Avrupa’nın Asıl Yüzüne Tutulan Ayna
Bir önceki filmi Fehér isten ile kendisiyle tanışmamızı
sağlayan Macar yönetmen Kornél Mundruczó, prömiyerini yaptığı Cannes Film
Festivali’nden de ödüllerle dönmüştü. Ülkesi Macaristan’daki ırkçılık sorununu
köpeklere yapılan zulüm üzerinden veren ve buna karşılık faşizme tabii olan
köpeklerin örgütlenerek başlattıkları isyanlarını gözler önüne seren muhteşem
bir film kazandırmıştı sinema tarihine Mundruczó. Ülkesinde yaşanılan sorunlara
duyarlılığını çektiği filmlere de yansıtmayı bir görev bilen Mundruczó, yine
eleştiri oklarını heybesine koymuş hazır ve nazır bizi beklemekte son filmiyle.
Yalnız bu kez öyle anlaşılıyor ki ülkesinin yığınla problemleri arasına barış
ve adaletin temsilcisi olarak kendini tanıtan Avrupa’yı da hedefine almakta.
Birkaç yıldır kanayan bir yara olarak gözlerimizin önünde
cereyan eden Suriye iç savaşı ve buna bağlı olarak savaştan kaçan mültecilerin
durumu hepimizin yakından tanık olduğu bir durum. Zira Türkiye son yıllarda
Suriyeli mültecilerin akınına uğramış ülkelerden biri. Macaristan da tıpkı
Türkiye gibi mültecilerin yolu üzerinde bulunan ülkelerden biriydi. Fakat
Macaristan’a giden mülteciler bir süre sonra sınır dışı edilmiş hatta bu tavır
çokça tepki de almıştı. Bir Avrupa Birliği üyesi olan ülkeden böylesine bir
hareketi tüm Avrupa’ya mal edebiliriz ne de olsa. Zira AB’nin onay vermeyeceği
bir hareketi Macaristan’ın yapması gibi bir durum söz konusu bile değil.
Böylelikle kendini tüm dünyaya yardımseverliği, adaleti ve daha birçok
meziyetiyle finanse eden AB, aslında ne kadar riyakâr olduğunu bir kez daha
gözler önüne sermişti. İşte Mundruczó, tüm bu riyakârlığı ifşa etmek adına
özelde ülkesinin bozulan çarklarını daha büyük resimde ise tüm Avrupa’nın
temelden sarsılışını odağına almakta Jupiter’s Moon’da.
Avrupa’nın Tepesinde Bir Melek Süzülüyor
Film, tüm süresi boyunca seyirci olarak bizleri ihya edecek
muhteşem bir görüntü yönetiminin elinden çıkma sahnelerin ilkiyle açılıyor.
Sırbistan sınırından Macaristan’a kaçak giriş yapan Suriyeli göçmenlerden tüm
film boyunca bizi peşinden sürükleyecek Aryan’ı (Zsombor Jéger) tanımamızla
başlayan sahne, kısa sürede bir can pazarına dönüşüyor. Nehirde başlayan bu
ölüm kalım savaşı, kıyıda devam ederken biz seyirciler daha ilk sahneden
Aryan’ın peşinde koşturmaktan ter döker hale geliyoruz. Fakat bu kan ter
içindeki halimiz bir anda buza kesiyor: Aryan Macar polisi tarafından
savunmasız olduğu halde vuruluyor. Ama bu vuruluş Aryan’ın aşırı estetize
edilmiş, büyüleyici bir diriliş ile süper güçleri olan bir kahramana hatta bir
meleğe dönüşmesine sebep oluyor.
Tüm film boyunca bizi yaptıkları, adeta bir melekmişçesine
havada süzülüşü, hüznü ve masumiyeti ile kendine hayran bırakacak olan Aryan’a
bir de onun neredeyse tam olarak zıttı özelliklere sahip Gabor (Merab Ninidze)
eşlik etmeye başlıyor. Mundruczó, iki zıt karakteri birbirine yol arkadaşı
yaparak güçlü bir çatışma ortamını yaratıyor en başta. Üstelik bu yol
arkadaşlığı git gide bir baba oğul, Tanrı İsa ilişkisine evrilmekte aynı
zamanda. Zira bu iki karakter hem birbirlerine ihtiyaçları olan hem de
birbirlerine yardım eden bir ilişki içindedirler. Ayran, kaybettiği babasının
yerine sığınacağı bir liman, yaslanacağı bir omuz olarak Gabor’u görürken;
Gabor ise daha önce yaptığı hatanın kefaretini ödemek adına bir fırsat olarak
görür Aryan’ı.
Avrupa Madalyonunun Diğer Yüzü
Burada Tanrı ve oğlu İsa benzetmesin yanında Avrupa ile daha
az gelişmiş ülkelerin ilişkisine de benzetmek mümkün Aryan ile Gobar’ın
ilişkisini. Avrupa’yı temsil eden Gobar’ın nasıl bencil, sahtekâr ve menfaat
düşkünü olduğunu, en yakını olduğunu sandıklarının onu arkasından vurduğunu ve
terörizmin tam da onun yaptığı yasadışı işler nedeniyle vuku bulduğunu
düşünürsek taşların ne kadar da iyi yerine oturduğunu anlayabiliriz. Üstelik
Aryan’ın yani Suriye ya da onun gibi büyük hesaplaşmaların mağduru olan
birliğin dışında kalmış ülkelerin temsili olduğunu Gobar tarafından her
fırsatta kullanılmasından da anlayabiliriz.
Mundruczó, sinema tarihinin en masum, utangaç, nevi şahsına
münhasır süper güçlere sahip kahramanı ile bizleri tanıştırırken, kan ile
hemhal olduğumuz sahneleri estetik bir ritüel şeklinde de sunarak
etkileyiciliğini doruğa çıkarıyor. Fakat bu yüzlerde tebessüme, ruhlarda arınmaya
sebebiyet verecek dingin sahnelerin ardından Hollywood filmlerindeki aksiyon
sahnelerine taş çıkartacak denli soluksuz izlenilen kovalamaca ve çatışma
sahneleri birbirini adeta kucaklamakta. Ne de olsa tıpkı bir uydudan yansıtır
gibi Avrupa’nın görünen dingin yüzü ve arkasında yapılan bin bir türlü
hesaplaşma ve eli kanlı antlaşmaların birbirini gölgelemesi gibi.
Teknik Açıdan Kusursuz
Çatışma ve kovalamaca sahnelerinin nefes kesiciliğinden,
uçma sahnelerinin başarısından tut da görüntü yönetimi ve kamera açılarının
mükemmelliğine kadar teknik açıdan kusursuzluğa oynayan Jupiter’s Moon’un en
büyük kusuru ses miksajındaki affedilemez sorun. Filmde yenilip yutulmayacak
bir senkron sorunu var. Zaten İngilizce, Macarca, Arapça gibi birçok dilin
kullanıldığı filmde dublaj kullanılması gibi bir talihsizliğin yanında bunun
bile oturamamış olması epey sinir bozucu olabiliyor. Lakin bu mevzuya çok
takılmazsanız Budapeşte sokaklarında vuku bol koşturmacalı aynı zamanda
romantize edilmiş, alt metni ilmik ilmik işlenmiş bir seyirlik var karşımızda.
Tüm devlet yapılarıyla hem kendi ülkesini hem de bağlı
olduğu Avrupa’yı yerden yere vuran yönetmenin cesareti ve dobralığı da ayrıca
kendine hayran bırakmakta. Her filminden biraz daha dilini sivrilten Mundruczó,
belki biraz dini söylemlerden uzak durup biraz da daha sade olmayı
başarabilseydi bir başyapıta imza atmış olabilirdi. Ne de olsa birçok ustadan
(Özellikle Alejandro González Iñárritu’nun başyapıtı Birdman) esinlenmiş olduğu da dikkatlerden kaçmayan bu
ustalık eserinin çok daha iyi olabilecek yapıda olduğu su götürmez bir gerçek. Ama
yine de zirveyi bulamasa da zirveye tırmanma iddiasında olan bir film Jupiter’s
Moon.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder