”Anıların son kullanma tarihi var mıdır? Hatıralar kutulansaydı onların da son kullanma tarihi olur muydu? Eğer öyleyse asırlar boyu bozulmamalarını isterdim.”
Çin'in güney kıyısında bulunan, 1 Temmuz 1997 tarihine kadar
Britanya Krallığına bağlı sömürge bir adalar grubuyken, bu tarihten itibaren
Çin Halk Cumhuriyeti'ne bağlı özel yönetim bölgesi olan Hong Kong, dikine
büyüyen bir yerleşim yeri. İngiliz ve Çin kültüründen harmanlanan melez bir
yapısı olan Hong Kong, aynı zamanda Hintli, Bangadeşli, Pakistanlı göçmenleri
de barındıran tam anlamıyla kozmopolit bir yer. Hong Kong, dünyanın en çok gökdelenine
sahip bir yer olduğundan dolayı gösterişli bir görünüme sahiptir. Fakat buna
rağmen nüfusun büyük bir kısmı evsizdir ya da teknelerde, illegal bir şekilde
bölünerek çoğaltılmış tabutvari evlerde yaşamaktadır. Okyanusun ortasında
etrafı yemyeşil dağlarla örülü, dışarıdan rüya gibi görünen Hong Kong’un
aslında bir hapishaneden çok da farkı yoktur. Hatta hücre tipi bir hapishane
demek daha doğru olacaktır. En azından geniş bir kesim için durum budur.
İşte henüz beş yaşında ailesiyle Şanghay’dan göç ederek Hong
Kong’a yerleşen Kar-Wai Wong’un üçüncü uzun metraj kurmaca filmi Chungking Express’i Hong Kong’un
yukarıda bahsi geçen durumlarıyla ayrı değerlendirmek imkânsız. Zira Wong, her
ne kadar aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni unvanının en önemli
temsilcilerinden biri olarak tanınsa da aynı zamanda Hong Kong’u perdeye en
gerçek haliyle yansıtan isimlerden de biri. Hong Kong İkinci Yeni Dalgası’nın
(Fransız Yeni Dalagası’ndan çokça etkilenen bir akım) en önemli
temsilcilerinden olan Wong, tabi olduğu akımın bir gereği olarak yaşadığı
toprakların sosyal ve siyasi durumuna perde aralamaktan geri durmaz. Aksi halde
iki farklı aşk hikâyesini ele alan Chungking
Express bir melodram olmaktan öteye gidemeyebilirdi. Fakat film, daha
başlangıç anlarından başlayarak iki saat süresince perdeye yansıyacakların
aşktan öte şeyler anlatacağının sinyalini veriyor. Bunlardan en önemlisi son kullanma
tarihi geçmiş bir ülke elbette.
Sarı peruklu kadının peşinden Hong Kong’un arka sokaklarını
dolaşarak başlıyoruz filmi izlemeye. Bu gördüğümüz mekân aslında genelde alt
sınıfın ve göçmenlerin yaşadığı bölgeye ait. Hatta Sarı peruklu kadının
yürürken göz göze geldiği kişilerin her birinin farklı ırklardan olduğunu
gözlemlemek mümkün. Wong, bu gözlemi yapabilmemiz için saniyelerle de olsa kısa
esler veriyor bu anlarda. Daha sonra polis memuru 223’ün bir suçluyu yakalamaya
çalışmasını fırsat bilerek onun peşine takılan kamerayla kalabalığa daha çok
karışıp adeta o kasvetli, boğucu, tıkış tıkış atmosferin içine bizi sokmak
istiyor Wong. Hareketli el kamerasının ve slow motion tercihinin de bu konuda
katkısı var elbette. Bir gökdelenin tepesinden görebildiğimiz gökyüzünde ise
sis ve kasvetten başka bir şey göstermeyen Wong, ne yukarıda ne de aşağıda
nefes almanın mümkün olmadığını dile getirerek biz seyircileri nasıl bir hikâyeye
ortak edeceğini belli ediyor. Yine filmi oldukça dar bir kadrajdan ve röntgenci
bir kamera açısından izlememiz de bu hissiyatı sürekli besliyor.
“Bazen aşkta çok
talihsiziz. Ben böyle olduğumda koşarım. Koştuğun zaman vücudun su kaybeder. Geriye
gözyaşları için su kalmaz .”
Yine filmdeki iki aşk hikâyesine de ev sahipliği yapan
yürüyen merdivenin azımsanmayacak bir önemi var. Açık havada bulunan dünyanın
en büyük yürüyen merdiveni, gitmeye çalışıp gidemeyen ya da gitse bile bir süre
sonra tekrar dönen karakterlerin durumunu temsil etmek için kullanılan bir
metafor görevi üstleniyor aslında. Özellikle filmdeki kadınların sürekli gitme
hayali kurduğunu, gidip geri döndüğünü gözlemliyoruz sürekli. Erkeklerse bu
kadarını bile yapacak cesareti olmayan karakterler. Öyle ki erkek karakterler
bırak uzaklara kaçmak gibi cesaret gerektiren bir hamleyi yapmayı; gerçekleri
bile kabullenmeyen, doğruları öğrenme korkusundan mektupları bile açamayan,
aynı yerlerde dolaşıp aynı yiyecekleri yiyen, paramparça olsa da aynı bezi
kullanıp duran değişime kapalı bir yapıya sahipler.
Elbette erkekleri sırf bu sebeplerle sığ karakterler olarak
düşünmemeliyiz. Zira Wong’un her bir karakteri,ayrı ayrı incelikli bir şekilde
yarattığını gözlemlemek mümkün. Sarı peruklu kadının, güneş gözlüğü ve pardösüsüyle
birlikte Uzakdoğulu kimliğini örten yapısı ve göçmenlere karşı yaklaşımı gibi
durumlardan dolayı Hong Kong’dan hâlâ temizlenmemiş İngiliz sömürgeciliğini,
gerçek hayatta Hong Kong’da çok ünlü bir şarkıcı olan Faye Wong tarafından
hayat verilen Faye karakterinin ise Amerika rüyasına kapılmış Hong Kong
gençliğini temsil ettiği söylenebilir. Önceki sevgilileri tarafından terk
edilen 663 ve 223 ise daha mütevazı istekleri olan karakterler. İkisinin acının
üstesinden gelme konusunda ilginç alışkanlıkları var. 223 ağlamamak için
koşarak vücudundan sıvı atan 663 ise kendi ruhsal durumunu evdeki eşyalara
yansıtan bir karakter. Bunun yanında birçok ortak yönleri var. Yalnızlığa
alışık değiller, aynı mekâna (Geceyarısı Ekspresi, filmde iki hikâyenin de
kesişim noktası) takılıyorlar sürekli, ikisi de şefin salatasına tutkulu…
“Pek de özel bir yer
değilmiş aslında.”
Bu karakterleri film boyunca hem izliyor hem de zaman zaman iç
sesleriyle onları daha yakından tanıyoruz. Aynı zamanda 663’ün eski kız
arkadaşıyla olan hatıralarını flashback sayesinde bizzat görmüş de oluyoruz.
Tabii bu sahneyi yine 663’ün iç sesi eşliğinde öğrendiğimiz için ne kadarının
doğru olduğu konusunda emin olmamız pek mümkün değil. Zira 663, yaşadıklarını
nasıl istiyorsa öyle de hatırlıyor olabilir sonuçta. Fakat biz seyircilere
başka bir alternatif sunulmadığı için 663’e inanmaktan başka çaremiz yok.
Geçmişe dair anılara ait bilgimiz bu şekilde kısıtlıyken yine Faye’nin bir yıl
boyunca Kaliforniya’da ne yaptığını ya da bu süreci 663’ün nasıl geçirdiğini de
asla öğrenemiyoruz.
Wong, uzun bir zaman atlaması yaparak bu bir yılı hikâyede
anlatmamayı tercih ediyor. Bu tercihinde Faye ile Kaliforniya’ya gitmeme
sebebini anlamak mümkün: Bir Hong Kong filminde Kaliforniya’ya gitmek hikâyeyi
özünden uzaklaştırabilirdi. Ve zaten Faye’nin Kaliforniya’da ne yaptığı çok da
önemli değildir. Önemli olan orada aradığını bulup bulamadığı. Zaten bunun
yanıtını da Faye, “Pek de özel bir yer
değilmiş aslında” diyerek cevaplıyor. Yine filmin bu final sahnesinin 663
ile Faye’nin birlikte olduğu daha önceki sahneyle oldukça benzerlik taşıdığını
fark etmemek mümkün değil. Ama bu defa 663 tezgâhın arkasına Faye ise tezgâhın
önüne geçmiştir. 663 sivil, Faye ise üniformalıdır. Sadece roller değişmiştir.
Faye, arzu nesnesi olmuş (663’ün Faye’ye olan bakışlarına dikkat etmek gerek),
663 ise arzulayan konumuna geçmiştir. Daha önceki sahnede ise durum tam olarak
tersiydi. Wong, bu hamlesiyle kadını kutsamak istemiştir diyebiliriz pek tabii.
Wong, güçlü kadın karakterlerinin yanında daha pasif
erkekleri perdeye yansıtırken genel olarak yan karakterler de dâhil olmak üzere
mutsuz insanları getiriyor karşımıza. Nefes alacak yeri kalmamış, dejenere
olmuş, yasadışı işlerin alıp başını yürüdüğü bir ülkenin insanları olarak
mutsuzluklarını anlıyoruz elbet. Adım atacak yeri kalmamış sokakları ve
binaları nedeniyle rahat nefes alabilmenin bile zorlaştığı bir yerde kısılıp
kalmış karakterlerimizi Wong, tek başına perdeye taşırken kadraja mutlaka
Amerikan ürünlerinden birini yerleştiriyor. Coca Cola, McDonald's, Pringles
markalarının gözümüze gözümüze sokulduğu anlar saymakla bitmez. Adeta ürün
yerleştirme yapılmışçasına çok karşımıza gelen bu büyük markaların yani
Amerikan kültürünün Hong Kong’u ele geçirdiği dile getirilmiş oluyor. Yine
birçok dükkân isminin İngilizce olması da aynı sorunu işaret ediyor.
“Yüksek sesli müzik
beni düşünmekten alıkoyuyor.”
Chungking Express’inin anlattığı hikâyelere eşlik eden adeta
o hikâyeler ile özdeşleşen şarkılarından bahsetmeden olmaz tabii. 223 ile Sarı
peruklu kadının hikâyesine eşlik eden Fornication in Space ve 663 ile Faye’nin
hikâyesine eşlik eden The Mamas and The Papas adlı gruptan dinlediğimiz
California Dreamin, film için oldukça önemli. Özellikle California Dreamin’in
sözleri, Kaliforniya hayalleri kuran Faye’nin duygularının dile gelmiş hali
adeta. Bu iki parçanın yanında Faye’nin kendi sesinden dinlediğimiz
şarkılarının da varlığı filmin yapısıyla çok iyi uyum sağlıyor. Chungking
Express’ini müzikler olmadan düşünmek epey güç olur sanırım.
Filmin müziklerle yaptığı göndermelerin yanında başka
referanslara da ev sahipliği yapıyor. Fransız Yeni Dalgası’ndan oldukça
etkilenen Wong, Jean-Luc Godard’a selam göndermeden edemez. Alphaville, une
étrange aventure de Lemmy Caution (Alphaville, Lemmy Caution'un Garip Serüveni)
filmine yapılan homage, aynı zamanda film ile özdeşleşen anlardan da biri olur.
Kar-Wai Wong’un gündüzleri senaryosunu yazıp akşamları da el
kamerasıyla çektiği Chungking Express sadece 23 günde tamamlanır. Birbiriyle iç
içe geçmeyen, farklı bir akış izleyen iki aşk hikâyesinden 663 ile Faye’nin
hikâyesinin daha ön plana çıktığını ise söyleyebiliriz sanırım. Her ne kadar
aşk hikâyeleriyle bizleri buluşturan Chungking Express’inin aynı zamanda
ayrılık meselesinden de fazlasıyla bahsettiği bir gerçek. Hatta Wong, filminin
arka fon rengi olarak aşkın ve tutkunun rengi kırmızıdan daha çok ayrılığın
rengi sarıyı tercih ediyor. Kırmızının da yer yer kendine yer bulduğu filmde,
yeşil renk ise sarıya en çok eşlik eden oluyor. Wong’un vazgeçemediği
isimlerden olan Christopher Doyle‘nin mükemmel görüntü yönetmenliği ile
renklerin perdedeki etkileyiciliği bir kat daha artıyor tabii. Yine oldukça dar
mekânlarda yapılan çekimlerde aynalarla kazandırılan derinlik etkileyiciliği
arttıran bir diğer etken. Baş döndürecek denli hızlı bir kurguya sahip filmin,
bir an bile dikkat dağınıklığına izin vermediği gönül rahatlığıyla söylenebilir.
Hatta film bittikten sonra bile diyalogları, replikleri ve derinlikli
karakterleriyle kolay kolay unutulmayacak bir film Chungking Express.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder