Lüksemburg doğumlu Anne Fontaine, dizi oyunculuğuyla
başladığı kariyerine yönetmen olarak devam etmeyi tercih etmiştir. Bir kadın
yönetmen olarak sadece filmler çekmeyi değil aynı zamanda güçlü, başarılı ve
hırslı kadınları ya da haksızlığa uğrayıp, mağdur olmuş kadınları perdeye
yansıtarak bir nevi kadın hakları mücadelesinde yerini almayı tercih eder. Her filminde bir ya da birkaç kadının
hayatını, onların zaman zaman başarı hikâyelerini zaman zaman da kuralları ve
tabuları yıkan tercihlerini dile getirir. Sadece feminist damarıyla da yetinmez,
burjuvaziyi, aristokrasiyi hedefine alır ve asla sözünü sakınmaz. Fontaine,
kimi zaman edebiyattan, kimi zaman gerçek hayattan, tarihten özellikle
kadınları etkileyecek muhteşem karakterlerle bizlerin hem sinema arzusunu hem
de feminist damarını besleyen bir yönetmen. Bir kadının bir kadın gözüyle
perdede kusursuz bir şekilde hayat bulmasını başaran nadir kadın arasına adını
yazdıran Fontaine’yi en sevilen beş filmiyle tanımaya çalışalım.
1) Coco avant Chanel (Coco Chanel’den Önce) - 2009
Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran ünlü modacı Gabriel Coco
Chanel’in henüz kariyerine başlamadan önceki hayatına değinen Coco avant
Chanel, oldukça başarılı bir film. Time: Yüzyılın En Önemli Yüz Kişisi
listesine adını yazdırmış tek moda tasarımcısı olan bir kadının hayatını beyaz
perdeye aktarmak yine bir kadın gözüyle gerçekleşmiştir. Böylece Coco Chanel’in
feminist yanları, bir kadın olarak duruşu, özellikle belirginleşiyor filmde.
Dönemin toplumsal yapısı, kadının bu toplumdaki yeri gibi birçok meseleyi Coco
Chanel’in hayatını anlatırken bizlere oldukça net gösteriyor Fontaine. Üstelik
göstermekle kalmıyor, aristokrasinin zavallı, boş, amaçsız hayatını da
eleştiriyor. Elbette tüm bunları Coco Chanel’in vasıtasıyla yapıyor. Çünkü Coco
Chanel de hayata bakış açısı, tarzı, giyimi ve amaçları göz önüne alındığında
tam olarak bir üst sınıf düşmanı. Ne var ki ilerde kendisi de bir üst sınıf
mensubu olarak toplumda yerini alacak. Lakin Coco avant Chanel, onun tüm
bunlara bulaşmadığı, hayatı ve geleceği için mücadele ettiği, gerektiğinde
aşağılanmayı, hor görülmeyi bile göze almak zorunda kaldığı dönemleri anlatıyor
henüz. Fontaine, hem bir dönem filmi olması hem de dünyanın gelmiş geçmiş en
önemli modacılardan birinin hayatını aktarması açısından kostüm ve sanat
yönetimi konusunda Coco avant Chanel’in ne kadar önemli olduğunun bilinciyle
hareket ediyor kesinlikle.
Başarılı dönem filmleri arasına adını yazdırmayı fazlasıyla
hak eden filmde Coco Chanel’e hayat veren Audrey Tautou’nun rolünün hem
benzerlik hem de oyunculuk açısından fazlasıyla hakkını verdiğini de belirtmek
gerek.
2) Adoration (Yasak Aşk) – 2013
Her filminde bir kadının hayatına içeriden bir gözle bakan
Fontaine, bu kez bir tık daha ileri giderek iki kadının sıra dışı kaçamaklarına
bizleri şahit ediyor. İki yakın kadın arkadaşın birbirlerinin genç erkek
çocuklarıyla girdikleri ilişkiyi perdeye yansıtan film, asla kadınların yaptığı
bu davranışı yargılamıyor. Fontaine, modern toplumun koyduğu ahlak
kurallarından zamanla sıyrılan, toplumdan biraz da izole edilmiş bir ortamda
yaşayan ve tam anlamıyla güdüleriyle hareket eden kadınları çizmek konusunda da
çok başarılı. Naomi Watts ve Robin Wright tarafından hayat verilen bu iki kadın
tabuları yıkan, bir nevi genel geçer kurallara baş kaldıran bir misyon
üstleniyorlar aslında bu yaptıklarıyla. Filmdeki erkekler ise bana kalırsa
hikâyenin devamını sağlayan, vücutları ve ihtişamlarıyla göz dolduran birer
figüran görevi görüyorlar sadece. Oedipus Kompleksinin aynı zamanda tersten de
yaşandığı bir hikâyeyi başarıyla perdeye yansıtan Adoration, sadece
cesaretinden dolayı bile takdiri hak ediyor tartışmasız.
Fontaine’nin ilk kez İngilizce dilinde çektiği, doğanın
fazlasıyla hikâyeye eşlik ettiği bu filmi izlemek herkes için eminin farklı
duygular hissettirecek. Lakin her filmiyle düzeni, onun getirilerini,
kurallarını hiçe sayan anarşist ruhlu Fontaine filmlerine olan hayranlık
değişmeyecektir.
3) Les Innocentes (Masumlar) – 2016
Fontaine, gün geçtikçe anlattığı kadın hikâyelerini
güçlendirerek yoluna devam ettiğini Les Innocentes ile ispatladı. Zira
Fontaine, her bir sonraki filminde karşısına aldığı kurumları arttırıyor.
Savaşçı ruhunda daha çok güç buluyor. Bu kez birden çok kadının hayatının tam
da ortasına bizleri bırakan film, İkinci Dünya Savaşı sonrası Rus askerleri
tarafından tecavüze uğrayan ve hamile kalan rahibelerin ve onları tedavi etmeye
çalışan Doktor Mathilde’nin hayatına konuk ediyor bizleri. Rahibelerin Tanrı’ya
ettikleri bakirelik yemini, onların iradesi dışında bozulmuştur. Rahibelerin
doğurdukları çocuklar ne olacaktır ve edilen yeminlerin artık ne anlamı
kalmıştır? Tüm bunların belki cevabını Fontaine vermiyor belki ama din
kurumunun zavallılığına, savaşın manasızlığına, zulmüne, gereken cevabı
incelikle veriyor Les Innocenres ile.
Görüşlerini, filmlerine asla dikte ettirmeyen yönetmenimiz,
her görüşten insanı aynı filmde, aynı potanın içinde eriterek muhteşem bir iş
başarıyor yine. Les Innocentes, sakince söylenmesi gerekenleri söyleyip,
devamını biz seyircilerin muhakemesine bırakan incelikli bir taşlama.
4) Gemma Bovery (Aşkın Dili) – 2014
Gustave Flaubert’in 1856 yılında yazdığı ve realizm akımının
ilk öncülerinden olan Madam Bovary, kuşkusuz birçok defa beyaz perde ile
buluşmuştur. Fontaine ise tüm Madam Bovary uyarlamalarından farklı bir şey
yapıyor; eserin günümüze uyarlamayı tercih ediyor. Sinemasında hep yeniliğe,
bir adım ötesine gitmeyi kendine görev bilen Fontaine, günümüzden bir Madam
Bovary yaratıyor. Bu adı Gemma Bovery (Gemma Arterton) olan modern zamanlar
Emma Bovary’sinin hikâyesini izlerken sürekli Madam Bovary eserinin hayranı,
Martin (Fabrice Luchini) karakteri ise oldukça etkin bir karakter olarak
çıkıyor karşımıza. Fontaine filmografisindeki nadir etkin erkek karakterlerden
biri olan Martin aracılığıyla Gemma’yı ve onun her geçen an Emma Movary’e
benzeyen hayatı bizlere ulaşıyor. Madam Bovary eserinin geçtiği kasabada geçen
yeni Bovary karakteri, elbette daha rahat ve daha özgür. Lakin her ne olursa
olsun Gemma, Emma’nın kaderinden kurtulamıyor.
Bir modern zamanlar uyarlaması olan Gemma Bovery, iyi
uyarlanmış, incelikle kurgulanmış başarılı bir film. Edebiyata, özellikle de
Martin gibi Gustave Flaubert meraklıların kesinlikle ilgisine nail olacaktır.
5) Mon Pire Cauchemar (En Büyük Kâbusum) – 2011
Başına buyruk, güçlü, bağımsız kadın rolleri denilince kuşkusuz
ilk akla gelen isimlerden biri olan Isabella Huppert, yine her zamanki
ihtişamıyla karşımızda arzı endam ediyor. Bir filmin başrollerinden birini eğer
Huppert canlandırıyorsa, mevzuya onunla giriş yapmak kaçınılmaz. Evet,
Fontaine, bu kez karşımıza üst orta sınıftan bir kadını getiriyor. Kendisinden
yaşça büyük ve silik karakterli kocası, tabiri caizse kafası pek de bir şeye
basmayan oğlu ile bir hayat yaşayan Agathe’nin hayatı oğlunun yeni arkadaşının
babasının yaşamlarına hızlı bir giriş yapmasıyla değişir. Agathe’nin tamamen
tersi bir sınıftan gelen ve karakter olarak da tam zıttı olan Patrick, filmdeki
çatışmayı yaratan çok önemli bir karakter. Patrick’in yaprak bile kımıldamayan
burjuva ailesinin hayatına girerek, tüm kasıntılarını, maskelerini yerle bir
etmesi gerçekten çok keyifli. Hem güldüren, ama güldürürken de zavallı, izole
hayatları eleştiren samimi bir film Mon Pire Cauchemar.
Benoît Poelvoorde ile Isabella Huppert’in müthiş
performansları için bile izlemeye değecek bu filmi, yabana atmayın derim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder