15 Eylül 2018 Cumartesi

Call Me by Your Name: Son Kez Sevmek


Yarım Kalan Bir Aşk

1997 yılında çektiği kısa metrajı Qui ile yönetmenlik kariyerine adım atan Luca Guadagnino, bu yılın çok konuşulan ve ödüllere boğulan filmi, Beni Adınla Çağır’a (Call Me by Your Name) imza attı. 1983 yazında Kuzey İtalya’da geçen Beni Adınla Çağır, Sundance Film Festivali’nde başladığı yolculuğunda heybesini ödüllerle tıka basa doldurduktan sonra Oscar’da da kazandığı dört adaylığın (En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Şarkı) en azından birkaçını zorlayacak gibi duruyor. Bir büyüme hikâyesinde kendine yer bulan ve oldukça da özgürce yaşanmasına rağmen yine de toplumsal normlara yenik düşen, yarım kalan aşkı odağına alan Beni Adınla Çağır’ı konuşmak gerekecekse yönetmenin daha önceki Benim Adım Aşk (Io sono l'amore ) ve Sen Benimsin (A Bigger Splash) isimli filmlerine kapı aralamak da fayda var öncelikle.

2009 yapımı Benim Adım Aşk’da, üst sınıf bir İtalyan ailenin kusursuz düzeninin bozulmasına şahit oluruz. Büyük bir itinayla hazırlanan bir özel davet ile açılan filmde, her şey mükemmel bir düzene sahiptir. Fakat ailenin genç ve gözde üyesi Edoardo’nun arkadaşı Antonio’nun ailenin içine girişi her şeyi geri dönülmez bir sürece sokacaktır.  Yönetmenin dördüncü uzun metrajı olan 2015 yapımı Sen Benimsin’de ise dışarıdan gelen yıkıcı güç bu kez iki kişidir. Lakin Marianne ve Paul isimli karakterler ilk başta bir nebze sarsıntıya uğrasalar da sonunda tehlikeyi salıverirler. Beni Adınla Çağır’da başkarakterimiz Elio’nun (Timothée Chalamet) babası Mr. Perlman’a  (Michael Stuhlbarg) araştırmalarında yardımcı olmak için altı haftalığına konuk olarak gelen Oliver (Armie Hammer) ise herhangi bir yıkıma ya da büyük çaplı bir değişime neden olmaz. Aksine bazı ufak çaplı sarsıntılara ve yürekte bıraktığı sızılara rağmen tebessüm ile hatırlanacak anıların müsebbibi olur. Zaten Beni Adınla Çağır’ın bilinen kodlarla oynadığı en önemli nokta da burası olur. Yaşanan hiçbir olumsuz durum ve bu durumu yaratacak bir antogonist göremeyiz filmde.

Yine Benim Adım Aşk ve Sen Benimsin’deki mekân seçimi ve dekor kurulumuna bakarsak İtalya’nın uçsuz bucaksız doğasının filmlere oldukça sirayet ettiği gözlerden kaçmaz. Bir İtalyan olan Guadagnino, yaşadığı toprakların baş döndürücü etkisini filmlerine yansıtmayı çok iyi becermekte. Üst sınıfın yaşamlarına bizleri konuk eden Guadagnino, yapısı ya da dizaynıyla etkileyici mekânlarda anlatır hikâyelerini aynı zamanda. Ve bu mekânların olmazsa olmazı ise yüzme havuzları olur. Benim Adım Aşk’ta büyük bir acının yaşanmasına, Sen Benimsin’de istemeden de olsa bir cinayete sebebiyet veren havuz, anlatılan hikâyeler açısından kilit bir öneme sahiptir. Mekânların tam ortasına konumlanan bu havuzların adeta karakterlerden biri olduğunu söylemek bile mümkün. Beni Adınla Çağır’da da tahmin edileceği üzere bir havuz vardır. Fakat bu kez havuz, yeşermekte olan aşka kollarını açmış, âşıklar arasında yakınlaşmalara fırsat yaratan bir imgeye dönüşür. Hatta Elio ile Oliver’ın ortak kullanmak zorunda kaldığı banyo da havuz ile aynı işlevi yerine getirir.

Heykellerle Canlanan Hikâyeler

Benim Adım Aşk ve Sen Benimsin ile bu tip farklılıklar taşısa da Beni Adınla Çağır, birçok noktada bu filmlerle büyük akrabalıklar da taşımakta. En önemlisi aşkın kural, kaide, yasak, toplumsal norm, yaş ya da cinsiyet tanımadığını anlatma konusunda üç film de ortak paydada buluşur. Lakin Beni Adınla Çağır bu konuda meseleye daha geniş bir perspektiften bakar. Filmin jeneriğine bakacak olursak seksenli yılların çeşitli objeleri arasında daha belirgin olarak mitolojik heykelleri görürüz. Çeşit çeşit heykellerin aslında filmdeki karakterlerin bir temsili olduğunu anlamak çok da sürmez. Elio ile Oliver’ın arasında tomurcuklanan romantizme eşlik eden Sufjan Stevens tarafından seslendirilen Mystery of Love (bu yıl Oscar’da En İyi Şarkı dalında aday) şarkısında bahsedilen Alexandros ile Hephaestion’u,  Oliver ile Elio’nun yüzyıllar önce yaşamış ruhları olarak düşünebiliriz pek tabii. Zaten Elio ile Oliver’i filmde sürekli mitolojik heykellerin duruşlarını andıran halleri ile gördükçe de bu çıkarım daha da güçlenir. Guadagnino film boyunca adeta Elio ile Oliver’ı perdeye yansıttığı birçok kare ile biz seyircilere bir müzede geziyormuş hissiyatını yaşatır.

Tarihin bilinen en önemli hükümdarlarından olan dünyanın büyük bir kısmına hükmeden Büyük İskender nam-ı diğer Aleksandros’un en önemli yardımcısı olan Hephaestion’un arasındaki yakınlık hakkında geçmişten bu yana türlü söylentiler dile getirilmiştir. Alexandros ile Hephaestion’un büyük bir aşk yaşadıkları, birbirlerine derin bir bağlılık duydukları ise en çok dillendirilen efsanelerden biri. Hatta Alexandros’un Hephaestion’a phile (dost) ve İskender (Alexandros) kelimelerinin birleşimi olan Philalexandros diye seslendiği bilinmekte. İskender’in dostu anlamına gelen bir tabirle çağrılan kişiye, adı ne olursa olsun derin duygular hissedildiği bir gerçek. İsimlerle yapılan bu oyun hemen akla filmde Oliver’ın Elio’ya beni adımla çağır dediği gelir. Oliver Elio’ya Oliver, Elio Oliver’a Elio diye seslenir. Böylece tıpkı Alexandros ile Hephaestion’un yaptığı kelime oyunundaki gibi tek olur ya da birbirleri olurlar.

Oliver ile Elio arasındaki ilişkiyi Alexandros ile Hephaestion arasındakine benzetme sebebi elbette sadece bu kadar ile sınırlı değil. Elio’nun babası Perlman’ın arkeolojiye merakı da bize birçok nüve sunmakta. Oliver ile Mr. Perlman heykel fotoğraflarını inceledikleri sahnede Guadagnino’nun aynı anlarda paralel kurgu ile Elio’nun görüntülerine yer vermesi boşuna değildir. Yine denizde yapılan araştırmalar sonucu bulunan, heykeltıraş Praksiteles’ten fazlasıyla etkilenen bir başka sanatçının eseri olan heykel en başta Elio’ya olan büyük benzerliği (filmin jeneriğinde gördüklerimizden biri aynı zamanda) ile dikkat çeker. Elio’nun heykelin kopmuş kolunu elinde tutan Oliver’a (heykelin eline)elini uzatarak barış talep etmesi gözlerden kaçacak gibi değildir. Burada Guadagnino, her ne kadar toplumsal normların sarsıntıya uğramasını istemeyen büyük bir kesim tarafından inkâr edilse de insanlık var olduğundan itibaren eşcinsel ilişkinin varlığının altını kalınca çizer. Guadagnino, M.Ö 300’lü yıllarda yaşanmış bir eşcinsel aşkı, bir heykel parçası vasıtasıyla günümüz ile birleştirerek neredeyse 2300 yıldan fazla bir zamanda hep aynı şeylerin yaşandığını dile getirir.

Tanrı Tasvirinde Bir Arzu Nesnesi

Her ne kadar bu benzetmede Büyük İskender Oliver, Hephaestion da Elio olarak düşünülse de filmdeki hikâye bir hükümdarın temsili olan Oliver’ın değil Elio’nundur. Hatta romanda hikâyeyi hep Elio ağzından dinleriz. Filmde Guadagnino, André Aciman’ın aynı isimli romanında olduğu gibi Elio’nun iç sesini kullanmayı tercih etmese de hikâyeyi onun gözünden izlettiriyor hiç kuşkusuz. Bu nedenle filmde Elio bakan, Oliver ise hep bakılan konumunda. Her ne kadar bir süre sonra bakan ve bakılan arasındaki keskin çizgi bulanıklaşsa da filmin geneli daha çok bu yönde bir eğilim içerisinde. Heybetli ve kaslı vücuduyla adeta mitolojik tanrıları andıran Oliver, her an perdede bir arzu nesnesi olarak arz-ı endam etmekte. Tabii burada Oliver, sadece görünüş olarak değil cinsellikten tut da özgüven, akademik yeterlilik gibi birçok noktada Elio’nun gözünde hayran olunası konumda. Elio ise en başta cinsel dünyasında belli noktaları aşamamış, özgüven sorunu yaşayan, her ne kadar oldukça kültürlü olsa da kendine hayat denen yolda bir rota henüz çizmemiş biridir. İşte bu nedenle de film boyunca Elio’nun, hem Oliver hem de ebeveynleri sayesinde büyümesine şahit oluruz. Hatta Elio’nun takmaya cesaret edemediği Davut yıldızını Oliver’ın büyük bir gururla taşıdığını görerek kendisinin de takmaya başlaması hem kimliğini benimsediği için büyüme yolunda önemli bir kırılma noktası olur hem de daha önce isimlerle yapılan bir olma durumu ile benzerlik taşır.

Sinemada en çok izlediğimiz hikâyelerden biri büyüme hikâyesidir hiç kuşkusuz. Son dönem ise bu büyüme hikâyeleri cinselliği keşfedişle paralel bir rota çizmekte. Abdellatif Kechiche’in filmi Mavi En Sıcak Renktir (La vie d'Adèle), Joachim Trier’in son filmi Thelma ve yine geçen yılın en çok konuşulan Julia Ducournau’un Grave (Mezar) adlı filmi bu kategoride ilk akla gelenlerden. Beni Adınla Çağır’da da yine Elio’nun cinselliği keşfedişiyle paralel ilerleyen büyümesine tanık oluyoruz. Elio’nun az önce saydığımız filmlerdeki karakterler olan Adèle, Thelma, Justine’den yaşanılanlar olarak en bariz farkı ise sahip olduğu ailesidir. Bu sancılı büyüme döneminde onu destekleyen anne ve babası sinemada alışık olmadığımız karakterler. Bu karakterlerden babanın Elio ile konuştuğu sahne ise filmin en gözde sahnelerinden biri olur. Toplumdaki genel geçer yargının tersine çok özel şeyler yaşadığını ve çok şanslı olduğunu oğluna söyleyen bir baba temsili Michael Stuhlbarg’ın etkileyici performansı ile ete kemiğe bürünerek adeta perdede devleşir.

Her Şeye Rağmen Hayat Devam Ediyor

Film boyunca en etkileyici sahneler hiç kuşkusuz Elio ile Oliver’ın doğada baş başa zaman geçirdikleri anlara ev sahipliği yapar. Guadagnino’nun geniş açı çekimlerle Kuzey İtalya’nın enfes doğası içerisinde resmedilen çift, adeta doğanın güzelliğine güzellik katar. Kapalı mekân çekimlerinde ise alan derinliğini öne çıkaran çekimler, kadraj içinde kadraj tercihi, aynaların görüntüdeki katkısı ve ışığın etkileyici kullanımı filmin anlık yaşattığı durumlara uyum sağlamakta. Özellikle Guadagnino’nun kadraj içinde kadraj tercihi yaptığı sahnelerde hep ya Elio tek başınadır ya da Elio ile Oliver birliktedir. Peki, yönetmenin bunu yapmaktaki amacı nedir? Guadagnino, Elio’nun tek başına yaşadığı aşk acısının ya da Oliver ile yaşadığı mutlu anlarının etkisini arttırmak, yaşanılan duygunun derinliğini yansıtmak amacıyla tercih eder bu kullanımı. Elbette tüm bu tercihlerde ve ortaya çıkan sonuçta Guadagnino kadar önemli olan Taylandlı görüntü yönetmeni Sayombhu Mukdeeprom’a filmin çok şey borçlu olduğunu belirtmek gerek.

Son olarak Beni Adınla Çağır, her ne kadar birçok noktada alışılagelmiş durumları tersine çevirse de yaşadığımız yüzyıla yine de çok direnemiyor. Zira bu eşsiz aşk ne yazık ki Elio tarafından olmasa da Oliver tarafından yarım bırakılıyor. Oliver tam da toplumun ondan beklediği gibi karşı cinsten ve muhtemelen yaştaşı olan biriyle nişanlanıyor. Bunda Elio’nunki gibi anlayışlı bir aileye ya da çevreye sahip olamaması etken olsa da Oliver’ın da mücadele etmek gibi bir tercihi yok. Eşcinsel bir ilişki olduğu ve arada yaş farkı olduğu için yarım kalan bir aşkın arkasından Elio’nun büyük bir sükûnetle için için döktüğü gözyaşları, hâlâ birçok noktada evrimini tamamlayamamış insanlığa da bir ağıt aslında. Neyse ki Elio ağlarken aynı zamanda arkada yemek masasını kuran insanların telaşı, hayatın her şeye rağmen devam ettiğini dile getirmekten geri kalmıyor. Sufjan Stevens’ın muhteşem Visions Of Gideon adlı parçası, Elio’nun duygularının da tercümanı oluyor adeta: Son kez dokunmak, son kez öpmek, son kez sevmek… Son kez…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder