işlemiş bu zavallıların, güçlerini birleştirerek, onların yüzüne karşı
sürekli gerçekleri haykıran adama yaptıkları akıl alır gibi değildir.
Hristiyanlığın, Kilise’nin tüm pisliklerini nasıl örtbas ettiğinin, türlü
suçları bulunmasına rağmen nasıl hala bu kadar heybetli ve yıkılmadan
durduğunun kocaman bir ispatı oluyor El Club.
Larrain, yine küçük bir topluluk ve sade bir hikâye ile
bağırmadan, kızmadan, cebelleşmeden tüm gerçekleri tek tek ortaya döküyor.
Üstelik bu utanç verici gerçekleri ortaya dökerken fazlasıyla eleştirmiş de
oluyor.
3)Post Mortem – 2010
Adını 19. Yüzyılda ölen kişilerle çekilen fotoğraflara
verilen isimden alan Post Mortem, morgda memur olarak çalışan Mario adlı
karakterin Pinochet darbesi dönemine denk gelen hayatından bir kesit sunuyor. Faşist
darbe öncesi ülkenin durumunu ve darbeden sonra yaşanılanları vererek Şili’nin
yakın dönem geleceğine bir devlet memuru gözünden ışık tutan film, oldukça
etkileyici. Genelde başkarakterlerini apolitik seçen Larrain, Post Mortem’de de
yine böyle bir tercih yapıyor. Çevresindeki tüm politik gelişmelerden alakasız
bir şekilde hayat sürdüren, tek amacının karşı komşusu olan dansçı Nancy ile
evlenmek olan Mario, üzerinden ülkede yaşanılan gerilimi, faşizm çığırtkanlığı
yapanları, diktatörlüğün zaferini ve hemen ardından gerçekleşen katliamları
ancak bu kadar ustalıkla gözler önüne serilebilir bir film. Zira Larrain,
filmde adeta dışarıdan bir göz tarafından, didaktik olmadan, akıl vermeden
izlettirerek, seyircin sorgulamasını sağlar.
Özellikle faşizmin gölgesinde yapılan otopsiler üzerinden
her şeyin bu kadar net anlatılması karşısında, bu yönetmenliğin önünde saygıyla
eğilmekten başka yapacak bir şey yok açıkçası. Yine sadece uzun uzun
izlettirdiği final sahnesiyle de sinema tarihine geçmesi gerektiğini de belirtmek
isterim.
4)Tony Manero – 2008
John Travolta’nın başrolde yer aldığı Saturday Night Fever
filmindeki Tony Manero karakterine hayranlığı, şizoit bir hale gelen Raul’un
hikâyesini izleriz Tony Manero’da. İzlediği filmlerdeki karakterleri gerçekten
var sayan, ya da filmin gerçeklik algısına kendini kaptıran birçok insan vardı
geçmişte. Özellikle hâlâ evlerde televizyonun olmadığı bir dönemde Raul, sinema salonunda izlediği filmde, kendisiyle
aynı işi yapan, yakışıklı, başarılı, ışıklar içerisindeki Tony Manero
karakterini öylesine içselleştirir, karakterle öylesine bir katharsis kurar ki,
adeta kendini oymuş gibi düşünür. Bu özdeşlik durumu onun gibi dans etmeye,
onun gibi giyinmeye, saçlarını o renge boyamaya ve en önemlisi onun dans ettiği
sahnenin aynısını yapmaya kadar götürüyor işi. Raul o camdan, ışıklar içindeki
sahneyi yapmak için yani gerçek bir Tony Manero olmak için hiçbir hareketten
kaçınmaz. Toplumun ahlaki yargılarına, devletin koyduğu kurallara, dinin
kaidelerine kısacası her şeye karşı gelir. Öldürür, çalar, yalan söyler, ihanet
eder… Bu amaca giden yolda her türlü davranışı mubah gören Raul’un yaptıkları,
o dönem iktidarda olan Pinochet rejiminin bir yansıması gibidir adeta.
Yönetmenin sürekli Raul üzerinden gerilim yarattığı, faşist
diktatörlük düzenini, onun toplumdaki yansımalarını en net ve sert anlatan Toni
Manero, elbette izlenilmesi zor bir film. Lakin bir o kadar da izlenilmesi
zaruri bana kalırsa.
5)Fuga – 2006
Eliseo Montalbán adlı talihsiz bir müzisyenin uzun yıllara
dayanan hayatına odaklanan Fuga, ismini bir müzik teriminden almakta. Montalbán
adlı müzisyenin, ilk konserinde âşık olduğu piyanistin piyanosunun başında
aniden ölmesi tüm hayatının en zirve noktası olur belki. Fakat çocukluğunda kız
kardeşinin sebebini tam olarak öğrenemeyeceğimiz ölümü, akıl hastanesinde yattığı
dönemde yaşadıkları ve şimdi nerede olduğu, ne yaptığı da aynı derecede filmde
önem arz ediyor. Böylesine uzun bir süreci filmine yedirmeye çalıştığı için
yönetmen flashbacklarden fazlasıyla yararlanıyor. Lakin birçok dönemden oluşan
bu hayatı filmde akıcı bir şekilde anlatmak elbet zor bir iş. Larrain de bu ilk
filminde kurgu sürecinde anlaşılan epeyce zorlanmış. Neyin, neden, nasıl
olduğunu uzun bir süre oturtmak için seyirci olarak zorlanmamak mümkün değil.
Bu da filmin seyir zevkini biraz engelliyor. Fakat muhteşem ezgilerle
izlediğimiz Fuga, anlattığı ilginç hikâye ile sınıfı geçiyor tabii ki. Üstelik
muhteşem bir beste ortaya çıkaran bir sanatçının karşısına onun esrinin
peşinden koşan üretim sıkıntısı yaşayan bir müzisyenin konulması çatışmayı çok güçlü
kılıyor.
Filmde kullanılan renklerden, kamera açılarına, mekân
seçimlerine kadar oldukça başarılı olduğunu inkâr edemeyeceğimiz film,
Larrain’in gelecek başarılı günlerinin sinyalini veriyor. Müziğin doruklarında
yüzmek, bir sanatçının aykırı hayatının büyüsüne kapılmak istiyorsanız,
kesinlikle seçimleriniz arasına almalısınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder