15 Eylül 2018 Cumartesi

Chungking Express



”Anıların son kullanma tarihi var mıdır? Hatıralar kutulansaydı onların da son kullanma tarihi olur muydu? Eğer öyleyse asırlar boyu bozulmamalarını isterdim.”

Çin'in güney kıyısında bulunan, 1 Temmuz 1997 tarihine kadar Britanya Krallığına bağlı sömürge bir adalar grubuyken, bu tarihten itibaren Çin Halk Cumhuriyeti'ne bağlı özel yönetim bölgesi olan Hong Kong, dikine büyüyen bir yerleşim yeri. İngiliz ve Çin kültüründen harmanlanan melez bir yapısı olan Hong Kong, aynı zamanda Hintli, Bangadeşli, Pakistanlı göçmenleri de barındıran tam anlamıyla kozmopolit bir yer. Hong Kong, dünyanın en çok gökdelenine sahip bir yer olduğundan dolayı gösterişli bir görünüme sahiptir. Fakat buna rağmen nüfusun büyük bir kısmı evsizdir ya da teknelerde, illegal bir şekilde bölünerek çoğaltılmış tabutvari evlerde yaşamaktadır. Okyanusun ortasında etrafı yemyeşil dağlarla örülü, dışarıdan rüya gibi görünen Hong Kong’un aslında bir hapishaneden çok da farkı yoktur. Hatta hücre tipi bir hapishane demek daha doğru olacaktır. En azından geniş bir kesim için durum budur.

İşte henüz beş yaşında ailesiyle Şanghay’dan göç ederek Hong Kong’a yerleşen Kar-Wai Wong’un üçüncü uzun metraj kurmaca filmi Chungking Express’i Hong Kong’un yukarıda bahsi geçen durumlarıyla ayrı değerlendirmek imkânsız. Zira Wong, her ne kadar aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni unvanının en önemli temsilcilerinden biri olarak tanınsa da aynı zamanda Hong Kong’u perdeye en gerçek haliyle yansıtan isimlerden de biri. Hong Kong İkinci Yeni Dalgası’nın (Fransız Yeni Dalagası’ndan çokça etkilenen bir akım) en önemli temsilcilerinden olan Wong, tabi olduğu akımın bir gereği olarak yaşadığı toprakların sosyal ve siyasi durumuna perde aralamaktan geri durmaz. Aksi halde iki farklı aşk hikâyesini ele alan Chungking Express bir melodram olmaktan öteye gidemeyebilirdi. Fakat film, daha başlangıç anlarından başlayarak iki saat süresince perdeye yansıyacakların aşktan öte şeyler anlatacağının sinyalini veriyor. Bunlardan en önemlisi son kullanma tarihi geçmiş bir ülke elbette.

Sarı peruklu kadının peşinden Hong Kong’un arka sokaklarını dolaşarak başlıyoruz filmi izlemeye. Bu gördüğümüz mekân aslında genelde alt sınıfın ve göçmenlerin yaşadığı bölgeye ait. Hatta Sarı peruklu kadının yürürken göz göze geldiği kişilerin her birinin farklı ırklardan olduğunu gözlemlemek mümkün. Wong, bu gözlemi yapabilmemiz için saniyelerle de olsa kısa esler veriyor bu anlarda. Daha sonra polis memuru 223’ün bir suçluyu yakalamaya çalışmasını fırsat bilerek onun peşine takılan kamerayla kalabalığa daha çok karışıp adeta o kasvetli, boğucu, tıkış tıkış atmosferin içine bizi sokmak istiyor Wong. Hareketli el kamerasının ve slow motion tercihinin de bu konuda katkısı var elbette. Bir gökdelenin tepesinden görebildiğimiz gökyüzünde ise sis ve kasvetten başka bir şey göstermeyen Wong, ne yukarıda ne de aşağıda nefes almanın mümkün olmadığını dile getirerek biz seyircileri nasıl bir hikâyeye ortak edeceğini belli ediyor. Yine filmi oldukça dar bir kadrajdan ve röntgenci bir kamera açısından izlememiz de bu hissiyatı sürekli besliyor.


“Bazen aşkta çok talihsiziz. Ben böyle olduğumda koşarım. Koştuğun zaman vücudun su kaybeder. Geriye gözyaşları için su kalmaz .”

Yine filmdeki iki aşk hikâyesine de ev sahipliği yapan yürüyen merdivenin azımsanmayacak bir önemi var. Açık havada bulunan dünyanın en büyük yürüyen merdiveni, gitmeye çalışıp gidemeyen ya da gitse bile bir süre sonra tekrar dönen karakterlerin durumunu temsil etmek için kullanılan bir metafor görevi üstleniyor aslında. Özellikle filmdeki kadınların sürekli gitme hayali kurduğunu, gidip geri döndüğünü gözlemliyoruz sürekli. Erkeklerse bu kadarını bile yapacak cesareti olmayan karakterler. Öyle ki erkek karakterler bırak uzaklara kaçmak gibi cesaret gerektiren bir hamleyi yapmayı; gerçekleri bile kabullenmeyen, doğruları öğrenme korkusundan mektupları bile açamayan, aynı yerlerde dolaşıp aynı yiyecekleri yiyen, paramparça olsa da aynı bezi kullanıp duran değişime kapalı bir yapıya sahipler.

Elbette erkekleri sırf bu sebeplerle sığ karakterler olarak düşünmemeliyiz. Zira Wong’un her bir karakteri,ayrı ayrı incelikli bir şekilde yarattığını gözlemlemek mümkün. Sarı peruklu kadının, güneş gözlüğü ve pardösüsüyle birlikte Uzakdoğulu kimliğini örten yapısı ve göçmenlere karşı yaklaşımı gibi durumlardan dolayı Hong Kong’dan hâlâ temizlenmemiş İngiliz sömürgeciliğini, gerçek hayatta Hong Kong’da çok ünlü bir şarkıcı olan Faye Wong tarafından hayat verilen Faye karakterinin ise Amerika rüyasına kapılmış Hong Kong gençliğini temsil ettiği söylenebilir. Önceki sevgilileri tarafından terk edilen 663 ve 223 ise daha mütevazı istekleri olan karakterler. İkisinin acının üstesinden gelme konusunda ilginç alışkanlıkları var. 223 ağlamamak için koşarak vücudundan sıvı atan 663 ise kendi ruhsal durumunu evdeki eşyalara yansıtan bir karakter. Bunun yanında birçok ortak yönleri var. Yalnızlığa alışık değiller, aynı mekâna (Geceyarısı Ekspresi, filmde iki hikâyenin de kesişim noktası) takılıyorlar sürekli, ikisi de şefin salatasına tutkulu…


“Pek de özel bir yer değilmiş aslında.”

Bu karakterleri film boyunca hem izliyor hem de zaman zaman iç sesleriyle onları daha yakından tanıyoruz. Aynı zamanda 663’ün eski kız arkadaşıyla olan hatıralarını flashback sayesinde bizzat görmüş de oluyoruz. Tabii bu sahneyi yine 663’ün iç sesi eşliğinde öğrendiğimiz için ne kadarının doğru olduğu konusunda emin olmamız pek mümkün değil. Zira 663, yaşadıklarını nasıl istiyorsa öyle de hatırlıyor olabilir sonuçta. Fakat biz seyircilere başka bir alternatif sunulmadığı için 663’e inanmaktan başka çaremiz yok. Geçmişe dair anılara ait bilgimiz bu şekilde kısıtlıyken yine Faye’nin bir yıl boyunca Kaliforniya’da ne yaptığını ya da bu süreci 663’ün nasıl geçirdiğini de asla öğrenemiyoruz. 

Wong, uzun bir zaman atlaması yaparak bu bir yılı hikâyede anlatmamayı tercih ediyor. Bu tercihinde Faye ile Kaliforniya’ya gitmeme sebebini anlamak mümkün: Bir Hong Kong filminde Kaliforniya’ya gitmek hikâyeyi özünden uzaklaştırabilirdi. Ve zaten Faye’nin Kaliforniya’da ne yaptığı çok da önemli değildir. Önemli olan orada aradığını bulup bulamadığı. Zaten bunun yanıtını da Faye, “Pek de özel bir yer değilmiş aslında” diyerek cevaplıyor. Yine filmin bu final sahnesinin 663 ile Faye’nin birlikte olduğu daha önceki sahneyle oldukça benzerlik taşıdığını fark etmemek mümkün değil. Ama bu defa 663 tezgâhın arkasına Faye ise tezgâhın önüne geçmiştir. 663 sivil, Faye ise üniformalıdır. Sadece roller değişmiştir. Faye, arzu nesnesi olmuş (663’ün Faye’ye olan bakışlarına dikkat etmek gerek), 663 ise arzulayan konumuna geçmiştir. Daha önceki sahnede ise durum tam olarak tersiydi. Wong, bu hamlesiyle kadını kutsamak istemiştir diyebiliriz pek tabii.

Wong, güçlü kadın karakterlerinin yanında daha pasif erkekleri perdeye yansıtırken genel olarak yan karakterler de dâhil olmak üzere mutsuz insanları getiriyor karşımıza. Nefes alacak yeri kalmamış, dejenere olmuş, yasadışı işlerin alıp başını yürüdüğü bir ülkenin insanları olarak mutsuzluklarını anlıyoruz elbet. Adım atacak yeri kalmamış sokakları ve binaları nedeniyle rahat nefes alabilmenin bile zorlaştığı bir yerde kısılıp kalmış karakterlerimizi Wong, tek başına perdeye taşırken kadraja mutlaka Amerikan ürünlerinden birini yerleştiriyor. Coca Cola, McDonald's, Pringles markalarının gözümüze gözümüze sokulduğu anlar saymakla bitmez. Adeta ürün yerleştirme yapılmışçasına çok karşımıza gelen bu büyük markaların yani Amerikan kültürünün Hong Kong’u ele geçirdiği dile getirilmiş oluyor. Yine birçok dükkân isminin İngilizce olması da aynı sorunu işaret ediyor.


“Yüksek sesli müzik beni düşünmekten alıkoyuyor.”

Chungking Express’inin anlattığı hikâyelere eşlik eden adeta o hikâyeler ile özdeşleşen şarkılarından bahsetmeden olmaz tabii. 223 ile Sarı peruklu kadının hikâyesine eşlik eden Fornication in Space ve 663 ile Faye’nin hikâyesine eşlik eden The Mamas and The Papas adlı gruptan dinlediğimiz California Dreamin, film için oldukça önemli. Özellikle California Dreamin’in sözleri, Kaliforniya hayalleri kuran Faye’nin duygularının dile gelmiş hali adeta. Bu iki parçanın yanında Faye’nin kendi sesinden dinlediğimiz şarkılarının da varlığı filmin yapısıyla çok iyi uyum sağlıyor. Chungking Express’ini müzikler olmadan düşünmek epey güç olur sanırım.

Filmin müziklerle yaptığı göndermelerin yanında başka referanslara da ev sahipliği yapıyor. Fransız Yeni Dalgası’ndan oldukça etkilenen Wong, Jean-Luc Godard’a selam göndermeden edemez. Alphaville, une étrange aventure de Lemmy Caution (Alphaville, Lemmy Caution'un Garip Serüveni) filmine yapılan homage, aynı zamanda film ile özdeşleşen anlardan da biri olur.

Kar-Wai Wong’un gündüzleri senaryosunu yazıp akşamları da el kamerasıyla çektiği Chungking Express sadece 23 günde tamamlanır. Birbiriyle iç içe geçmeyen, farklı bir akış izleyen iki aşk hikâyesinden 663 ile Faye’nin hikâyesinin daha ön plana çıktığını ise söyleyebiliriz sanırım. Her ne kadar aşk hikâyeleriyle bizleri buluşturan Chungking Express’inin aynı zamanda ayrılık meselesinden de fazlasıyla bahsettiği bir gerçek. Hatta Wong, filminin arka fon rengi olarak aşkın ve tutkunun rengi kırmızıdan daha çok ayrılığın rengi sarıyı tercih ediyor. Kırmızının da yer yer kendine yer bulduğu filmde, yeşil renk ise sarıya en çok eşlik eden oluyor. Wong’un vazgeçemediği isimlerden olan Christopher Doyle‘nin mükemmel görüntü yönetmenliği ile renklerin perdedeki etkileyiciliği bir kat daha artıyor tabii. Yine oldukça dar mekânlarda yapılan çekimlerde aynalarla kazandırılan derinlik etkileyiciliği arttıran bir diğer etken. Baş döndürecek denli hızlı bir kurguya sahip filmin, bir an bile dikkat dağınıklığına izin vermediği gönül rahatlığıyla söylenebilir. Hatta film bittikten sonra bile diyalogları, replikleri ve derinlikli karakterleriyle kolay kolay unutulmayacak bir film Chungking Express.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder