30 Temmuz 2018 Pazartesi

Anne Fontaine Sineması



Lüksemburg doğumlu Anne Fontaine, dizi oyunculuğuyla başladığı kariyerine yönetmen olarak devam etmeyi tercih etmiştir. Bir kadın yönetmen olarak sadece filmler çekmeyi değil aynı zamanda güçlü, başarılı ve hırslı kadınları ya da haksızlığa uğrayıp, mağdur olmuş kadınları perdeye yansıtarak bir nevi kadın hakları mücadelesinde yerini almayı tercih eder.  Her filminde bir ya da birkaç kadının hayatını, onların zaman zaman başarı hikâyelerini zaman zaman da kuralları ve tabuları yıkan tercihlerini dile getirir. Sadece feminist damarıyla da yetinmez, burjuvaziyi, aristokrasiyi hedefine alır ve asla sözünü sakınmaz. Fontaine, kimi zaman edebiyattan, kimi zaman gerçek hayattan, tarihten özellikle kadınları etkileyecek muhteşem karakterlerle bizlerin hem sinema arzusunu hem de feminist damarını besleyen bir yönetmen. Bir kadının bir kadın gözüyle perdede kusursuz bir şekilde hayat bulmasını başaran nadir kadın arasına adını yazdıran Fontaine’yi en sevilen beş filmiyle tanımaya çalışalım.

1) Coco avant Chanel (Coco Chanel’den Önce) - 2009

Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran ünlü modacı Gabriel Coco Chanel’in henüz kariyerine başlamadan önceki hayatına değinen Coco avant Chanel, oldukça başarılı bir film. Time: Yüzyılın En Önemli Yüz Kişisi listesine adını yazdırmış tek moda tasarımcısı olan bir kadının hayatını beyaz perdeye aktarmak yine bir kadın gözüyle gerçekleşmiştir. Böylece Coco Chanel’in feminist yanları, bir kadın olarak duruşu, özellikle belirginleşiyor filmde. Dönemin toplumsal yapısı, kadının bu toplumdaki yeri gibi birçok meseleyi Coco Chanel’in hayatını anlatırken bizlere oldukça net gösteriyor Fontaine. Üstelik göstermekle kalmıyor, aristokrasinin zavallı, boş, amaçsız hayatını da eleştiriyor. Elbette tüm bunları Coco Chanel’in vasıtasıyla yapıyor. Çünkü Coco Chanel de hayata bakış açısı, tarzı, giyimi ve amaçları göz önüne alındığında tam olarak bir üst sınıf düşmanı. Ne var ki ilerde kendisi de bir üst sınıf mensubu olarak toplumda yerini alacak. Lakin Coco avant Chanel, onun tüm bunlara bulaşmadığı, hayatı ve geleceği için mücadele ettiği, gerektiğinde aşağılanmayı, hor görülmeyi bile göze almak zorunda kaldığı dönemleri anlatıyor henüz. Fontaine, hem bir dönem filmi olması hem de dünyanın gelmiş geçmiş en önemli modacılardan birinin hayatını aktarması açısından kostüm ve sanat yönetimi konusunda Coco avant Chanel’in ne kadar önemli olduğunun bilinciyle hareket ediyor kesinlikle.

Başarılı dönem filmleri arasına adını yazdırmayı fazlasıyla hak eden filmde Coco Chanel’e hayat veren Audrey Tautou’nun rolünün hem benzerlik hem de oyunculuk açısından fazlasıyla hakkını verdiğini de belirtmek gerek.


2) Adoration (Yasak Aşk) – 2013

Her filminde bir kadının hayatına içeriden bir gözle bakan Fontaine, bu kez bir tık daha ileri giderek iki kadının sıra dışı kaçamaklarına bizleri şahit ediyor. İki yakın kadın arkadaşın birbirlerinin genç erkek çocuklarıyla girdikleri ilişkiyi perdeye yansıtan film, asla kadınların yaptığı bu davranışı yargılamıyor. Fontaine, modern toplumun koyduğu ahlak kurallarından zamanla sıyrılan, toplumdan biraz da izole edilmiş bir ortamda yaşayan ve tam anlamıyla güdüleriyle hareket eden kadınları çizmek konusunda da çok başarılı. Naomi Watts ve Robin Wright tarafından hayat verilen bu iki kadın tabuları yıkan, bir nevi genel geçer kurallara baş kaldıran bir misyon üstleniyorlar aslında bu yaptıklarıyla. Filmdeki erkekler ise bana kalırsa hikâyenin devamını sağlayan, vücutları ve ihtişamlarıyla göz dolduran birer figüran görevi görüyorlar sadece. Oedipus Kompleksinin aynı zamanda tersten de yaşandığı bir hikâyeyi başarıyla perdeye yansıtan Adoration, sadece cesaretinden dolayı bile takdiri hak ediyor tartışmasız.

Fontaine’nin ilk kez İngilizce dilinde çektiği, doğanın fazlasıyla hikâyeye eşlik ettiği bu filmi izlemek herkes için eminin farklı duygular hissettirecek. Lakin her filmiyle düzeni, onun getirilerini, kurallarını hiçe sayan anarşist ruhlu Fontaine filmlerine olan hayranlık değişmeyecektir.


3) Les Innocentes (Masumlar) – 2016

Fontaine, gün geçtikçe anlattığı kadın hikâyelerini güçlendirerek yoluna devam ettiğini Les Innocentes ile ispatladı. Zira Fontaine, her bir sonraki filminde karşısına aldığı kurumları arttırıyor. Savaşçı ruhunda daha çok güç buluyor. Bu kez birden çok kadının hayatının tam da ortasına bizleri bırakan film, İkinci Dünya Savaşı sonrası Rus askerleri tarafından tecavüze uğrayan ve hamile kalan rahibelerin ve onları tedavi etmeye çalışan Doktor Mathilde’nin hayatına konuk ediyor bizleri. Rahibelerin Tanrı’ya ettikleri bakirelik yemini, onların iradesi dışında bozulmuştur. Rahibelerin doğurdukları çocuklar ne olacaktır ve edilen yeminlerin artık ne anlamı kalmıştır? Tüm bunların belki cevabını Fontaine vermiyor belki ama din kurumunun zavallılığına, savaşın manasızlığına, zulmüne, gereken cevabı incelikle veriyor Les Innocenres ile.

Görüşlerini, filmlerine asla dikte ettirmeyen yönetmenimiz, her görüşten insanı aynı filmde, aynı potanın içinde eriterek muhteşem bir iş başarıyor yine. Les Innocentes, sakince söylenmesi gerekenleri söyleyip, devamını biz seyircilerin muhakemesine bırakan incelikli bir taşlama.


4) Gemma Bovery (Aşkın Dili) – 2014

Gustave Flaubert’in 1856 yılında yazdığı ve realizm akımının ilk öncülerinden olan Madam Bovary, kuşkusuz birçok defa beyaz perde ile buluşmuştur. Fontaine ise tüm Madam Bovary uyarlamalarından farklı bir şey yapıyor; eserin günümüze uyarlamayı tercih ediyor. Sinemasında hep yeniliğe, bir adım ötesine gitmeyi kendine görev bilen Fontaine, günümüzden bir Madam Bovary yaratıyor. Bu adı Gemma Bovery (Gemma Arterton) olan modern zamanlar Emma Bovary’sinin hikâyesini izlerken sürekli Madam Bovary eserinin hayranı, Martin (Fabrice Luchini) karakteri ise oldukça etkin bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Fontaine filmografisindeki nadir etkin erkek karakterlerden biri olan Martin aracılığıyla Gemma’yı ve onun her geçen an Emma Movary’e benzeyen hayatı bizlere ulaşıyor. Madam Bovary eserinin geçtiği kasabada geçen yeni Bovary karakteri, elbette daha rahat ve daha özgür. Lakin her ne olursa olsun Gemma, Emma’nın kaderinden kurtulamıyor.

Bir modern zamanlar uyarlaması olan Gemma Bovery, iyi uyarlanmış, incelikle kurgulanmış başarılı bir film. Edebiyata, özellikle de Martin gibi Gustave Flaubert meraklıların kesinlikle ilgisine nail olacaktır.


5) Mon Pire Cauchemar (En Büyük Kâbusum) – 2011

Başına buyruk, güçlü, bağımsız kadın rolleri denilince kuşkusuz ilk akla gelen isimlerden biri olan Isabella Huppert, yine her zamanki ihtişamıyla karşımızda arzı endam ediyor. Bir filmin başrollerinden birini eğer Huppert canlandırıyorsa, mevzuya onunla giriş yapmak kaçınılmaz. Evet, Fontaine, bu kez karşımıza üst orta sınıftan bir kadını getiriyor. Kendisinden yaşça büyük ve silik karakterli kocası, tabiri caizse kafası pek de bir şeye basmayan oğlu ile bir hayat yaşayan Agathe’nin hayatı oğlunun yeni arkadaşının babasının yaşamlarına hızlı bir giriş yapmasıyla değişir. Agathe’nin tamamen tersi bir sınıftan gelen ve karakter olarak da tam zıttı olan Patrick, filmdeki çatışmayı yaratan çok önemli bir karakter. Patrick’in yaprak bile kımıldamayan burjuva ailesinin hayatına girerek, tüm kasıntılarını, maskelerini yerle bir etmesi gerçekten çok keyifli. Hem güldüren, ama güldürürken de zavallı, izole hayatları eleştiren samimi bir film Mon Pire Cauchemar.

Benoît Poelvoorde ile Isabella Huppert’in müthiş performansları için bile izlemeye değecek bu filmi, yabana atmayın derim.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder