15 Eylül 2018 Cumartesi

The Florida Project: Eğilip Bükülmemiş Bir Çocukluk


Fotoğrafın Arka Yüzündeki Hayatlar

2015 yılında iphone ile çektiği ikinci uzun metrajı ile birçok ödül kazanan ve tüm dünyada tanınmasını sağlayan Sean Baker, The Florida Project ile kariyerindeki çıkışı devam ettiriyor. Seyirciyi iki trans seks işçisinin peşinden bir gün boyunca koşturduğu Tangerine ile Baker, toplumun içine almayı reddettiği, sürekli sınırların dışına ötelediği kesimin, nasıl bir hayat yaşadığına, ne tür zorluklarla karşılaşıp nasıl hissettiklerine odaklanmıştı. Üstelik film, merkezine aldığı iki transın gün boyunca sokaklarda koşturup, hayal kırıklıklarına, hakarete, terk edilmeye maruz kalmalarına odaklansa da umutlarını diri tuttukları bir final ile veda etmişti seyirciye. Baker bu kez ise yine toplumun neredeyse yok saydığı bir kesimi odağına alıyor.

Florida’daki Disneyland’ın sınırlarında kurulmuş olan Magic Castle (Sihirli Kale) motelinde ve onun çevresinde geçiyor hikâye. Öncelikle filmin neden böyle bir yeri tercih ettiğine ya da mekânın film için olan önemine değinmek gerek. Amerika 2008 yılındaki mortgage krizini büyük oranda atlatamamıştır aslında. Özellikle Amerika’nın nüfus yoğunluğu açısından dördüncü büyük eyaleti olan Florida hâlâ hayalet şehir olarak varlığını sürdürmektedir. Birçok lüks konutun atıl durumda beklediği Florida’da Disneyland gibi bir eğlence yerleşkesinin olması ise durumu daha da ironikleştirmektedir. Bir yanda hayalet şehir bir yanda her gün binlerce turiste ev sahipliği yapan Disneyland. Tabii ironi bununla da sınırlı değil.

Tıpkı filmimizin kahramanlarının kaldığı gibi moteller vardır bir de çevrede. Ne terk edilen lüks konutlara ne de Disneyland’a benzer bu moteller. Disneyland’ın renklerindeki çekiciliği, isimlerindeki büyüyü taklit etmiş ama dışına giydiği bu manto haricinde bambaşka bir dünyayı içinde taşıyan moteller… Binlerce konut boş dururken balık istifi gibi minik odaların içinde var olmaya çalışan aileler yaşar buralarda. Aslında filmde kahramanlarımıza ev sahipliği yapan mor renkli Sihirli Kale, Futureland (Geleceğin Dünyası) ve bunlar gibi daha birçok motel Florida’nın Disneyland ve boş villalar kadar önemli mekânlarıdır. Lakin tahmin edileceği üzere görmezden gelinip, yüz çevrilen, yokmuş gibi davranılan yerlerdir maalesef. İşte Baker, şehrin safrası muamelesi gören, fotoğrafın arka yüzüne, kamerasını yerleştirerek bir nevi turnusol kâğıdı işlevi görür.

Arı Kovanına Çomak Sokup Sokulmamak…

Baker’in mekân konusunda yaptığı bununla da sınırlı değil ayrıca. Baker, finaldeki kısacık anlar harici asla bizleri Disneyland’ın içine sokmak ya da o büyülü dünyayı dışarıdan göstermek, ışıltısına hayran bırakmak istemez. Boş konutları ise karakterlerimizin içine girdiği bir tanesi hariç pek görmeyiz. Zira Baker, kadrajına tamamen karakterlerimizin yaşadığı motelleri yerleştirir. Kocaman moteller, kadrajda adeta isimleriyle uyumlu olacak şekilde kale gibi resmedilir. Böylece çoğunlukla yapıldığı gibi şehri temsil eden lüks ve ihtişamlı yapıların arasında kaybolan, ezilen değil heybetiyle biz de varız hatta asıl biz varız dedirten bir hali vardır bu mekânların. Ayrıca burada yaşayan karakterlerimizi de hiçbir zaman yaşadıkları yerden kurtulmaya çalışan, bir an önce yırtarak daha iyi şartlarda konutlara geçmeye çalışan sakinler olarak çizmez. Aksine herkes ne kadar kötü şartlarda yaşadıklarını bilseler de hallerinden şikâyet etmeyen, yaşadıkları yerde mutlu olmaya çalışan insanlardır. Ki büyükler için olan bu durum çocuklar için yani asıl peşine takılacağımız karakterler için ise adeta bir keşif mekânıdır.

Filmin yaptığı en müstesna şeylerden biri ise küçük karakterlerimiz Moonee (Brooklynn Prince), Dicky, Scooty ve Jancey’in küçük bedenlerinin yanında uçsuz bucaksız bir dünya vaat eden çevrelerini keşfetmeleri esnasında başlarına asla kötü bir şey gelmemesi. Baker, sınırların dışına çıktığı an cezalandırılan, kurallara uymadığında başı belaya giren karakterleriyle, seyirciyi bastırmaya, sindirmeye çalışan konvansiyonel sinemanın aksine arı kovanına çomak sokup da sokulmayan bir dünya sunuyor. Son yıllarda örneğine rastlasak da –ki en yakın zamanda American Honey’de benzer bir dünyaya şahit olmuştuk- pek alışık olmadığımız için karakterlerimizin her tehlikeli eyleminde başlarının belaya gireceğini düşünmek mümkün. Lakin Baker, özgürce dünyayı tanımalarını istediği karakterlerinin hep kıl payı da olsa tehlikeden sıyırmalarını sağlıyor.

Motelin çevresinde dolaşan pedofiliden de terk edilmiş lüks konutta çıkarttıkları yangından da annelerin odaya aldığı adamlardan da zarar almadan, çocuk dünyalarında tüm yokluk ve sefalete rağmen huzurlu bir yaşam sürüyorlar. Belki biraz Yeşilçam klişesi olacak ama karakterlerimiz tüm bu yokluğun içerisinde hayatın gerçekten tadını alabiliyorlar. Bir dondurmadan alınan keyfi sözlerle anlatabilmek mümkün değildir zira. Moonee’nin pizzayı yatakta koca dilimi ağzına sarkıtmasından, gazlı içecekleri içip geğirmesinden, arkadaşlarıyla aynı dondurmayı yalamasından hayatı tadına vara vara dibine kadar yaşadığını hissetmemek mümkün değil. Üstelik özellikle dondurma üzerinden yaratılan paylaşım duygusunu bu kadar sade ve sıcacık anlatabilmek büyük başarı.

Geçmiş ya da Gelecek Değil; Sadece Şimdi

Baker, bu küçük karakterlerimizin aileleriyle de bizleri hemhal ediyor elbette. Ebeveyn cephesinde ise bizleri üç farklı profil ile karşılaştırıyor. Jansen’in terk eden, Scooty’nin korumacı, Moonee’nin ise birçoğumuza aşırı özgürlükçü gelebilecek annesi… Baker, asla hiçbir ebeveyni yargılamadığı gibi hiçbirinin yanında da kendini konumlandırmıyor asla. Özellikle Moonee’nin annesi Halley (Bria Vinaite) ve Scooty’nin annesi Ashley’i iki farklı ebeveyn olarak sunuyor. Fakat geçmişlerinde ne yaşadıklarını bilmediğimiz bu anne temsillerinin ikisini de ne doğru ne de yanlış olarak yaftalamıyor Baker. Sadece perdede bu anne temsillerine yer veriyor. Çocuğunu tehlikelerden korumaya çalıştığı için onu oyun dünyasından koparan anne de asla çocuğunun yaşantısına kısıtlama koymayan anne de perdede kendine eşit oranda yer buluyor. Çocuğunun olduğu motel odasında fahişelik yapan anneyi yargılamadığı gibi tüm bunları çocuğu ile birlikte bir hayatı sürdürebilmek için yaptığının da altını çiziyor tabii. Sonuçta Halley’in elinden gelen tüm yolları daha önce denediğine de şahit ediyor bizleri.

Tüm bu ebeveynlerden bahsetmişken motelin müdürü Bobby’nin  (Willem Dafoe) filmin merkezinde olduğunu, film açısından kilit öneme sahip olduğunu söylemek gerek. Bobby de tıpkı Baker gibi anneleri yargılamayan biri. Kendisi de ebeveynlik konusunda pek başarılı olamamış olduğu için belki de çevresindeki anne temsillerini yargılamaktan özellikle çekiniyor. Elinden geldiğince de özellikle çocukları korumaya çalışıyor. Bunu yaptığını ne çocuklara ne de annelerine hissettirme ihtiyacı da duymuyor üstelik. Bobby karakterine başarıyla hayat veren Dafoe’nin kazandığı Oscar adaylığı ise filmin Oscar’daki tek adaylığı.

Geçmiş ya da Gelecek Değil; Sadece Şimdi

Baker, hem yetişkin hem de çocuk dünyasına kapı araladığı bu filminde esas takipçisi olduğu kesimin çocuklar olduğunu ise kamerasıyla net bir şekilde söylüyor. Bel boyunda ayarladığı kamerası sayesinde asla çocuklara yukarıdan yani Tanrısal bir bakış açısıyla bakılmıyor. Onların yaptığı her eylemin sırf çocuk yaşta oldukları için yargılanmasını istemiyor yönetmen. Zira terk edilmiş bir eve girip kırıp dökmek ve ateşe vermek bir yetişkin tarafından yapılınca mülkiyete, ayrıcalığa karşı tepki, bir eylem olarak okunabilecekken neden çocuklar yaptığında farklı okunsun? Baker, çocukların yaptığı bu eylemi tıpkı ne yaptığını bilen bilinçli bir yetişkinin hareketi gibi okumamızı istiyor.

Tıpkı Tangerine’de olduğu gibi karakterlerin geçmişte yaşadıklarını ya da gelecekte nasıl bir yol çizeceklerini meselesi yapmayan sadece o anın değerine odaklanan Baker, tüm film boyunca duygusallığa yer vermese de finalde gözleri yaşartıyor. Fakat bu gözyaşlarına rağmen içimiz huzurlu bir şekilde veda ediyoruz. Çocuk karakterlerini böylesine özgürce dolaştıran, asla ahlak bekçiliği yapmayan, seyirciyi taraf olmaya sevk etmeyen filmi The Florida Project ile Sean Baker, bir kez daha Amerikan bağımsız sinemasına olan inancı tazeliyor. Yönlendirmenin en zor olduğu çocuklarla çalışan Baker, Dafoe hariç kadrosunun hepsini de amatör oyunculardan seçiyor. Özellikle Moonee ve Halley karakterlerine hayat veren Brooklynn Prince ve Bria Vinaite’nin bundan sonra başka projelerle perdede arz-ı endam edeceklerini tahmin etmek ise hiç güç değil.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder