Meslektaşlarına Nanik Yapan, Huysuz Bir İhtiyar
İngiltere’nin en şahsına münhasır yönetmenlerinden biri olan
Peter Greenaway’ın sinema denen olguya ve sinemanın algılanış, yaradılış
şekline kafa tutan bir isim olduğu bilinmektedir. Greenaway, sinemanın öldüğünü
ya da henüz daha yeni yeni gerçek anlamda keşfedildiğini söyleyerek ve bugüne
kadar sinema adı altında yapılmış olan birçok yapımın sinema ile alakası
olmadığını savunarak, birçok kişinin öfkesini üzerine çekmiştir. Sinema adına
benzersiz yapıtlarıyla benimsenen birçok yönetmene bile arsızca nanik yapan, bu
huysuz ihtiyar, seksen yaşına merdiven dayamasına rağmen cüretinden de
üretkenliğinden de hiçbir şey kaybetmeden yoluna devam etmektedir.
Greenaway’in, elbette bu kadar üst perdeden bir duruş
sergilemesinin altı boş değildir. Zira İngiltere’nin en büyük
entelektüellerinden biri olarak görülebilecek bu kişi sadece sinema ile değil
sanatın birçok dalıyla hemhal olmuş bir isimdir. Opera, video art, enstalasyon
ve en önemlisi de resim sanatıyla kurduğu bağ, onun düşünce yapısını,
yaratıcılığını besleyen ana damarlarını oluşturmaktadır ne de olsa. Resim ile
olan bağının ise yönetmenlikle olandan kalır yanı yoktur desek yeridir. İşte
kadrajlarını tuval, kamerasını fırça olarak da algılayan, sinemanın genel geçer
birçok koduyla oynayan bu aksi ihtiyarın ülkemizde ve tüm dünyada tanınmasını
sağlayan, başyapıtı kuşkusuz The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover’dır.
İhanet ve İntikamlar Silsilesi
Bir film için fazlasıyla uzun ismiyle daha film ile
tanışmayanlar için bile içerisinde taşıdığı sürprizli dünyanın sinyalini veren The
Cook, the Thief, His Wife & Her Lover, tam da isminde olduğu gibi aşçı,
hırsız, onun karısı ve karısının aşığının arasında yaşanılan ilişkiye
odaklanmaktadır. Elbette bu kişiler, alt metinde İngiltere’nin farklı kesimleri
temsil etmekte, filmin nerdeyse tümüne mekân olan restoranın ise İngiltere’nin
alegorisi olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır.
Filmde hırsız olarak
karşımıza çıkan Richard (Richard Bohringer) ve karısı Georgina (Helen Mirren)
arasında ne sevginin ne de seksin olmadığı, her an iplerini koparacak bir
ilişki vardır. Üstelik İngiltere’nin başına gelen en büyük musibetlerden biri
olan Margaret Thatcher’ı temsil eden Richard’ın fazlasıyla kaba,
kültür-sanattan anlamayan, kitap düşmanı, kan emici bir zorba olduğunu daha
filmin başlarında anlamak mümkündür. Georgina ise bambaşka bir dünyaya ait
olduğunu Richard’ın vücut olarak yanında olsa da ruhen olmadığını her haliyle
belli eder. Bu ikilinin arasına katılan restoranın aşçısı Albert (Michael
Gambon ) ve Gerogina ile aşk yaşayacak Michael (Alan Howard) de katılınca film
öncelikle bir ihanet ve intikamlar silsilesine dönüşecektir.
Resmin Temsili ile Sinemanın Temsili Bir Arada
Film boyunca Richard, Albert tarafından kendisine yapılan
yemekleri yiyerek hatta tıkınarak tatmin olurken, karısı Georgina ise onu
restoran müşterilerinden Michael ile aşk yaşayarak tatmin olmaktadır. Bir yanda
yemekler pişmekte, bir yanda ihanet gerçekleşmekte, bir yanda yemekler
yenilirken bir yanda hazın doruklarına çıkılmaktadır. Tabii birbirine koşut
olarak gerçekleşen bu süreçler bir süre sonra ard arda gerçekleşecek
intikamların da habercisi görevini üstlenmektedir. Burada oburluk ile şehvet
gibi ölümcül günahlar rol oynarken yine diğer kıskançlık, öfke, gurur,
tembellik ve açgözlülük karakterlerimiz özelinde filmde var olmaktadır. Bu da
Hıristiyanlığın yedi ölümcül günahının filme imtina ile yerleştirildiğinin
ispatı değil de nedir?
Greenaway her filminde olduğu gibi bu eserinde de bir
ressamın eserini filmine arka fon yapmayı tercih etmiştir. Hollandalı ressam Frans
Hals’i bu filmi için ilham perisi olarak seçen Greenaway, onun 1616 yılında
yarattığı, ölümsüz eseri The Banquet of the Officers of the StGeorge Militia
Company’i filmin büyük bir çoğunluğunu izlediğimiz restoranın yemek salonunun
duvarına yerleştirmiştir. İngiliz sivil muhafız memurlarının grup portresindeki
giyimler ile Richard’ınkinin çok benzer olduğu gözlerden kaçmamalı. Richard,
adeta portreden çıkıp, gelmiş bir imge gibidir. Ayrıca tablodaki renk kullanımı
da özellikle restoranın yemek salonu ile aynı kontrasa sahiptir. Bu sivil
muhafızların bir ziyafet esnasında çizildikleri portre tam da Richard ve
adamlarının yani bir nevi yasalardan bağımsız güya adalet dağıtan bir grubun
her akşam verdiği ziyafete, arkadan eşlik eder. Greenaway, 1600’lü yılların
temsili olan portre ile günümüzün temsili olan filmi bir arada vererek,
gerçeğin ne olduğunu sorgulamamızı istemiştir.
Obsesif Bir Ressamın Renk Paleti
Greenaway filmine imtina ile yerleştirdiği metaforları,
incelikle düşündüğü alt metnine eşlik edecek eşsiz bir üslubu da hayata
geçirmiştir elbette. Filmlerinin hikâyesinden çok biçimiyle ilgilenen Greenaway
gibi görselliğe tapan birinden başka bir şey de beklenemez zaten değil mi?
Öncelikle yönetmenimizin, adeta bir ressam gibi filminin neredeyse tümüne mekân
olacak olan dört bölümü (restoran önü, mutfak, yemek salonu ve tuvalet) yan yana
dizilmiş dört tuval gibi düşünmüş olmalı. Zira her biri farklı bir rengin
(restoran önü mavi, mutfak yeşil, yemek salonu kırmızı, tuvalet beyaz)
hâkimiyetinde olan tuvaller arasında doğrusal bir şekilde gidip, gelmekte film.
Greenaway, adeta obsesif bir ressam gibi renklerin birbirine
karışmasından imtina ederek, renk paletinde kusursuz bir disipline soyunuyor.
Adeta gelecekten gelen aşırı steril, abartılı tuvaleti, ihtişamın boy
gösterdiği, lüks yemek salonu, kitsch döşenmiş mutfağı ve son olarak mide bulandırıcı
olan restoran önüyle birbirini yaratan mekanlar sıralanıyor. Duvardaki tablodan
tut da her bir ayrıntının incelikle hesaplandığı bu muhteşem filmin,
kadrajları, sahne geçişleri ve Michael Nyman ile hayat bulan müzikleri filmi
daha da ihya ediyor. Cesur sahneleri, çıplaklığı, şiddeti, pisliği ön plana
çıkarmayı özellikle de tercih eden bu filmin çoktan kült mertebesine eriştiğini
de son olarak söylemek gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder