Yarım Kalan Bir Aşk
1997 yılında çektiği kısa metrajı Qui ile yönetmenlik kariyerine adım atan Luca
Guadagnino, bu yılın çok konuşulan ve ödüllere boğulan filmi, Beni Adınla Çağır’a (Call Me by Your Name) imza attı. 1983
yazında Kuzey İtalya’da geçen Beni Adınla
Çağır, Sundance Film Festivali’nde başladığı yolculuğunda heybesini ödüllerle
tıka basa doldurduktan sonra Oscar’da da kazandığı dört adaylığın (En İyi Film,
En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Şarkı) en azından
birkaçını zorlayacak gibi duruyor. Bir büyüme hikâyesinde kendine yer bulan ve
oldukça da özgürce yaşanmasına rağmen yine de toplumsal normlara yenik düşen,
yarım kalan aşkı odağına alan Beni Adınla
Çağır’ı konuşmak gerekecekse yönetmenin daha önceki Benim Adım Aşk (Io sono
l'amore ) ve Sen Benimsin (A Bigger Splash) isimli filmlerine kapı
aralamak da fayda var öncelikle.
2009 yapımı Benim Adım Aşk’da,
üst sınıf bir İtalyan ailenin kusursuz düzeninin bozulmasına şahit oluruz.
Büyük bir itinayla hazırlanan bir özel davet ile açılan filmde, her şey
mükemmel bir düzene sahiptir. Fakat ailenin genç ve gözde üyesi Edoardo’nun
arkadaşı Antonio’nun ailenin içine girişi her şeyi geri dönülmez bir sürece
sokacaktır. Yönetmenin dördüncü uzun
metrajı olan 2015 yapımı Sen Benimsin’de
ise dışarıdan gelen yıkıcı güç bu kez iki kişidir. Lakin Marianne ve Paul
isimli karakterler ilk başta bir nebze sarsıntıya uğrasalar da sonunda
tehlikeyi salıverirler. Beni Adınla Çağır’da
başkarakterimiz Elio’nun (Timothée Chalamet) babası Mr. Perlman’a (Michael Stuhlbarg) araştırmalarında yardımcı
olmak için altı haftalığına konuk olarak gelen Oliver (Armie Hammer) ise herhangi
bir yıkıma ya da büyük çaplı bir değişime neden olmaz. Aksine bazı ufak çaplı
sarsıntılara ve yürekte bıraktığı sızılara rağmen tebessüm ile hatırlanacak
anıların müsebbibi olur. Zaten Beni
Adınla Çağır’ın bilinen kodlarla oynadığı en önemli nokta da burası olur.
Yaşanan hiçbir olumsuz durum ve bu durumu yaratacak bir antogonist göremeyiz
filmde.
Yine Benim Adım Aşk
ve Sen Benimsin’deki mekân seçimi ve
dekor kurulumuna bakarsak İtalya’nın uçsuz bucaksız doğasının filmlere oldukça
sirayet ettiği gözlerden kaçmaz. Bir İtalyan olan Guadagnino, yaşadığı
toprakların baş döndürücü etkisini filmlerine yansıtmayı çok iyi becermekte.
Üst sınıfın yaşamlarına bizleri konuk eden Guadagnino, yapısı ya da dizaynıyla
etkileyici mekânlarda anlatır hikâyelerini aynı zamanda. Ve bu mekânların
olmazsa olmazı ise yüzme havuzları olur. Benim
Adım Aşk’ta büyük bir acının yaşanmasına, Sen Benimsin’de istemeden de olsa bir cinayete sebebiyet veren
havuz, anlatılan hikâyeler açısından kilit bir öneme sahiptir. Mekânların tam ortasına
konumlanan bu havuzların adeta karakterlerden biri olduğunu söylemek bile
mümkün. Beni Adınla Çağır’da da
tahmin edileceği üzere bir havuz vardır. Fakat bu kez havuz, yeşermekte olan
aşka kollarını açmış, âşıklar arasında yakınlaşmalara fırsat yaratan bir imgeye
dönüşür. Hatta Elio ile Oliver’ın ortak kullanmak zorunda kaldığı banyo da
havuz ile aynı işlevi yerine getirir.
Heykellerle Canlanan Hikâyeler
Benim Adım Aşk ve Sen Benimsin ile bu tip farklılıklar
taşısa da Beni Adınla Çağır, birçok
noktada bu filmlerle büyük akrabalıklar da taşımakta. En önemlisi aşkın kural,
kaide, yasak, toplumsal norm, yaş ya da cinsiyet tanımadığını anlatma konusunda
üç film de ortak paydada buluşur. Lakin Beni
Adınla Çağır bu konuda meseleye daha geniş bir perspektiften bakar. Filmin
jeneriğine bakacak olursak seksenli yılların çeşitli objeleri arasında daha
belirgin olarak mitolojik heykelleri görürüz. Çeşit çeşit heykellerin aslında
filmdeki karakterlerin bir temsili olduğunu anlamak çok da sürmez. Elio ile
Oliver’ın arasında tomurcuklanan romantizme eşlik eden Sufjan Stevens
tarafından seslendirilen Mystery of Love (bu yıl Oscar’da En İyi Şarkı dalında
aday) şarkısında bahsedilen Alexandros ile Hephaestion’u, Oliver ile Elio’nun yüzyıllar önce yaşamış
ruhları olarak düşünebiliriz pek tabii. Zaten Elio ile Oliver’i filmde sürekli
mitolojik heykellerin duruşlarını andıran halleri ile gördükçe de bu çıkarım
daha da güçlenir. Guadagnino film boyunca adeta Elio ile Oliver’ı perdeye
yansıttığı birçok kare ile biz seyircilere bir müzede geziyormuş hissiyatını
yaşatır.
Tarihin bilinen en önemli hükümdarlarından olan dünyanın
büyük bir kısmına hükmeden Büyük İskender nam-ı diğer Aleksandros’un en önemli
yardımcısı olan Hephaestion’un arasındaki yakınlık hakkında geçmişten bu yana
türlü söylentiler dile getirilmiştir. Alexandros ile Hephaestion’un büyük bir
aşk yaşadıkları, birbirlerine derin bir bağlılık duydukları ise en çok
dillendirilen efsanelerden biri. Hatta Alexandros’un Hephaestion’a phile (dost)
ve İskender (Alexandros) kelimelerinin birleşimi olan Philalexandros diye
seslendiği bilinmekte. İskender’in dostu anlamına gelen bir tabirle çağrılan
kişiye, adı ne olursa olsun derin duygular hissedildiği bir gerçek. İsimlerle
yapılan bu oyun hemen akla filmde Oliver’ın Elio’ya beni adımla çağır dediği
gelir. Oliver Elio’ya Oliver, Elio Oliver’a Elio diye seslenir. Böylece tıpkı
Alexandros ile Hephaestion’un yaptığı kelime oyunundaki gibi tek olur ya da
birbirleri olurlar.
Oliver ile Elio arasındaki ilişkiyi Alexandros ile
Hephaestion arasındakine benzetme sebebi elbette sadece bu kadar ile sınırlı
değil. Elio’nun babası Perlman’ın arkeolojiye merakı da bize birçok nüve
sunmakta. Oliver ile Mr. Perlman heykel fotoğraflarını inceledikleri sahnede
Guadagnino’nun aynı anlarda paralel kurgu ile Elio’nun görüntülerine yer
vermesi boşuna değildir. Yine denizde yapılan araştırmalar sonucu bulunan,
heykeltıraş Praksiteles’ten fazlasıyla etkilenen bir başka sanatçının eseri
olan heykel en başta Elio’ya olan büyük benzerliği (filmin jeneriğinde
gördüklerimizden biri aynı zamanda) ile dikkat çeker. Elio’nun heykelin kopmuş
kolunu elinde tutan Oliver’a (heykelin eline)elini uzatarak barış talep etmesi
gözlerden kaçacak gibi değildir. Burada Guadagnino, her ne kadar toplumsal
normların sarsıntıya uğramasını istemeyen büyük bir kesim tarafından inkâr
edilse de insanlık var olduğundan itibaren eşcinsel ilişkinin varlığının altını
kalınca çizer. Guadagnino, M.Ö 300’lü yıllarda yaşanmış bir eşcinsel aşkı, bir
heykel parçası vasıtasıyla günümüz ile birleştirerek neredeyse 2300 yıldan
fazla bir zamanda hep aynı şeylerin yaşandığını dile getirir.
Tanrı Tasvirinde Bir Arzu Nesnesi
Her ne kadar bu benzetmede Büyük İskender Oliver,
Hephaestion da Elio olarak düşünülse de filmdeki hikâye bir hükümdarın temsili
olan Oliver’ın değil Elio’nundur. Hatta romanda hikâyeyi hep Elio ağzından
dinleriz. Filmde Guadagnino, André Aciman’ın aynı isimli romanında olduğu gibi Elio’nun
iç sesini kullanmayı tercih etmese de hikâyeyi onun gözünden izlettiriyor hiç
kuşkusuz. Bu nedenle filmde Elio bakan, Oliver ise hep bakılan konumunda. Her
ne kadar bir süre sonra bakan ve bakılan arasındaki keskin çizgi bulanıklaşsa
da filmin geneli daha çok bu yönde bir eğilim içerisinde. Heybetli ve kaslı
vücuduyla adeta mitolojik tanrıları andıran Oliver, her an perdede bir arzu
nesnesi olarak arz-ı endam etmekte. Tabii burada Oliver, sadece görünüş olarak
değil cinsellikten tut da özgüven, akademik yeterlilik gibi birçok noktada
Elio’nun gözünde hayran olunası konumda. Elio ise en başta cinsel dünyasında
belli noktaları aşamamış, özgüven sorunu yaşayan, her ne kadar oldukça kültürlü
olsa da kendine hayat denen yolda bir rota henüz çizmemiş biridir. İşte bu
nedenle de film boyunca Elio’nun, hem Oliver hem de ebeveynleri sayesinde
büyümesine şahit oluruz. Hatta Elio’nun takmaya cesaret edemediği Davut
yıldızını Oliver’ın büyük bir gururla taşıdığını görerek kendisinin de takmaya
başlaması hem kimliğini benimsediği için büyüme yolunda önemli bir kırılma
noktası olur hem de daha önce isimlerle yapılan bir olma durumu ile benzerlik
taşır.
Sinemada en çok izlediğimiz hikâyelerden biri büyüme
hikâyesidir hiç kuşkusuz. Son dönem ise bu büyüme hikâyeleri cinselliği
keşfedişle paralel bir rota çizmekte. Abdellatif Kechiche’in filmi Mavi En Sıcak Renktir (La vie d'Adèle), Joachim Trier’in son filmi Thelma ve yine geçen yılın en çok
konuşulan Julia Ducournau’un Grave
(Mezar) adlı filmi bu kategoride ilk akla gelenlerden. Beni Adınla Çağır’da da yine Elio’nun cinselliği keşfedişiyle
paralel ilerleyen büyümesine tanık oluyoruz. Elio’nun az önce saydığımız filmlerdeki
karakterler olan Adèle, Thelma, Justine’den yaşanılanlar olarak en bariz farkı
ise sahip olduğu ailesidir. Bu sancılı büyüme döneminde onu destekleyen anne ve
babası sinemada alışık olmadığımız karakterler. Bu karakterlerden babanın Elio
ile konuştuğu sahne ise filmin en gözde sahnelerinden biri olur. Toplumdaki
genel geçer yargının tersine çok özel şeyler yaşadığını ve çok şanslı olduğunu oğluna
söyleyen bir baba temsili Michael Stuhlbarg’ın etkileyici performansı ile ete
kemiğe bürünerek adeta perdede devleşir.
Her Şeye Rağmen Hayat Devam Ediyor
Film boyunca en etkileyici sahneler hiç kuşkusuz Elio ile
Oliver’ın doğada baş başa zaman geçirdikleri anlara ev sahipliği yapar.
Guadagnino’nun geniş açı çekimlerle Kuzey İtalya’nın enfes doğası içerisinde
resmedilen çift, adeta doğanın güzelliğine güzellik katar. Kapalı mekân
çekimlerinde ise alan derinliğini öne çıkaran çekimler, kadraj içinde kadraj
tercihi, aynaların görüntüdeki katkısı ve ışığın etkileyici kullanımı filmin
anlık yaşattığı durumlara uyum sağlamakta. Özellikle Guadagnino’nun kadraj
içinde kadraj tercihi yaptığı sahnelerde hep ya Elio tek başınadır ya da Elio
ile Oliver birliktedir. Peki, yönetmenin bunu yapmaktaki amacı nedir?
Guadagnino, Elio’nun tek başına yaşadığı aşk acısının ya da Oliver ile yaşadığı
mutlu anlarının etkisini arttırmak, yaşanılan duygunun derinliğini yansıtmak
amacıyla tercih eder bu kullanımı. Elbette tüm bu tercihlerde ve ortaya çıkan
sonuçta Guadagnino kadar önemli olan Taylandlı görüntü yönetmeni Sayombhu
Mukdeeprom’a filmin çok şey borçlu olduğunu belirtmek gerek.
Son olarak Beni Adınla Çağır, her ne kadar birçok noktada
alışılagelmiş durumları tersine çevirse de yaşadığımız yüzyıla yine de çok
direnemiyor. Zira bu eşsiz aşk ne yazık ki Elio tarafından olmasa da Oliver
tarafından yarım bırakılıyor. Oliver tam da toplumun ondan beklediği gibi karşı
cinsten ve muhtemelen yaştaşı olan biriyle nişanlanıyor. Bunda Elio’nunki gibi
anlayışlı bir aileye ya da çevreye sahip olamaması etken olsa da Oliver’ın da
mücadele etmek gibi bir tercihi yok. Eşcinsel bir ilişki olduğu ve arada yaş
farkı olduğu için yarım kalan bir aşkın arkasından Elio’nun büyük bir sükûnetle
için için döktüğü gözyaşları, hâlâ birçok noktada evrimini tamamlayamamış
insanlığa da bir ağıt aslında. Neyse ki Elio ağlarken aynı zamanda arkada yemek
masasını kuran insanların telaşı, hayatın her şeye rağmen devam ettiğini dile
getirmekten geri kalmıyor. Sufjan Stevens’ın muhteşem Visions Of Gideon adlı
parçası, Elio’nun duygularının da tercümanı oluyor adeta: Son kez dokunmak, son
kez öpmek, son kez sevmek… Son kez…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder