Fotoğrafın Arka Yüzündeki Hayatlar
2015 yılında iphone ile çektiği ikinci uzun metrajı ile
birçok ödül kazanan ve tüm dünyada tanınmasını sağlayan Sean Baker, The Florida
Project ile kariyerindeki çıkışı devam ettiriyor. Seyirciyi iki trans seks
işçisinin peşinden bir gün boyunca koşturduğu Tangerine ile Baker, toplumun
içine almayı reddettiği, sürekli sınırların dışına ötelediği kesimin, nasıl bir
hayat yaşadığına, ne tür zorluklarla karşılaşıp nasıl hissettiklerine
odaklanmıştı. Üstelik film, merkezine aldığı iki transın gün boyunca sokaklarda
koşturup, hayal kırıklıklarına, hakarete, terk edilmeye maruz kalmalarına
odaklansa da umutlarını diri tuttukları bir final ile veda etmişti seyirciye.
Baker bu kez ise yine toplumun neredeyse yok saydığı bir kesimi odağına alıyor.
Florida’daki Disneyland’ın sınırlarında kurulmuş olan Magic
Castle (Sihirli Kale) motelinde ve onun çevresinde geçiyor hikâye. Öncelikle
filmin neden böyle bir yeri tercih ettiğine ya da mekânın film için olan
önemine değinmek gerek. Amerika 2008 yılındaki mortgage krizini büyük oranda
atlatamamıştır aslında. Özellikle Amerika’nın nüfus yoğunluğu açısından
dördüncü büyük eyaleti olan Florida hâlâ hayalet şehir olarak varlığını
sürdürmektedir. Birçok lüks konutun atıl durumda beklediği Florida’da
Disneyland gibi bir eğlence yerleşkesinin olması ise durumu daha da
ironikleştirmektedir. Bir yanda hayalet şehir bir yanda her gün binlerce
turiste ev sahipliği yapan Disneyland. Tabii ironi bununla da sınırlı değil.
Tıpkı filmimizin kahramanlarının kaldığı gibi moteller
vardır bir de çevrede. Ne terk edilen lüks konutlara ne de Disneyland’a benzer
bu moteller. Disneyland’ın renklerindeki çekiciliği, isimlerindeki büyüyü
taklit etmiş ama dışına giydiği bu manto haricinde bambaşka bir dünyayı içinde
taşıyan moteller… Binlerce konut boş dururken balık istifi gibi minik odaların
içinde var olmaya çalışan aileler yaşar buralarda. Aslında filmde
kahramanlarımıza ev sahipliği yapan mor renkli Sihirli Kale, Futureland
(Geleceğin Dünyası) ve bunlar gibi daha birçok motel Florida’nın Disneyland ve
boş villalar kadar önemli mekânlarıdır. Lakin tahmin edileceği üzere görmezden
gelinip, yüz çevrilen, yokmuş gibi davranılan yerlerdir maalesef. İşte Baker,
şehrin safrası muamelesi gören, fotoğrafın arka yüzüne, kamerasını
yerleştirerek bir nevi turnusol kâğıdı işlevi görür.
Arı Kovanına Çomak Sokup Sokulmamak…
Baker’in mekân konusunda yaptığı bununla da sınırlı değil
ayrıca. Baker, finaldeki kısacık anlar harici asla bizleri Disneyland’ın içine
sokmak ya da o büyülü dünyayı dışarıdan göstermek, ışıltısına hayran bırakmak
istemez. Boş konutları ise karakterlerimizin içine girdiği bir tanesi hariç pek
görmeyiz. Zira Baker, kadrajına tamamen karakterlerimizin yaşadığı motelleri
yerleştirir. Kocaman moteller, kadrajda adeta isimleriyle uyumlu olacak şekilde
kale gibi resmedilir. Böylece çoğunlukla yapıldığı gibi şehri temsil eden lüks
ve ihtişamlı yapıların arasında kaybolan, ezilen değil heybetiyle biz de varız
hatta asıl biz varız dedirten bir hali vardır bu mekânların. Ayrıca burada
yaşayan karakterlerimizi de hiçbir zaman yaşadıkları yerden kurtulmaya çalışan,
bir an önce yırtarak daha iyi şartlarda konutlara geçmeye çalışan sakinler
olarak çizmez. Aksine herkes ne kadar kötü şartlarda yaşadıklarını bilseler de
hallerinden şikâyet etmeyen, yaşadıkları yerde mutlu olmaya çalışan
insanlardır. Ki büyükler için olan bu durum çocuklar için yani asıl peşine
takılacağımız karakterler için ise adeta bir keşif mekânıdır.
Filmin yaptığı en müstesna şeylerden biri ise küçük
karakterlerimiz Moonee (Brooklynn Prince), Dicky, Scooty ve Jancey’in küçük
bedenlerinin yanında uçsuz bucaksız bir dünya vaat eden çevrelerini
keşfetmeleri esnasında başlarına asla kötü bir şey gelmemesi. Baker, sınırların
dışına çıktığı an cezalandırılan, kurallara uymadığında başı belaya giren
karakterleriyle, seyirciyi bastırmaya, sindirmeye çalışan konvansiyonel
sinemanın aksine arı kovanına çomak sokup da sokulmayan bir dünya sunuyor. Son
yıllarda örneğine rastlasak da –ki en yakın zamanda American Honey’de benzer
bir dünyaya şahit olmuştuk- pek alışık olmadığımız için karakterlerimizin her
tehlikeli eyleminde başlarının belaya gireceğini düşünmek mümkün. Lakin Baker,
özgürce dünyayı tanımalarını istediği karakterlerinin hep kıl payı da olsa
tehlikeden sıyırmalarını sağlıyor.
Motelin çevresinde dolaşan pedofiliden de terk edilmiş lüks
konutta çıkarttıkları yangından da annelerin odaya aldığı adamlardan da zarar
almadan, çocuk dünyalarında tüm yokluk ve sefalete rağmen huzurlu bir yaşam
sürüyorlar. Belki biraz Yeşilçam klişesi olacak ama karakterlerimiz tüm bu
yokluğun içerisinde hayatın gerçekten tadını alabiliyorlar. Bir dondurmadan
alınan keyfi sözlerle anlatabilmek mümkün değildir zira. Moonee’nin pizzayı
yatakta koca dilimi ağzına sarkıtmasından, gazlı içecekleri içip geğirmesinden,
arkadaşlarıyla aynı dondurmayı yalamasından hayatı tadına vara vara dibine
kadar yaşadığını hissetmemek mümkün değil. Üstelik özellikle dondurma üzerinden
yaratılan paylaşım duygusunu bu kadar sade ve sıcacık anlatabilmek büyük
başarı.
Geçmiş ya da Gelecek Değil; Sadece Şimdi
Baker, bu küçük karakterlerimizin aileleriyle de bizleri
hemhal ediyor elbette. Ebeveyn cephesinde ise bizleri üç farklı profil ile
karşılaştırıyor. Jansen’in terk eden, Scooty’nin korumacı, Moonee’nin ise
birçoğumuza aşırı özgürlükçü gelebilecek annesi… Baker, asla hiçbir ebeveyni
yargılamadığı gibi hiçbirinin yanında da kendini konumlandırmıyor asla.
Özellikle Moonee’nin annesi Halley (Bria Vinaite) ve Scooty’nin annesi Ashley’i
iki farklı ebeveyn olarak sunuyor. Fakat geçmişlerinde ne yaşadıklarını
bilmediğimiz bu anne temsillerinin ikisini de ne doğru ne de yanlış olarak
yaftalamıyor Baker. Sadece perdede bu anne temsillerine yer veriyor. Çocuğunu
tehlikelerden korumaya çalıştığı için onu oyun dünyasından koparan anne de asla
çocuğunun yaşantısına kısıtlama koymayan anne de perdede kendine eşit oranda
yer buluyor. Çocuğunun olduğu motel odasında fahişelik yapan anneyi
yargılamadığı gibi tüm bunları çocuğu ile birlikte bir hayatı sürdürebilmek
için yaptığının da altını çiziyor tabii. Sonuçta Halley’in elinden gelen tüm
yolları daha önce denediğine de şahit ediyor bizleri.
Tüm bu ebeveynlerden bahsetmişken motelin müdürü
Bobby’nin (Willem Dafoe) filmin
merkezinde olduğunu, film açısından kilit öneme sahip olduğunu söylemek gerek.
Bobby de tıpkı Baker gibi anneleri yargılamayan biri. Kendisi de ebeveynlik
konusunda pek başarılı olamamış olduğu için belki de çevresindeki anne
temsillerini yargılamaktan özellikle çekiniyor. Elinden geldiğince de özellikle
çocukları korumaya çalışıyor. Bunu yaptığını ne çocuklara ne de annelerine
hissettirme ihtiyacı da duymuyor üstelik. Bobby karakterine başarıyla hayat
veren Dafoe’nin kazandığı Oscar adaylığı ise filmin Oscar’daki tek adaylığı.
Geçmiş ya da Gelecek Değil; Sadece Şimdi
Baker, hem yetişkin hem de çocuk dünyasına kapı araladığı bu
filminde esas takipçisi olduğu kesimin çocuklar olduğunu ise kamerasıyla net
bir şekilde söylüyor. Bel boyunda ayarladığı kamerası sayesinde asla çocuklara
yukarıdan yani Tanrısal bir bakış açısıyla bakılmıyor. Onların yaptığı her
eylemin sırf çocuk yaşta oldukları için yargılanmasını istemiyor yönetmen. Zira
terk edilmiş bir eve girip kırıp dökmek ve ateşe vermek bir yetişkin tarafından
yapılınca mülkiyete, ayrıcalığa karşı tepki, bir eylem olarak okunabilecekken
neden çocuklar yaptığında farklı okunsun? Baker, çocukların yaptığı bu eylemi
tıpkı ne yaptığını bilen bilinçli bir yetişkinin hareketi gibi okumamızı
istiyor.
Tıpkı Tangerine’de olduğu gibi karakterlerin geçmişte
yaşadıklarını ya da gelecekte nasıl bir yol çizeceklerini meselesi yapmayan
sadece o anın değerine odaklanan Baker, tüm film boyunca duygusallığa yer
vermese de finalde gözleri yaşartıyor. Fakat bu gözyaşlarına rağmen içimiz
huzurlu bir şekilde veda ediyoruz. Çocuk karakterlerini böylesine özgürce
dolaştıran, asla ahlak bekçiliği yapmayan, seyirciyi taraf olmaya sevk etmeyen
filmi The Florida Project ile Sean Baker, bir kez daha Amerikan bağımsız
sinemasına olan inancı tazeliyor. Yönlendirmenin en zor olduğu çocuklarla
çalışan Baker, Dafoe hariç kadrosunun hepsini de amatör oyunculardan seçiyor.
Özellikle Moonee ve Halley karakterlerine hayat veren Brooklynn Prince ve Bria
Vinaite’nin bundan sonra başka projelerle perdede arz-ı endam edeceklerini
tahmin etmek ise hiç güç değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder