15 Eylül 2018 Cumartesi

Yol Kenarı: Umut Gerçekten Hiç Yok mu?


Yaklaşan Sonun Alametleri

2002 yılında çektiği Hiçbiryerde ile yönetmenlik kariyerine politik bir yerden başlayan Pirselimoğlu, daha sonra başladığı ölüm ve vicdan üçlemesi ile hep takip edeceği esas güzergâhına girdi. Pirselimoğlu, üçlemenin ilk filmi Rıza ile mesken tuttuğu İstanbul’un arka bahçelerinden olan bir semte hapsettiği karakterinin buhranına bizi ortak ediyordu. Kamyonu bozulduğu ve yaptıracak parası olmadığı için kamyonunu bıraktığı tamirciye çok yakın bir otele kısılıp kalmış karakterin, yavaş yavaş dibe çekilmesine, tabiri caizse şeytana uymasına şahit olmuştuk. Bu Kafkavari sıkışmışlığın pençesindeki karakterin metaforu ise tam da Kafka’nın eserinden akıllara geleceği üzere bir hamam böceğiydi.

 Bu görünmez muamelesi gören hamam böceğinin sıkıntısı, üçlemenin bir diğer halkasında da devam eder. Lakin bu kez karakterin bu sıkıntıyı gidermek adına başvurduğu yolların kendi meselesiyle bile alakası yoktur. İstanbul’un en çok yüz çevrilen semtlerinden olan Altınşehir’de yaşayan karakter, öylesine büyük bir sıkıntının içine girer ki bir kiralık katilin yarım kalan işine adar kendini. Bir nevi onun kimliğini, işini devralır. Sıkıntının, bir bireyde can bulacağı en akıl almaz halidir bu. Zaten Pus’taki şaşkınlığı atlattıktan sonra üçlemenin son ayağı Saç’taki karakterin tutulduğu kadının kocasını öldürmesi ve onun yerine geçmesi çok da şaşırtmaz. Filmin finali ise oldukça şaşırtıcı biter. Saç filminin bu en can alıcı mevzusunu Pirselimoğlu, daha da derinleştirerek Ben O Değilim filmini yaratır hatta. Ben O Değilim, hayata karşı takınılan umursamazlığın, kimlik meselesinin önemsizliğinin doruk noktasıdır.

Tüm bu filmlerindeki, bir karakterin bir başkasının yerine geçmesi ya da kendini, yaşamının devamını o karakter üzerinden devam ettirmesi, ölülerin dirilmesi gibi durumların hepsi aslında bir nevi Yol Kenarı’nda buluşur. Pirselimoğlu bugüne kadarki filmlerinde kişisel ölçekte değindiği mevzuyu toplumsal olanda buluşturur yeni filminde. Yol Kenarı’nı dünyanın sonu (kıyamet) olarak düşünürsek eğer diğer filmlerde yaşanılanlar bir nevi kişisel ölçekte yaşanılan kıyamet alametleriydi. Yol Kenarı’nda ise toplum üzerinden görülen alametler karşılar bizi. Yaklaşan yok oluşun alametleri… Birçok röportajında ya da yazdığı romanlarda da dile getirdiği gibi Pirselimoğlu, gerçekten de sona yaklaştığımızı düşünenlerden.

Son Düzlük

Gerçekten de yaklaşan sonun bugüne kadar gördüğü alametlerini filmlerine konu edinen Pirselimoğlu, artık Yol Kenarı ile son düzlüğe geldiğimizi söylüyor. Zira filmde karşımıza çıkan Deccal ve Mehdi temsilleri bunun en net örnekleri. Film boyunca asla karakterler tarafından bile isimleri zikredilmeyen Deccal ile Mehdi, olağanüstü bir görünüşe de pek sahip değillerdir. Mehdi’nin iki kürek kemiği arasındaki leke izinden gayri belirleyici bir fiziksel özelliği olmadığı gibi Deccal’ı temsil eden karakterin ise hiç yoktur. Ki Deccal, kendisi gibi kıyamet zamanı yeryüzüne ineceğine inanılan diğer İsa Mesih ve Mehdi içerisinde görünüş olarak en çok tarif edilenidir. Deccal’ı her yerde yangın çıkmasının müsebbibi olarak, Mesih’i ise Deccal tarafından öldürülüp tekrar dirilmesi nedeniyle tanırız. Tüm bu nedenlerden dolayı Yol Kenarı, her ne kadar dini alametlerden referans alan bir film olsa da son düzlükte kendi özgün dünyasını yaratıyor.

İnsanların kıyıda bekleyip uzaklara (demir almış bir gemiye) baktığı sahne ile açılan filmde bekleyen, her şeyiyle yaklaşan her ne ise ona teslim olmuş bir kasaba karşılıyor bizi. Bir şeylerin yolunda gitmediğini gözlemleseler de neler olduğunu da anlayamıyor kasaba sakinleri. Birçok yerde çıkan yangınlar, denizde demir alan geminin varlığı, kaybolan insanların olması gibi durumlar yeterince can sıkıcıyken tüm bunlara kasabaya gelen yabancıların ilginç durumları da ekleniyor. Her yerde yangın çıkaran karakterin Deccal, denizden gelen karakterin Deccal tarafından öldürülüp sonra tekrar dirilmesi nedeniyle İsa Mesih, sırtındaki iz ve iyiliğin, saflığın temsili olması gibi birçok erdemin sahibi olan karakterin de Mehdi olarak yorumlanabileceği filmin odağına aldığı en önemli karakter Mehdi’yi temsil eden olur.

Tansu Biçer’in hayat verdiği bu karakterin Reha Erdem’in Kosmos filminde Sermet Yeşil’in canlandırdığı Kosmos karakteri ile çok fazla akrabalık taşıdığını söylemeden edemeyeceğim. Dışarıdan kasabaya gelen ve gelmesiyle birçok dengeyi sarsan, birtakım ulvi güçleri olduğuna inanılan, bir yandan güvenilen, yardım talep edilenken bir yandan her şeyi müsebbibi görünen bu iki karakter çok yakın akrabalar aslında. Kosmos karakterinin hastalara şifa dağıtması beklenirken Yol Kenarı’ndaki Mehdi karakterinden şifa dağıtmakla kalmayıp yaklaşan sonu engellemesi beklenmektedir. İdea isimli elektrikli süpürge ile temizlik yaptırılması bunun en büyük göstergesi. Ondan bir fikir beklerler. Gelmedikçe de inançları sarsılır. Tıpkı Kosmos’da olduğu gibi. Zaten Erdem ile Pirselimoğlu’nun sinemasının birbirine çok uzak olduğunu da söyleyemeyiz sonuçta. Özellikle Kosmos filminin insanlığın geldiği çıkmazı ve bu durumun acısını her zerresinde hisseden yabancının durumu, ortak paydada buluşturmaya yetiyor bu iki yönetmeni.

Umutsuz Bekleyiş

Yaklaşan kıyamet, kasabayı sadece derin bir bekleyişin içine sürüklemez. Aynı zamanda hissedilen yoğun hissiyat ya da enerji, onlara bugüne kadar yapmak isteyip de yapamadıkları şeyleri yaptırır. Kasabanın en önde gelen isimlerinin eşlerini öldürmeleri ya da bir nevi iz sürücü (geminin olduğu yere keşfe gitmesi ama gördüklerini kimseye anlatmaması gibi nedenlerle bu karakteri Andrey Tarkovski’nin Stalker filmindeki iz sürücüye benzetmek mümkün) olan karakterin karısı tarafından öldürülmesi bu durumun en net örnekleridir. Yaklaşan sona doğru hissedilen yoğun atmosfer ya da sadece sonun yaklaştığını bilen insanlığın hesaplardan kurtulup dilediğini yapma isteği sebep olur bu duruma.

Şimdiye kadar dünyanın sonu konulu birçok film çekilmiş olsa da bunlar hep bir kıyamet ya da benzeri bir vaka yaşandıktan sonrasını ele alınmıştır. Kıyametin yaklaştığı, bir sonun gelmekte olduğunun hissedildiği filmler ise hayli azdır. Örneğin Béla Tarr’ın A Torinói ló filmi bu konuda akla gelen ilk filmlerden biridir. Dünya’nın kendini yok etmeye başladığı zamanlar yaşanır bu filmde. Baba, kız ve her şeyden vazgeçmiş at, sorgusuz sualsiz sonsuz bir kabulleniş içerisinde beklerler. Beklerler çünkü artık yapılacak bir şey kalmamıştır. Bir ara kaçıp kurtulma girişiminde bulunsalar da bunun ne kadar anlamsız olduğunu anlar ve vazgeçerler. Tarr, dünyanın sonuna geldiğimizi söyleyen filmiyle aynı zamanda yönetmenlik kariyerini de sonlandırmıştır. Zira söyleyecek sözü kalmadığını söylemiştir usta. Her ne kadar Pirselimoğlu’nun söyleyecekleri henüz bitmemiş olsa da bu anlamda Pirselimoğlu ile Tarr arasında hem hissiyat hem de dile getirmek istedikleriyle ilgili oldukça çok ortak yönleri vardır.

Yol Kenarı, beklenilen mutlak son açısından diktatörlüğü, baskıyı, zulmü de açık etmekten kaçınmıyor. Yol Kenarı, kutsal dinlerde anlatıldığı gibi bir sondan yola çıkmıyor tam olarak. Dünyanın birçok yerinde yaşanılan diktatörlükler aslında bu sonu işaret ediyor. Televizyonda ve billboardlarda bir an bile görüntüsü kaybolmayan ve muhtemelen ülkenin başkanının görüntüsü, akıllara öncelikle 1984’ü getirmekte. George Orwell’ın romanı olan 1984, daha sonra Michael Radford tarafından filme de çekilmişti. Yaşanılan her yerde, evde, iş yerinde ekranlarda diktatörün görüntüsü ve söylevleri dönüp durur 1984’te. Ve daha sonra birçok bilim-kurgu filminde de bu karşımıza çıkmıştır bu durum. Hatta geçen yıl izlediğimiz Ceylan Özgün Özçelik imzalı Kaygı’da yine benzer bir durum vardı. Pirselimoğlu’da her an insanların ensesinde hissettiği baskıyı, kasveti televizyon ve billboardlarla aktarır. Yine kitapların toplanıp yakıldığı ya da gerçekleri yazan basın organlarının cezalandırılması, kasabanın devleti temsil eden ileri gelenlerinin suç işlemeleri ve birbirlerinin her daim arkalarını toplamaları zaman ve mekânın belirsiz olduğu bu filmde pek de yabancı gelecek şeyler değil aslında.

Filme seçilen bir tarafı deniz bir tarafı da orman olan kasabanın çıkışsızlığı, uzaklığı, ulaşılmazlığı da çok yerinde bir tercih. Zira filmdeki mekânın bir tarafının tamamıyla orman olması ve ormanların Deccal tarafından sürekli yakılması aslında yine çok tanıdık bir durum. Pirselimoğlu bir yandan Deccal üzerinden ateşi metaforlaştırırken bir yandan da her gün yaşanılan gerçek bir durumu perdeye taşır. Filmin geçtiği Karadeniz kıyıları yıllardır rant alanına çevrilmek için bile isteye insan deccaller tarafından yakılır ne de olsa.

Her Şey İnsanlığın Elinde

Yol Kenarı’ndan bahsederken çokça film ve yönetmen ismi zikretmişken bir ismin daha mutlaka adını anmak gerekiyor. Yol Kenarı’nın her bir anında Theodoros Angelopoulos’un bir filmini izliyormuşsun gibi hissetmek mümkün. Bunun müsebbibi ise tabii ki Andreas Sinanos. Angelopoulos’a uzun yıllar görüntü yönetmenliği yapan Andreas Sinanos, yine tüm marifetini sergileyerek kusursuz bir işe imza atıyor. Yol Kenarı’nın hissiyatını aktarmak için Sinanos dışında bir görüntü yönetmeni ile çalışmak büyük bir talihsizlik olurdu zira. Anlatılan kasvetli, sisli, puslu bir dünyanın tasvirini en etkili şekilde yapan isimlerden biri Sinanos. Fakat Yol Kenarı’nın Angelopoulos’un sineması ile olan bağlantısı bundan öte değil.

Örneğin uzun plan sekansların ustası olan Angelopoulos sinemasının aksine Pirselimoğlu şaşırtıcı derecede kısa planlar tercih ediyor. Şaşırtıcı diyorum çünkü genelde bu tarz anlatıların duygusuna paralel olarak plan sayısı da azalır. Yani genelde yönetmenler bu iki durumu birlikte çok kullandıkları için seyircide böyle bir beklenti oluşmuştur. Yol Kenarı bu beklentiyi boşa çıkarıyor. Oldukça kısa planlar çıkıyor karşımıza. Bu da kesik kesik olan bir nevi can çekişmekte olan hayatımıza benziyor aslında. Zaten televizyon yayınındaki durum da aynen böyledir. Ekranda beliren yüzün arka planında bozulup can çekişen görüntü vardır. Televizyonun eski dönemlerini gören daha eski nesile çok tanıdık gelen bir durumdur bu. Karıncalı ve kesik kesik akan görüntü.

Uzun süresi, siyah beyaz görüntüsü, kasvetli atmosferi ve belli bir çözüm sunmadığı için etkisi kat be kat artan umutsuz yapısıyla Yol Kenarı, izlenmesi kolay olmayan bir film. Seyirciyi içine alıp sarıp sarmalayan bir film değil Yol Kenarı. Sinematografisinden, senaryosuna kadar her şeyi de bu tercihe hizmet ediyor zaten. Filmin en çarpıcı yanı ise distopik bir filmde gördüğümüz her şeyin yaşadığımız zamanlarda hiç de gerçek dışı şeyler olmaması. Aslında gördüklerimizin hepsi yaşadığımız şeyler. Ne dinlerde bahsedildiği gibi Deccal ile Mehdi’nin gelmesine ne de İsa Mesih’in dirilmesine gerek yok. Her şey insan olan deccaller tarafından yapılıyor. Peki, bu deccallerden kurtulmak için insan olan mehdiler ve Mesihler yetmez mi?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder