9 Eylül 2018 Pazar

The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover



Meslektaşlarına Nanik Yapan, Huysuz Bir İhtiyar

İngiltere’nin en şahsına münhasır yönetmenlerinden biri olan Peter Greenaway’ın sinema denen olguya ve sinemanın algılanış, yaradılış şekline kafa tutan bir isim olduğu bilinmektedir. Greenaway, sinemanın öldüğünü ya da henüz daha yeni yeni gerçek anlamda keşfedildiğini söyleyerek ve bugüne kadar sinema adı altında yapılmış olan birçok yapımın sinema ile alakası olmadığını savunarak, birçok kişinin öfkesini üzerine çekmiştir. Sinema adına benzersiz yapıtlarıyla benimsenen birçok yönetmene bile arsızca nanik yapan, bu huysuz ihtiyar, seksen yaşına merdiven dayamasına rağmen cüretinden de üretkenliğinden de hiçbir şey kaybetmeden yoluna devam etmektedir.

Greenaway’in, elbette bu kadar üst perdeden bir duruş sergilemesinin altı boş değildir. Zira İngiltere’nin en büyük entelektüellerinden biri olarak görülebilecek bu kişi sadece sinema ile değil sanatın birçok dalıyla hemhal olmuş bir isimdir. Opera, video art, enstalasyon ve en önemlisi de resim sanatıyla kurduğu bağ, onun düşünce yapısını, yaratıcılığını besleyen ana damarlarını oluşturmaktadır ne de olsa. Resim ile olan bağının ise yönetmenlikle olandan kalır yanı yoktur desek yeridir. İşte kadrajlarını tuval, kamerasını fırça olarak da algılayan, sinemanın genel geçer birçok koduyla oynayan bu aksi ihtiyarın ülkemizde ve tüm dünyada tanınmasını sağlayan, başyapıtı kuşkusuz The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover’dır.


İhanet ve İntikamlar Silsilesi

Bir film için fazlasıyla uzun ismiyle daha film ile tanışmayanlar için bile içerisinde taşıdığı sürprizli dünyanın sinyalini veren The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover, tam da isminde olduğu gibi aşçı, hırsız, onun karısı ve karısının aşığının arasında yaşanılan ilişkiye odaklanmaktadır. Elbette bu kişiler, alt metinde İngiltere’nin farklı kesimleri temsil etmekte, filmin nerdeyse tümüne mekân olan restoranın ise İngiltere’nin alegorisi olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır.

 Filmde hırsız olarak karşımıza çıkan Richard (Richard Bohringer) ve karısı Georgina (Helen Mirren) arasında ne sevginin ne de seksin olmadığı, her an iplerini koparacak bir ilişki vardır. Üstelik İngiltere’nin başına gelen en büyük musibetlerden biri olan Margaret Thatcher’ı temsil eden Richard’ın fazlasıyla kaba, kültür-sanattan anlamayan, kitap düşmanı, kan emici bir zorba olduğunu daha filmin başlarında anlamak mümkündür. Georgina ise bambaşka bir dünyaya ait olduğunu Richard’ın vücut olarak yanında olsa da ruhen olmadığını her haliyle belli eder. Bu ikilinin arasına katılan restoranın aşçısı Albert (Michael Gambon ) ve Gerogina ile aşk yaşayacak Michael (Alan Howard) de katılınca film öncelikle bir ihanet ve intikamlar silsilesine dönüşecektir.


Resmin Temsili ile Sinemanın Temsili Bir Arada

Film boyunca Richard, Albert tarafından kendisine yapılan yemekleri yiyerek hatta tıkınarak tatmin olurken, karısı Georgina ise onu restoran müşterilerinden Michael ile aşk yaşayarak tatmin olmaktadır. Bir yanda yemekler pişmekte, bir yanda ihanet gerçekleşmekte, bir yanda yemekler yenilirken bir yanda hazın doruklarına çıkılmaktadır. Tabii birbirine koşut olarak gerçekleşen bu süreçler bir süre sonra ard arda gerçekleşecek intikamların da habercisi görevini üstlenmektedir. Burada oburluk ile şehvet gibi ölümcül günahlar rol oynarken yine diğer kıskançlık, öfke, gurur, tembellik ve açgözlülük karakterlerimiz özelinde filmde var olmaktadır. Bu da Hıristiyanlığın yedi ölümcül günahının filme imtina ile yerleştirildiğinin ispatı değil de nedir?

Greenaway her filminde olduğu gibi bu eserinde de bir ressamın eserini filmine arka fon yapmayı tercih etmiştir. Hollandalı ressam Frans Hals’i bu filmi için ilham perisi olarak seçen Greenaway, onun 1616 yılında yarattığı, ölümsüz eseri The Banquet of the Officers of the StGeorge Militia Company’i filmin büyük bir çoğunluğunu izlediğimiz restoranın yemek salonunun duvarına yerleştirmiştir. İngiliz sivil muhafız memurlarının grup portresindeki giyimler ile Richard’ınkinin çok benzer olduğu gözlerden kaçmamalı. Richard, adeta portreden çıkıp, gelmiş bir imge gibidir. Ayrıca tablodaki renk kullanımı da özellikle restoranın yemek salonu ile aynı kontrasa sahiptir. Bu sivil muhafızların bir ziyafet esnasında çizildikleri portre tam da Richard ve adamlarının yani bir nevi yasalardan bağımsız güya adalet dağıtan bir grubun her akşam verdiği ziyafete, arkadan eşlik eder. Greenaway, 1600’lü yılların temsili olan portre ile günümüzün temsili olan filmi bir arada vererek, gerçeğin ne olduğunu sorgulamamızı istemiştir.


Obsesif Bir Ressamın Renk Paleti

Greenaway filmine imtina ile yerleştirdiği metaforları, incelikle düşündüğü alt metnine eşlik edecek eşsiz bir üslubu da hayata geçirmiştir elbette. Filmlerinin hikâyesinden çok biçimiyle ilgilenen Greenaway gibi görselliğe tapan birinden başka bir şey de beklenemez zaten değil mi? Öncelikle yönetmenimizin, adeta bir ressam gibi filminin neredeyse tümüne mekân olacak olan dört bölümü (restoran önü, mutfak, yemek salonu ve tuvalet) yan yana dizilmiş dört tuval gibi düşünmüş olmalı. Zira her biri farklı bir rengin (restoran önü mavi, mutfak yeşil, yemek salonu kırmızı, tuvalet beyaz) hâkimiyetinde olan tuvaller arasında doğrusal bir şekilde gidip, gelmekte film.

Greenaway, adeta obsesif bir ressam gibi renklerin birbirine karışmasından imtina ederek, renk paletinde kusursuz bir disipline soyunuyor. Adeta gelecekten gelen aşırı steril, abartılı tuvaleti, ihtişamın boy gösterdiği, lüks yemek salonu, kitsch döşenmiş mutfağı ve son olarak mide bulandırıcı olan restoran önüyle birbirini yaratan mekanlar sıralanıyor. Duvardaki tablodan tut da her bir ayrıntının incelikle hesaplandığı bu muhteşem filmin, kadrajları, sahne geçişleri ve Michael Nyman ile hayat bulan müzikleri filmi daha da ihya ediyor. Cesur sahneleri, çıplaklığı, şiddeti, pisliği ön plana çıkarmayı özellikle de tercih eden bu filmin çoktan kült mertebesine eriştiğini de son olarak söylemek gerek.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder