Filmin Lokomotifi Güçlü Bir Karakter
Force Majeure filmiyle 2014 yılında tüm dünyadaki
sinemaseverlerin radarına giren Ruben Öslund, aslında 2001 yılından itibaren
yönetmenlik yapan bir isim. Force Majeure’den önceki kısa ve uzun metrajlarıyla
da oldukça başarılı bir portre çizen, diyaloglar üzerinden ya da başından
sonuna kadar seyirciyi sürükleyecek bir olay örgüsünden özellikle kaçınan
Östlund sineması çok da geniş bir kesime ulaşamamıştı. Her ne kadar Göteburg
şehrindeki bir grup gencin, suç işleyerek geçirdikleri çarpıcı zaman dilimini
perdeye taşıdığı 2011 yapımı Play, Cannes ve Tokyo Film Festivallerinden
ödüllerle dönse de Östlund’un ismini asıl zikretmemizi sağlayan film, Force
Majuere olmuştur. Kayak merkezine tatile gelen bir ailenin çözülüşünü
izlediğimiz Force Majuere, hepimizi Östlund’un sinema dili, meseleleri anlatış
tarzı, zekâsı, özgünlüğü ve daha nicesiyle kendine hayran bırakmıştı.
Böylesine bir filmin yeterince ödüllendirilmemesine hala
akıl sır erdiremezken neyseki The Square, prömiyerini yaptığı Cannes Film
Festivali’nde En İyi Film ödülüyle hem Östlund’u hem de sinemasının
hayranlarını tarifi mümkünsüz bir sevince boğmuştu. Yola ilk çıktığı anda
heybeye konulabilecek en önemli yükünü alan The Square, ülkemizde önce Adana
Film Festivali’nde prömiyerini yapmış daha sonra da Filmekimi’nde
gösterilmişti. Bu haftadan itibaren de Başka Sinema sayesinde vizyonda da
kendine yer bulan filmi tekrar büyük bir hayranlıkla izleyenlerden olarak bu
yazıyı baştan belirtmeliyim ki büyük bir aşkla kaleme alıyorum.
Östlund, The Square ile bugüne kadar perdede hayat verdiği
en belirgin karakter ile bizleri tanıştırıyor. Hatta bir modern sanat müzesinin
küratörü olarak karşımıza çıkan Christian (Claes Bang), bu güne kadar Östlund
sinemasında en çok yoğunlaşılan karakter. Bir yandan bu oldukça nevi şahsına
münhasır karakterimizin peşinden koşturup da onu tanımamız ile seyreden filmin
aynı zamanda Christian üzerinden dile getirilen çok daha önemli bir meselesinin
olması akıllara hemen Force Majeure’yi getiriyor elbette. Zira Force Majeure’de
de bir çekirdek ailede yaşanılan çözülme üzerinden aslında tüm insanlık adına
çarpıcı analizler yapmıştı Östlund. Her ne kadar salt bir karakter filmi diye
okuyacağımız bir film olmasa da yine de bizi birçok sahnede peşinden
sürükleyen, derdine öyle ya da böyle ortak eden Christian’ı biraz tarif etmek
de fayda var diye düşünüyorum.
Östlund bu konuda biz seyircilere pek de kolay bir lokma
sunmuyor. Zira Christian, ne alışılagelmiş gibi seyirci ile tam olarak özdeşlik
kurulacak bir kahraman ne de tam olarak kötü yönleriyle öne çıkan yine de
seyircinin hayran olacağı bir anti kahraman. Christian, hep biraz mesafeli durulacağımız,
uzaktan izleyip yaptıklarına kimi zaman hayret edeceğimiz kimi zaman da saç baş
yolacağımız biri. Oyunculuğuyla da kendine hayran bırakan tek kelimeyle
kusursuz bir iş ortaya koyan Bang’in hayat verdiği Christian karakteri filmin
lokomotifi olarak kusursuz bir iş ortaya koyuyor.
Hayattan Kopuk Bir Sanatın Varlığı Kabul Edilemez
Gelelim Christian karakteri özelinde asıl odaklanmak istenen
meseleye. Östlund, bir modern sanat müzesini kendine mesken, bu sanat müzesinde
çalışanları, ziyaretçilerini ve performans sergileyenleri de karakter olarak
belleyerek çok da örneğine rastlayamadığımız, oldukça nitelikle bir hiciv ile
bizleri buluşturuyor. Östlund’un çağdaş sanatı hedefine alarak ortaya koyduğu
bu işi, cesurca dile getirdiklerinden, ama bu dile getirişindeki ince mizah
anlayışından, yer yer seyirciyi dürtükleyecek provokatif yönünden dolayı tam
olarak hiciv olarak tanımlamak mümkün. İşte tam burada yani çağdaş sanatın
eleştirilme gerekliliği konusunda birkaç kelam etmek gerek diye düşünüyorum.
Filmin başlarında Amerikalı gazeteci Anne (Elisabeth Moss) ile Christian
arasında gerçekleşen röportajda Anne’nin (filmin muhteşem bir diğer
performansı) sorduğu bir soru üzerine Christian’ın verdiği cevap (müzede herhangi
bir yere bir çanta koyduğumda bu onu sanat eseri yapar mı?) aklıma hemen geçen
yıl ABD’de San Francisco Modern Sanat Müzesi’ndeki olayı getirdi.
Hatırlanacağı üzere müzedeki eserlerin niteliksizliğinden
rahatsız olan iki ziyaretçi yere bir gözlük bırakmış sonra da ziyaretçilerin
tepkilerini kayda almışlardı. Birçok ziyaretçinin bu gözlüğü serginin bir parçası
gibi algılayarak uzun uzun incelemeleri ve fotoğrafını çekmeleri oldukça
tartışma yaratmıştı. Açıkçası bu gözlük olayı modernlik adı altında sanatın
içinin ne kadar boşaltıldığının, gündelik hayattan ne kadar kopuk ve anlaşılmaz
olduğunun en büyük ispatı olmuştu. Bu hınzırlığı yapan iki ziyaretçinin aynı
zamanda bugüne kadar yapılmış en etkili sanat eleştirmenliğine de imza
attıkları su götürmez bir gerçekti bana kalırsa.
Yine hafızalarda çok taze olan bir tartışma üzerinden devam
edersek bu yılki İstanbul Bienali’ne de değinmeden edemeyeceğim. Zira sanat adı
altında hayvan sömürüsünü mazur gören bir anlayış gerçekten modernliğin içinin
aslında ne kadar da boşaltıldığının bir tasviri oldu. Bir eşeğin çağdaş sanat
adı altında insan tarafından sömürülerek serginin bir parçası olarak
sergilenmesi ciddi anlamda çağdaş sanat anlayışının geldiği noktanın
sorgulanması gerektiğini hatırlatmıştı.
İşte Östlund da bu eleştirinin çok daha kapsamlısını yapıyor The Square
ile. Hatta sadece çağdaş sanatı eleştirmek ile kalmıyor tüm sanat dünyasını
hedefine alıyor.
Yine buradan çok da uzaklaşmadan filmin en etkili
sahnelerinden birine yakın çekim yaparak sanatın geldiği noktayı irdelemeye
devam edelim. Müzede sergilenecek olan Kare için yer açmak amacıyla bir sanat eserinin
-tam da yapıldığı zaman itibariyle hayatın içinden olan, halkın her tabakası
için bir anlam ifade eden- kaldırılması üstelik kaldırılırken dikkatsizlik
sonucu parçalanması çok çarpıcıdır. Östlund, bu sahne ile sanat anlayışının
geldiği noktayı çok etkili bir şekilde özetler. Bu sahnede eserin vinç ile
kaldırılırken parçalanma anını kayda alan güruhu da unutmayalım. Küçücük bir
makineye hapsolmuş beyinlerin, bu talihsiz olay karşısındaki tek tepkileri
videoya çekmek ve belki de Youtube’da yayınlamak. Zaten tüm film boyunca
Östlund, telefonu elinden düşürmeyen, her an Youtube’den video izleyen, telefon
ile konuşan ve nette dolaşan insanlığı gözümüze sokmaktan imtina etmiyor.
İnsan ile Hayvan Arasındaki Çizgi Yok Oluyor
Filmdeki modern sanat müzesindeki çalışan, ziyaretçi ya da
bağışçılar üzerinden elbette üst-orta sınıf da birçok davranışıyla karşımızda
arz-ı endam etmekte. Modern sanat müzesini gezmekten ve anlamaya çalışmaktan
çok kokteyllerdeki ikramları önemseyen, sadece ondan beklenilen yorumları yapan,
bir nevi ezberlenenleri söyleyen bir güruh var karşımızda. Bunu bozan birkaç
kişi çıkıyor karşımıza sadece. Birincisi tourette sendromu olan bir ziyaretçi,
rahatsızlığından ötürü -yine bilinçli olarak değil- Kare’nin yaratıcısı ile
yapılan söyleşi de hem Julian’a (Dominic West) hem de söyleşiyi gerçekleştirene
ağır hakaretlerde bulunuyor. Bu ziyaretçinin yaptığı belki de o an salonda
bulunan birçok kişinin aklından geçen şeyler. Ama kimse farklı olmanın tarifi
mümkünsüz yükünü sırtlamak istemediği için düşündüklerini dillendirmiyor. Sadece düşündüklerini dillendirmeyi
engelleyemeyen sendromlu biri dışında.
İkinci arı kovanına çomak sokan performans ise çok daha sert
bir şekilde çıkar karşımıza. Serginin açılış yemeğinde performans sergilemek
amacıyla Oleg’in (Terry Notary) performansının da ötesine giderek bir nevi
korsan gösteriye soyunması filmin en unutulmaz sahnesini yaratıyor. Sinema
tarihinin şimdiden kült sahneleri içerisinde kendine en müstesna yeri ayırtan bu
sahne üst-orta sınıfa atılan büyük bir tokat. Hatta tokattan da öte acısı kolay
kolay geçmeyecek bir dayak. Terry Notary’nin yıllarını verdiği bu performansın
şahaneliği karşısında şapka çıkarmamak elde değil.
Oleg karakteriyle hayat bulan bu goril performansından
bahsetmişken Östlund’un filminin her anında insan ile hayvan arasındaki ayrımın
muğlâklaştırıldığı gözlerden kaçmamalı. Zaten bana kalırsa olmayan çizgiler
Östlund tarafından da kaldırılarak insanlığın kendine biçtiği fazladan rol
alaşağı ediliyor. Örneğin Östlund, Anne ile Christian arasındaki seks sahnesini
hiç estetize etmediği gibi hayvanların çiftleşmeleriyle fazlasıyla benzerlik
taşımasına dikkat ettiği gözlerden kaçmıyor. Yine Anne’nin evindeki maymun da
bu fikrin bir parçası.
Östlund, yerden yere vurduğu üst-orta sınıfı hedefine
alırken tıpkı Michael Haneke usta gibi yine o sınıfın hanesinden
gerçekleştiriyor eleştirisini. Fakat karşı tarafı da sık sık karşımıza
çıkarmayı ihmal etmiyor. Mülteciler ve dilenciler neredeyse her sahneye imtina
ile Östlund tarafından iliştiriliyor. Hatta bazı sahnelerde hâkimiyeti elerine
bile alıyor bu kesim. Mülteci çocuk, hem karakter olarak hem de oyuncu olarak
dudak uçuklatan bir detay adeta. Mülteci olarak daha çok bu çocuğu görürken
dilenci temsilleri çok daha fazla karşımıza çıkıyor. Her köşe başında yer alan
bu evsizler ya da dilenciler, Stockholm sokaklarındaki doğal performansı ya da
sanatı ortaya koyuyor belki de kim bilir. Bu her sahnede karşımıza çıkan
mülteci ve dilenci temsillerinin, Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismäki ve Macar
yönetmen Kornél Mundruczó sinemasıyla ortak yanları da göz ardı edilemez diye
düşünüyorum.
Ruben Östlund’un Önlenemeyen Yükselişi
Dilenci ya da evsiz insanların varlığından bahsetmişken
Christian karakteri üzerinden yapılan yine çok etkili bir üst-orta sınıf
eleştirisine değinmek gerek. Christian’ı, birçok defa çevresindeki bu
dilencilere yardım ederken görüyoruz. Üst-orta sınıfın bir şov amacıyla ya da
sadece anlık bir vicdan rahatlaması amacıyla dilencilere yardım yapılması en
büyük ikiyüzlülüklerden biridir. Östlund’da bu durumu Christian üzerinden
dillendiriyor. Daha fazla vergi vererek yoksulluğu ortadan kaldıracak bu riyakar
sınıf sadece üç beş kuruş yardım ile aslında sadece kendi mastürbasyonunu
yapmış oluyor. Christian da bu sahte duyarlılığı perdede yine çok başarılı bir
şekilde gözler önüne seriyor.
Karşılıklı güveni temsil etmesi amacıyla sergilenen Kare,
başta bu sanatın yaratıcısından tut da küratörden, ziyaretçilere kadar hiç
kimse de güven duygusunu göremediğimiz bir noktada seyrediyor. Aksine her
fırsatta güvensizliğin kol gezdiği bu üst-orta sınıf, biz seyircilere ne kadar
yapmacık bir hayat yaşadıklarını hatırlatıyor. Östlund’un gerçek hayatta bir
arkadaşıyla yarattığı enstalasyondan esinlenerek yarattığı The Square, baştan
itibaren yerden yere vurduğu sınıfı finalde de asla rahatlatmıyor.
Christian karakterinin
özür videosu, her ne kadar bir özürden fazlasını taşısa da: Video aslında
Christian özelinde tüm üst-orta sınıfın günah çıkarmasıdır. Fakat bu günah
çıkarma karşısında bile Östlund, bu sınıfa acımıyor: Videoyu gerçekten çocuk ve
ailesi izliyor mu bilmediğimiz gibi yüz yüze nedamet dilenmeye gidildiğinde de
çocuk ve ailesine ulaşılamıyor. Böylece bu sınıfın vicdana gelmesi, nedamet
dilenmesi de Östlund tarafından samimi bulunmayarak ömür boyu sürecek bir
vicdan azabına mahkûm ediliyor.
İşte tüm bu sebeplerden dolayı fazlasıyla sert ama
Östlund’un zekâsıyla hayat bulan mizahıyla yer yer oldukça güldüren,
güldürürken düşündüren eşsiz bir yapım The Square. İletişimin ve sanat
anlayışının geldiği noktayı hem güçlü bir karakter hem de hedefi on ikiden
vuran bir mekân ile ortaya koyan Östlund, etkileyiciliği en çok da kurgu ile
başarıyor. Üst-orta sınıf ile alt sınıf arasındaki ya da insan ile hayvan
arasındaki çizgiyi ustalıkla kotardığı kurgusuyla muhteşem bir şekilde
irdeliyor. Kurgu kadar başarılı bir diğer teknik başarı ise ses ve müzik
kullanımı hiç kuşkusuz. Modern sanat müzesinde sergilenen objelerin çıkardığı
seslerin karakterlerin konuşmalarına eşlik ettiği sahneler unutulacak gibi değil.
Ya da tüm filme sirayet eden muhteşem müzikler… Ruben Östlund, The Square ile
olumsuz eleştirilerle önlenemeyen yükselişini devam ettiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder