Yaklaşan Sonun Alametleri
2002 yılında çektiği Hiçbiryerde ile yönetmenlik kariyerine politik
bir yerden başlayan Pirselimoğlu, daha sonra başladığı ölüm ve vicdan üçlemesi
ile hep takip edeceği esas güzergâhına girdi. Pirselimoğlu, üçlemenin ilk filmi
Rıza ile mesken tuttuğu İstanbul’un arka bahçelerinden olan bir semte
hapsettiği karakterinin buhranına bizi ortak ediyordu. Kamyonu bozulduğu ve
yaptıracak parası olmadığı için kamyonunu bıraktığı tamirciye çok yakın bir
otele kısılıp kalmış karakterin, yavaş yavaş dibe çekilmesine, tabiri caizse
şeytana uymasına şahit olmuştuk. Bu Kafkavari sıkışmışlığın pençesindeki
karakterin metaforu ise tam da Kafka’nın eserinden akıllara geleceği üzere bir
hamam böceğiydi.
Bu görünmez muamelesi
gören hamam böceğinin sıkıntısı, üçlemenin bir diğer halkasında da devam eder.
Lakin bu kez karakterin bu sıkıntıyı gidermek adına başvurduğu yolların kendi
meselesiyle bile alakası yoktur. İstanbul’un en çok yüz çevrilen semtlerinden
olan Altınşehir’de yaşayan karakter, öylesine büyük bir sıkıntının içine girer
ki bir kiralık katilin yarım kalan işine adar kendini. Bir nevi onun kimliğini,
işini devralır. Sıkıntının, bir bireyde can bulacağı en akıl almaz halidir bu.
Zaten Pus’taki şaşkınlığı atlattıktan sonra üçlemenin son ayağı Saç’taki
karakterin tutulduğu kadının kocasını öldürmesi ve onun yerine geçmesi çok da
şaşırtmaz. Filmin finali ise oldukça şaşırtıcı biter. Saç filminin bu en can
alıcı mevzusunu Pirselimoğlu, daha da derinleştirerek Ben O Değilim filmini
yaratır hatta. Ben O Değilim, hayata karşı takınılan umursamazlığın, kimlik
meselesinin önemsizliğinin doruk noktasıdır.
Tüm bu filmlerindeki, bir karakterin bir başkasının yerine
geçmesi ya da kendini, yaşamının devamını o karakter üzerinden devam ettirmesi,
ölülerin dirilmesi gibi durumların hepsi aslında bir nevi Yol Kenarı’nda
buluşur. Pirselimoğlu bugüne kadarki filmlerinde kişisel ölçekte değindiği
mevzuyu toplumsal olanda buluşturur yeni filminde. Yol Kenarı’nı dünyanın sonu
(kıyamet) olarak düşünürsek eğer diğer filmlerde yaşanılanlar bir nevi kişisel
ölçekte yaşanılan kıyamet alametleriydi. Yol Kenarı’nda ise toplum üzerinden
görülen alametler karşılar bizi. Yaklaşan yok oluşun alametleri… Birçok
röportajında ya da yazdığı romanlarda da dile getirdiği gibi Pirselimoğlu,
gerçekten de sona yaklaştığımızı düşünenlerden.
Son Düzlük
Gerçekten de yaklaşan sonun bugüne kadar gördüğü alametlerini
filmlerine konu edinen Pirselimoğlu, artık Yol Kenarı ile son düzlüğe
geldiğimizi söylüyor. Zira filmde karşımıza çıkan Deccal ve Mehdi temsilleri
bunun en net örnekleri. Film boyunca asla karakterler tarafından bile isimleri
zikredilmeyen Deccal ile Mehdi, olağanüstü bir görünüşe de pek sahip
değillerdir. Mehdi’nin iki kürek kemiği arasındaki leke izinden gayri
belirleyici bir fiziksel özelliği olmadığı gibi Deccal’ı temsil eden karakterin
ise hiç yoktur. Ki Deccal, kendisi gibi kıyamet zamanı yeryüzüne ineceğine
inanılan diğer İsa Mesih ve Mehdi içerisinde görünüş olarak en çok tarif
edilenidir. Deccal’ı her yerde yangın çıkmasının müsebbibi olarak, Mesih’i ise
Deccal tarafından öldürülüp tekrar dirilmesi nedeniyle tanırız. Tüm bu
nedenlerden dolayı Yol Kenarı, her ne kadar dini alametlerden referans alan bir
film olsa da son düzlükte kendi özgün dünyasını yaratıyor.
İnsanların kıyıda bekleyip uzaklara (demir almış bir gemiye)
baktığı sahne ile açılan filmde bekleyen, her şeyiyle yaklaşan her ne ise ona
teslim olmuş bir kasaba karşılıyor bizi. Bir şeylerin yolunda gitmediğini
gözlemleseler de neler olduğunu da anlayamıyor kasaba sakinleri. Birçok yerde
çıkan yangınlar, denizde demir alan geminin varlığı, kaybolan insanların olması
gibi durumlar yeterince can sıkıcıyken tüm bunlara kasabaya gelen yabancıların
ilginç durumları da ekleniyor. Her yerde yangın çıkaran karakterin Deccal,
denizden gelen karakterin Deccal tarafından öldürülüp sonra tekrar dirilmesi
nedeniyle İsa Mesih, sırtındaki iz ve iyiliğin, saflığın temsili olması gibi
birçok erdemin sahibi olan karakterin de Mehdi olarak yorumlanabileceği filmin
odağına aldığı en önemli karakter Mehdi’yi temsil eden olur.
Tansu Biçer’in hayat verdiği bu karakterin Reha Erdem’in
Kosmos filminde Sermet Yeşil’in canlandırdığı Kosmos karakteri ile çok fazla
akrabalık taşıdığını söylemeden edemeyeceğim. Dışarıdan kasabaya gelen ve
gelmesiyle birçok dengeyi sarsan, birtakım ulvi güçleri olduğuna inanılan, bir
yandan güvenilen, yardım talep edilenken bir yandan her şeyi müsebbibi görünen
bu iki karakter çok yakın akrabalar aslında. Kosmos karakterinin hastalara şifa
dağıtması beklenirken Yol Kenarı’ndaki Mehdi karakterinden şifa dağıtmakla
kalmayıp yaklaşan sonu engellemesi beklenmektedir. İdea isimli elektrikli
süpürge ile temizlik yaptırılması bunun en büyük göstergesi. Ondan bir fikir
beklerler. Gelmedikçe de inançları sarsılır. Tıpkı Kosmos’da olduğu gibi. Zaten
Erdem ile Pirselimoğlu’nun sinemasının birbirine çok uzak olduğunu da
söyleyemeyiz sonuçta. Özellikle Kosmos filminin insanlığın geldiği çıkmazı ve
bu durumun acısını her zerresinde hisseden yabancının durumu, ortak paydada
buluşturmaya yetiyor bu iki yönetmeni.
Umutsuz Bekleyiş
Yaklaşan kıyamet, kasabayı sadece derin bir bekleyişin içine
sürüklemez. Aynı zamanda hissedilen yoğun hissiyat ya da enerji, onlara bugüne
kadar yapmak isteyip de yapamadıkları şeyleri yaptırır. Kasabanın en önde gelen
isimlerinin eşlerini öldürmeleri ya da bir nevi iz sürücü (geminin olduğu yere
keşfe gitmesi ama gördüklerini kimseye anlatmaması gibi nedenlerle bu karakteri
Andrey Tarkovski’nin Stalker filmindeki iz sürücüye benzetmek mümkün) olan
karakterin karısı tarafından öldürülmesi bu durumun en net örnekleridir.
Yaklaşan sona doğru hissedilen yoğun atmosfer ya da sadece sonun yaklaştığını
bilen insanlığın hesaplardan kurtulup dilediğini yapma isteği sebep olur bu
duruma.
Şimdiye kadar dünyanın sonu konulu birçok film çekilmiş olsa
da bunlar hep bir kıyamet ya da benzeri bir vaka yaşandıktan sonrasını ele alınmıştır.
Kıyametin yaklaştığı, bir sonun gelmekte olduğunun hissedildiği filmler ise
hayli azdır. Örneğin Béla Tarr’ın A Torinói ló filmi bu konuda akla gelen ilk
filmlerden biridir. Dünya’nın kendini yok etmeye başladığı zamanlar yaşanır bu
filmde. Baba, kız ve her şeyden vazgeçmiş at, sorgusuz sualsiz sonsuz bir
kabulleniş içerisinde beklerler. Beklerler çünkü artık yapılacak bir şey
kalmamıştır. Bir ara kaçıp kurtulma girişiminde bulunsalar da bunun ne kadar
anlamsız olduğunu anlar ve vazgeçerler. Tarr, dünyanın sonuna geldiğimizi
söyleyen filmiyle aynı zamanda yönetmenlik kariyerini de sonlandırmıştır. Zira
söyleyecek sözü kalmadığını söylemiştir usta. Her ne kadar Pirselimoğlu’nun
söyleyecekleri henüz bitmemiş olsa da bu anlamda Pirselimoğlu ile Tarr arasında
hem hissiyat hem de dile getirmek istedikleriyle ilgili oldukça çok ortak yönleri
vardır.
Yol Kenarı, beklenilen mutlak son açısından diktatörlüğü,
baskıyı, zulmü de açık etmekten kaçınmıyor. Yol Kenarı, kutsal dinlerde
anlatıldığı gibi bir sondan yola çıkmıyor tam olarak. Dünyanın birçok yerinde
yaşanılan diktatörlükler aslında bu sonu işaret ediyor. Televizyonda ve
billboardlarda bir an bile görüntüsü kaybolmayan ve muhtemelen ülkenin
başkanının görüntüsü, akıllara öncelikle 1984’ü getirmekte. George Orwell’ın
romanı olan 1984, daha sonra Michael Radford tarafından filme de çekilmişti. Yaşanılan
her yerde, evde, iş yerinde ekranlarda diktatörün görüntüsü ve söylevleri dönüp
durur 1984’te. Ve daha sonra birçok bilim-kurgu filminde de bu karşımıza
çıkmıştır bu durum. Hatta geçen yıl izlediğimiz Ceylan Özgün Özçelik imzalı
Kaygı’da yine benzer bir durum vardı. Pirselimoğlu’da her an insanların
ensesinde hissettiği baskıyı, kasveti televizyon ve billboardlarla aktarır.
Yine kitapların toplanıp yakıldığı ya da gerçekleri yazan basın organlarının
cezalandırılması, kasabanın devleti temsil eden ileri gelenlerinin suç
işlemeleri ve birbirlerinin her daim arkalarını toplamaları zaman ve mekânın
belirsiz olduğu bu filmde pek de yabancı gelecek şeyler değil aslında.
Filme seçilen bir tarafı deniz bir tarafı da orman olan
kasabanın çıkışsızlığı, uzaklığı, ulaşılmazlığı da çok yerinde bir tercih. Zira
filmdeki mekânın bir tarafının tamamıyla orman olması ve ormanların Deccal
tarafından sürekli yakılması aslında yine çok tanıdık bir durum. Pirselimoğlu
bir yandan Deccal üzerinden ateşi metaforlaştırırken bir yandan da her gün
yaşanılan gerçek bir durumu perdeye taşır. Filmin geçtiği Karadeniz kıyıları
yıllardır rant alanına çevrilmek için bile isteye insan deccaller tarafından
yakılır ne de olsa.
Her Şey İnsanlığın Elinde
Yol Kenarı’ndan bahsederken çokça film ve yönetmen ismi
zikretmişken bir ismin daha mutlaka adını anmak gerekiyor. Yol Kenarı’nın her
bir anında Theodoros Angelopoulos’un bir filmini izliyormuşsun gibi hissetmek
mümkün. Bunun müsebbibi ise tabii ki Andreas Sinanos. Angelopoulos’a uzun
yıllar görüntü yönetmenliği yapan Andreas Sinanos, yine tüm marifetini
sergileyerek kusursuz bir işe imza atıyor. Yol Kenarı’nın hissiyatını aktarmak
için Sinanos dışında bir görüntü yönetmeni ile çalışmak büyük bir talihsizlik
olurdu zira. Anlatılan kasvetli, sisli, puslu bir dünyanın tasvirini en etkili
şekilde yapan isimlerden biri Sinanos. Fakat Yol Kenarı’nın Angelopoulos’un
sineması ile olan bağlantısı bundan öte değil.
Örneğin uzun plan sekansların ustası olan Angelopoulos sinemasının
aksine Pirselimoğlu şaşırtıcı derecede kısa planlar tercih ediyor. Şaşırtıcı
diyorum çünkü genelde bu tarz anlatıların duygusuna paralel olarak plan sayısı
da azalır. Yani genelde yönetmenler bu iki durumu birlikte çok kullandıkları
için seyircide böyle bir beklenti oluşmuştur. Yol Kenarı bu beklentiyi boşa
çıkarıyor. Oldukça kısa planlar çıkıyor karşımıza. Bu da kesik kesik olan bir
nevi can çekişmekte olan hayatımıza benziyor aslında. Zaten televizyon yayınındaki
durum da aynen böyledir. Ekranda beliren yüzün arka planında bozulup can
çekişen görüntü vardır. Televizyonun eski dönemlerini gören daha eski nesile
çok tanıdık gelen bir durumdur bu. Karıncalı ve kesik kesik akan görüntü.
Uzun süresi, siyah beyaz görüntüsü, kasvetli atmosferi ve
belli bir çözüm sunmadığı için etkisi kat be kat artan umutsuz yapısıyla Yol
Kenarı, izlenmesi kolay olmayan bir film. Seyirciyi içine alıp sarıp sarmalayan
bir film değil Yol Kenarı. Sinematografisinden, senaryosuna kadar her şeyi de
bu tercihe hizmet ediyor zaten. Filmin en çarpıcı yanı ise distopik bir filmde
gördüğümüz her şeyin yaşadığımız zamanlarda hiç de gerçek dışı şeyler olmaması.
Aslında gördüklerimizin hepsi yaşadığımız şeyler. Ne dinlerde bahsedildiği gibi
Deccal ile Mehdi’nin gelmesine ne de İsa Mesih’in dirilmesine gerek yok. Her
şey insan olan deccaller tarafından yapılıyor. Peki, bu deccallerden kurtulmak
için insan olan mehdiler ve Mesihler yetmez mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder