Çarpıcı Bir Büyüme Hikâyesi
2011 yapımı Oslo, 31. August ile birçoğumuzun radarına giren
Norveçli yönetmen Joachim Trier, her ne kadar ikinci uzun metrajı olan Oslo,
31. August ile yakaladığı beklenmedik başarısını Louder Than Bombs’da
sürdürememiş olsa da yine de film övgüyle karşılanmıştı. Açıkçası Louder Than
Bombs’un aldığı övgülerin hâlâ Oslo, 31. August’un etkisinden çıkamamış
seyircinin algı yanılsaması olarak değerlendirmişimdir hep. İşte bu nedenle
henüz iki yıl geçmemişken tekrar bir film ile festivallerde arzı endam eden
Trier’in son filmi ile ilgili bir tedirginlik vardı açıkçası. Prömiyerini
yaptığı Toronto Film Festivali’nde aldığı övgüler sonrasında tedirginlik ile
birlikte merak duygusunun da egemen olması heyecanı oldukça arttırmıştı.
Nihayet Filmekimi’nde perdede arzı endam eden Thelma, gelmiş geçmiş en iddialı
büyüme hikâyelerinden biri olmayı başararak sınıfı pekiyi ile geçmeyi başardı
en azından benim nezdimde.
Sinema tarihinde en çok mevzu bahis konulardan biri olan
sancılı büyüme hikâyelerinden biri olan Thelma, bu külliyat arasından birçok
yönüyle sıyrılarak gelmiş geçmiş en şahsına münhasır coming of age filmlerinden
biri oluyor. Öyle ki Trier, bu filmiyle isminin usta yönetmenlerle birlikte
zikredilmesini sağlıyor. Etkileyici bir prolog sahnesiyle perdede arzı endam eden
Thelma, başkarakteri çocukluk yıllarındaki haliyle tanımamızı sağlıyor ilk
olarak. Hem de tüm film boyunca soracağımız soruların ilk tohumlarını çok
çarpıcı bir şekilde ekiyor.
Hıristiyanlık dininin sürekli hedefte olacağı filmin bu
prolog sahnesi açıkçası benim aklıma Hz. İbrahim ile oğlunun hikâyesini
getirmiyor desem yalan söylemiş olurum. Zira önce geyiğe sonra da Thelma’ya
çevrilen tüfek ile İbrahim’in önce oğluna sonra da koyuna doğrulttuğu bıçağın
pek de farkı yok. Neyse ki filmde geyik, tüfeğin hışmından kaçarak kurtuluyor.
Tabii Thelma da… Bu etkileyici giriş ile filmin tamamına yayılacak dini
referanslar ve çözmekte zorlanmamız bizzat istenilen derin mevzunun ipuçları
eteğimize atılmış oluyor. Açıkçası bu kadar soru işareti ile biz seyircileri
zorlu bir etaba davet eden Trier’in peşinden gitmek hayli heyecan da veriyor.
Yeniden Doğmuşçasına Bir Keşif…
Daha geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde Raw filmiyle
şahit olmuştuk üniversiteye giderek kendini gerçekten keşfetmeye başlayan ve bu
keşif ile fazlasıyla sancılı bir büyümeye maruz kalan karaktere. Henüz
akıllardan Justine karakterinin istemeden de olsa yaptığı vahşetin sarsıcılığı
ama aynı zamanda da çektiği acının verdiği derin sızı çıkmamışken yine aynı
yollara gark olacak bir karakter çıkıyor karşımıza.
Thelma, aşırı dindar ailesinin ilk defa onu sarıp
sarmaladığı kozasından çıkarak üniversiteye geliyor. Sürekli ailesinin
kendisine yaşattığı hayatı yaşamış, ona yansıtılanlara inanmış olan Thelma,
adeta yeniden doğmuşçasına her şeyi keşfetmeye başlıyor. Bir bebeğin tatları,
cinsel organını tanıması gibi bir keşfediş yansıyor perdeye. Yalnız Thelma’nın
tıpkı Justine gibi diğer insanlardan farklı bir özelliği var. Thelma psişik
güçlere sahip ya da Thelma’nın gözünden her şeyi gören veya algılayan biz
seyirciler öyle olduğuna inandırılıyor. Çünkü filmin başından sonuna kadar
olanlar hep Thelma’nın gözünden bizlere aktarılıyor. Bu durumda da açıkçası tek
bir kişinin aktarımının çok da güvenilir olduğunu düşünmemekteyim. Zira
başkarakter tamamen hayal dünyasında geçen bir hikâyeyi de bizlere aktarmış
olabilir. Bu nedenle Thelma’nın doğaüstü güçlerinin egemen olduğu bir hikâye
olarak herkes tarafından yansıtılmasını çok da doğru bulmuyorum. Açıkçası
Thelma, kafasında tasarladığı hayatı bizlere aktaran usta bir anlatıcı. O ne
derse inanmak zorunda kalıyoruz. Zira başka türlüsünü görmemize izin
verilmiyor.
Ama filmi her ne kadar sadece Thelma’nın hayal dünyasında
gördüğümüz gibi olduğunu düşünsem de birçok film ile akrabalıkları olduğunu
gözden kaçırmamak gerek. Sayısız filme referans olarak gösterebileceğimiz Thelma,
en çok Brian De Palma’nın kült filmi Carrie ile çok yakın bir ilişki
içerisinde. Zira dindar bir anne tarafından baskılanmış Carrie’nin okul
ortamında yaşadıkları sonucunda güçlerini keşfederek uyanışı Thelma’nın
yaşadıklarıyla birçok noktada kesişiyor. Trier’in hem ustaya saygı duruşunda
bulunmak isteyişi hem de ondan engellenemez bir şekilde esinlenişini kimse inkâr
edemez sanırım.
Cinsellik ile Başlayan Bir Keşif
Yukarıda ismini zikrettiğim filmler dışında da birçok film
ile yakın bir flört içerisine giren Thelma’nın hem dine hem de modern toplumun
dayattığı klasik aile modeline savaş açması seyirci olarak bizleri kendine
bağlayan en önemli yönleri oluyor. Zaten Hıristiyanlık kurumu ile aile
birbirini tamamen bütünlüyor filmde. Zira Thelma’nın babası ile diyalogları tam
olarak akıllara Katoliklikte var olan günah çıkarma ritüelini getiriyor. Baba, filmde
bir nevi Papaz hatta daha da ileri gidersek Tanrı rolünü üstleniyor. Fakat her
ne kadar Thelma, her anını Hıristiyanlık dinine tapınarak geçirse de dinin
çatısı altından ayrıldığı an yoldan çıkıp asıl rotasını buluyor. Ya da yıllarca
ona dikte ettirilen hayatı yaşayan ona anlatılanlara inanan, bilinçaltına
vurulan kilide ses çıkarmayan Thelma, bu esaretten en çok da cinselliği
keşfetmesiyle kurtulmaya başlıyor.
Son tahlilde Thelma, dinin ve ailenin esaretinden
kurtularak, kendini keşfeden ve bu keşifle birlikte de intikam mekanizmasını
çalıştıran güçlü bir karakter filmi. Adeta küllerinden doğan bir anka kuşu
gibi… Yer yer erotizm süslü cinsel sahnelerin muazzamlığı (birçok sahnenin
şimdiden kültleşeceğini garanti edebilirim), bir kadının esaslı hikâyesi olması
açısından feminist göndermeleri de görmezden gelmemek gerek.
Asla gerçeğin ne olduğunu anlamamıza izin
verilmeyen yapısı, peşinden soluksuzca koşmamızı sağlayan kurgusu, ilmik ilmik
işlenmiş, çetrefilli senaryosu, güçlü karakterleri, hayran olunası
oyunculukları ve elbette filmin içine sirayet etmemizi her an daha da
tetikleyen sinematografisiyle Thelma tek kelimeyle kusursuz bir film. Özellikle başkarakter Thelma’ya ilk oyunculuk
deneyimi olmasına rağmen başarıyla hayat veren Eili Harboe’ya hayranlığımı da
gizleyemeyeceğim. Özellikle bu tarz filmlerde alışık olmadığımız bir yüz ile
karşılaşmak çok daha tatmin edici bana kalırsa. Ne diyelim Trier, henüz
dördüncü filmiyle başyapıtına imza atarak ne kadar iddialı olduğunu dosta
düşmana ispatladı sanırım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder