9 Eylül 2018 Pazar

Göç Eden İnsanların Dünyasına Kapı Aralayan 10 Çarpıcı Film



Ladybird Ladybird – 1994

Yönetmen:Ken Loach  

Oyuncular:Crissy Rock, Vladimir Vega, Sandie Lavelle…

Gerçek bir hayat öyküsünden uyarlanan Ladybird Ladybird, izleyici olarak gözyaşlarına hâkim olamayacağınız bir film. Başlangıcından sonuna kadar bir an bile yavaşlamayan temposuyla Maggie karakterinin hayatının alt üst oluşuna şahit oluruz. Filmin ilk kısmında Maggie’nin şimdiye kadar yaşadığı acıları kendisinden dinler ikinci yarısında ise hayatında devam eden felaketleri bire bir izleriz. Zaten çocukluğundan itibaren felaketlerle döşenmiş hayatı bizim onu tanımamızla da düzelemez. Üstelik çok daha kötüye gider. Onun bu dayanılması imkânsız acılara gark eden hayatındaki tek tesellisi, dayanağı ona gönülden bağlı göçmen Jorge (Maggie’nin deyimiyle George)olur.

Loach’ın kadının toplumdaki yerine, Paraguay’daki iç savaşa ve güya toplumun yararına işlemesi gereken devlet kurumlarının nasıl da amacının dışında, despot bir işleyiş içinde olduklarına başarıyla değinir. Loach’ın devlet kurumlarına en sert eleştiri yaptığı filmlerden biri olan Ladybird Ladybird, yürek yakan izlencesiyle sizi beklemekte.



Otobüs – 1974

Yönetmen:Tunç Okan  

Oyuncular:Tunç Okan, Tuncel Kurtiz, Björn Gedda…

Tunç Okan’ın bu ilk filmi, yerli sinemanın en önemli yapımlarından biri olarak anılmayı fazlasıyla hak etmektedir. Zira Otobüs, hakkında yapılan tüm olumsuz eleştirileri asla hak etmeyen, yerli sinemanın o dönemki sıradanlığının içerisinde doğmuş birkaç harikadan biridir. Yeşilçam döneminin ucuz melodramlarının içine doğan bu, seyirciyi fazlasıyla rahatsız edecek, koltuklarında kıvranmalarına, sorgulamalarına neden olacak film, elbette hemen yasaklanmıştır. Ülkelerinde yoksullukla artık başa çıkamadıkları için yeni umutlarla yurtdışına gitmeye karar veren bir grup adamın Stockholm’üm tam ortasında yapayalnız kalmalarıyla ilerler film. Onları iş vaadiyle, ellerinde ne var ne yoksa alıp, İsveç’e getiren dolandırıcılar kaçmışlardır. Ve bundan sonra bilmedikleri bir ülkede yapayalnız kalan bu bir grup insanın açlıkla, bilinmezlikle yaptıkları mücadele, oldukça ağır, meşakkatli, sert ve acımasız olacaktır.

Doğu ile batı arasındaki uçurumu, bu uçurumun ne kadar çarpıcı olduğunu ortaya seren Otobüs, her anıyla seyirciyi dehşete düşüren bir yapımdır. Sadece doğunun bilmezliğini, az gelişmişliğini dillendirmez; batının yaşadığı dejenerasyonu da aynı şekilde hedefine alır. Yaşanılan trajedinin duygusal tarafına kapılmayıp da sorgulanarak izlenildiğinde çok önemli şeyleri dillendiren bir yapım olarak ölümsüz filmler arasında yerini almıştır.




The Immigrant – 1917

Yönetmen: Charlie Chaplin  

Oyuncular:Charles Chaplin, Edna Purviance, Eric Campbell…

Charlie Chaplin’in bu ilk dönem eserlerinden olan The Immigrant, bir gemide ABD’ye göç eden insanların remini çizer. Yine Chaplin’in oyuncu olarak karşımızda arzı endam ettiği filmde elbette komedi vardır. Lakin Chaplin, seyirciyi güldürdüğü her anın içerisine toplumsal eleştirilerini yerleştirmekten geri durmamıştır. Kısacık süresi içerisinde “Özgürlükler Ülkesi” ne gelen insanların nasıl bir muameleye tabi tutulduğunu öylesine etkileyici bir şekilde gözler önüne serer ki Chaplin…

Birkaç sahne ile üstelik komedi türünde bir film ile Amerika’nın aslında yansıtıldığı gibi bir özgürlük vaad etmediğini ancak Chaplin gibi bir deha anlatabilirdi.




Baran – 2001

Yönetmen:Majid Majidi  

Oyuncular:Hossein Abedini, Zahra Bahrami, Mohammad Amir Naji…

İran Sineması’nın en önemli ustalarından Majid Majidi’nin filmografisinin tartışmasız en iyi filmi olan Baran, yürek burkan hikâyesi ile listemize konuk oluyor. İran’la ayrı düşünemeyeceğimiz Afgan mültecilerin durumu ile yine İran’daki yoksulluğu birlikte harmanlayan bu mükemmel yapım, her haliyle bir ustanın eseri olduğunu belli ediyor. Lateef’in çalıştığı inşaata bir gün babası ayağını kırdığı için onun yerine çalışmaya Rahman’ın gelmesiyle işler sarpa sarar. İnşaatta kısmen de olsa zorlu işlerdense daha kolay olan yemek ve çay yapma işini işgüzar davranışları sonucu Rahman’a kaptırması Lateef’i intikam duygularına iter. Fakat gerçekler onu bu amacından çok daha farklı yönlere sürükleyecektir. Filmin bu andan sonrası Lateef’i saf ve temiz duygularla yaptığı bir dolu fedakârlığa iter.

Güç durumda olan birinin bile kendinden daha zor durumda olana tüm varlığı ile yardım etmesini görmek, aşkın en saf hallerine tanık olmak ve elbette başka bir ülkede yaşamanın zorluğunu anlamak açısından ıskalamaması gereken bir başyapıt Baran.




Dancer in The Dark - 2000

Yönetmen:Lars Von Trier

Oyuncular:Björk, Catherine Deneuve, David Morse…

Lars Von Trier'in kariyerinin en önemli filmlerinden olan Dancer in The Dark, 140 dakikalık etkili bir dramdır. Fakat Trier gibi sinemanın klasik kodlarıyla her daim oynayan bir isimden elbette sıradan bir dram filmi beklemek saflık olur değil mi? Trier, Hollywood geleceğinden gelen umut dolu, mutlu sonlu, tabiri caizse her bir yanından gülücükler çıkan bir müzikal değil de seyirciyi çıkışsızlığı, çaresizliği ve sertliğiyle şaşkına çeviren bir müzikale imza atar. Aslında bu radikal seçim, biz seyirciler için yürek kaldırmayacak denli sert filmi izleyebilmemizi sağlar. Kendi makus kaderini artık bir tarafa bırakıp çocuğunun geleceği adına çırpınan Selma'nın (Björk) her defasında tökezlemesi kolumuzu kanadımızı kıracakken Selma'dan dinlediğimiz şarkılar ve onun karanlık dünyasında kurduğu hayallerin görüntüsü, hislerimizi adeta afallatır. Evet, gözleri neredeyse hiç görmeyen, oğluna da aynı musibeti genleriyle taşımış, hayatta hep kendi kalesine gol yemiş ama oğlunun hayatını ve gözlerini garantiye alana kadar asla mücadeleden kaçmayan bir kadının bu lanet olası hayata verdiği molalardır filmin müzikal kısımları. Trier, umutsuz sahnelerin hemen ardından içimize umut dolduran sahneleri ard arda vererek muhteşem bir çatışma kurar. Tıpkı hayat gibi... Bir bakarsın ağlarken kahkahayı basmaya başlamışsın. Hayat işte... 

Trier'in bu bambaşka filminde birileriyle uğraşmamasını, bir kurumu ya da ülkeyi eleştirmemesini beklemeyiz değil mi? Yukarıda bahsettiğimiz tüm meziyetlerin üzerine bir de bir şehir efsanesi olan Amerikan rüyasının da ne kadar koca bir yalan olduğunu her fırsatta dillendirir. Çıkış yolu bulmak için Amerika'ya gelen Selma'nın yaşadıkları üzerinden, devlet kurumlarından, devleti temsil eden resmî görevlilere kadar herkesi yaptıkları ahlaksızlıklar, umursamazlıklarıyla yerden yere vurur Trier. Üstelik bunu öyle seyircinin kafasına dikte ederek falan da yapmaz. Öylesine doğal, öylesine akışında gerçekleştirir her şeyi. Tapılası bir yönetmen Trier'in tartışmasız en büyük başyapıtlarından biri olan film, oyunculukları, müzikleri, çatışması ve daha nice nice meziyetiyle apayrı bir yerde durur.




Dogville – 2003

Yönetmen:Lars Von Trier  

Oyuncular:Nicole Kidman, Paul Bettany, Lauren Bacall…

Lars Von Trier'in seyircilerin algılarını alt üst eden, bilinen tüm sinema kodlarına sırtını dönen filmi Dogville, sıra dışı mekânı ile sinema tarihine bomba gibi düşmüştür. Trier, filmografisinin bu en ayrıksı filminde sinema nedir sorusuna verilecek yanıtların hepsini geçersiz kılmıştır adeta. Bir tiyatro sahnesinde, dokuz sahneden oluşan oyun mu yoksa aykırı bir mekân kullanımı ile hayat bulan epizotik, üst sesle hayat bulan bir film mi izliyoruz cevap vermek epey zor. Epik tiyatronun esintilerini taşıyan, Brehtyen estetiğe bürünmüş bu başyapıt, sadece biçim olarak değil hikâyesi, karakter yaratımı, oyunculukları ile kusursuz bir çizgide ilerler.

Trier'in sade bir stüdyo tasarımının içerisinde kurduğu müthiş hikâyesi ile bir Amerika alegorisini bizlere sunduğu Dogville'nin oldukça sarsıcı ve kan dondurucu olduğunu sanırım söylemeye gerek yok. Yaşadığı yerden kurtulmak için kendini can havliyle başka bir yere atan ama daha da dibe batan karakter aslında çok tanıdık değil mi? Seyircinin filme yabancılaşması için yapılabilecek tüm hamleleri kullanmasına rağmen, başkarakter ile kurduğumuz katharsis ise sizi bile şaşırtacak.



Duvara Karşı – 2004

Yönetmen:Fatih Akın  

Oyuncular:Birol Ünel, Sibel Kekilli, Güven Kiraç…

54. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü başta olmak üzere birçok ödülün sahibi olmuş bu film, kuşkusuz Fatih Akın’ın filmografisinin de en iyisi. Almanya ve Türkiye’de çekilen Duvara Karşı, gurbetçi olarak ailesiyle birlikte yaşayan Sibel’in daha özgür bir hayat için aslen Türkiyeli olan hiç tanımadığı Cahit’e evlenme teklif etmesiyle başlar. Sahte bir evlilik olması planlanan bu birliktelikte ne var ki, hiçbir şey planlandığı gibi gitmez. Almanya’da başlarına gelen felaketler Türkiye’de devam eder. Cahit de Sibel’de hayattan paylarına düşen talihsizliği yaşarlar. Sibel’in filmin başında yola çıktığı umutlu, istekli, hayat dolu halinden eser kalmamıştır. Cahit’in ise zaten dibe vurduğu hayatında karşısına çıkan umut kaynağını bulmasıyla yitirmesi bir olur. Mutlu son ile nihayete ermeyen bir kaybedenler hikâyesidir Duvara Karşı. Her ne kadar Sibel Kekilli ile ilgili sansasyonel haberler o dönem öne çıksa da asıl konuşulması gereken Kekilli’nin muhteşem oyunculuğu olmalıydı bana kalırsa.



Gelin – 1973

Yönetmen:Lütfi Akad 

Oyuncular:Hülya Koçyigit, Kerem Yılmazer, Ali Şen…

Lütfi Akad’ın Köyden Kente Göç üçlemesinin ilk filmi Gelin, sadece yaptığı sosyo-kültürel tespitleri ile bile yönetmenin başyapıtı olmayı hak etmektedir. Yozgat’dan İstanbul’a gelip, yerleşen bir aile üzerinden göç olgusunu tüm yönleriyle masaya yatırır Akad. Cahilliğin, feodal yapının, dini inanışların bir hayatı nasıl el birliğiyle kurban ettiğinin çarpıcı bir portresini sunan film, Akad’ın gözünden oldukça naif bir şekilde aktarılır. Filmin çatışmasını destekleyen Kurban Bayramı, meseleyi çok güzel kapsayan bir metafor görevini üstelenir. Akad’ın genelde kapalı mekânlarda, sabit kamera ile çektiği Gelin, teknik olarak da ataerkil düzenin mağrur ve hantal kafa yapısını yansıtır.

Gelin, sonunda verdiği mesaj ile de oldukça anlamlı bir yerde duran, yıllar geçse de yerine getirdiği misyonundan dolayı unutulmayacak gerçek bir şaheseridir.


Cavalo Dinheiro - 2014

Yönetmen:Pedro Costa  

Oyuncular:Ventura, Vitalina Varela, Tito Furtado…

Pedro Costa’nın şimdilik son filmi olan Cavalo Dinheiro, tanıştığı günden itibaren sıkı dostu olan Ventura’nın başrole oturduğu, muhteşem bir yapım. Costa ilk dönem filmlerinden sonra tabiri caizse kariyerini adadığı Yeşil Burun Adaları (Cabo Verde) göçmenlerinin hayatına, bir kez daha dalıyor. Üstelik bu kez Yeşil Burun Adaları göçmenlerinin, Lizbon’a ilk geldiği yıllara uzanıyor. Fakat çoğunlukla tercih ettiği gibi daha çok tek bir karaktere odaklanmayı tercih ediyor. Costa ile birlikte her daim anılan, Costa’nın bir nevi kadim yol arkadaşı olan Ventura, tüm etkileyiciliği, gizemi ve kederiyle karşımızda arz-ı endam etmekte bir kez daha.

Yeşil Burun Adaları göçmenleri ülkelerindeki zor şartlardan kaçarak, hayata tutunmak için Lizbon’a gelmişlerdir. Fakat bu talihsiz insanlar, ülkelerinden kalır yanı olmayan bir kaosun içerisinde bulurlar kendilerini. Zira Lizbon’da Karanfil Devrimi yaşanıyordur tam da. Bu devrimin kimler tarafından ne amaçla vs yapıldığını bilmeyen göçmenler, can korkusuyla saklanır, her an ölümün nefesini üstlerinde hissederler. İşte bu korkuyu yaşayanlardan biri de Ventura’dır. Ventura, 1974 yılında gerçekten kendi hayatında yaşadığı bu unutulmaz deneyimi, hatırında kalan şekliyle Costa’ya anlatmış, sonra da hafızasına mıh gibi kazınan, unutamadığı kesitleri kamera karşısında canlandırmış ya da oynamıştır diyebiliriz. Zira Ventura, hatırladıklarını, daha doğrusu unuttuklarını (hatırlamak aslında bir nevi unutmaktır) Costa’ya ve bizlere sakin sakin, tüm samimiyetiyle tekrar beyaz perde ile buluşturur aslında.

Costa, bu filminde ne ilk dönemindeki lineer bir hikâyesi olan filmlerine ne de daha sonra hayat verdiği sıradan hayatların, durağan akışına odaklanan filmlerine benzer bir iş ile çıkar karşımıza. Cavalo Dinheiro, onun belki de en kafa karıştırıcı, zaman-mekân bütünlüğünün en yapıbozuma uğradığı filmi diyebiliriz çok rahat.  Zira hikâyenin başı-sonu, mekânların bütünlüğü, devamlılığı tamamen belirsizdir. Hafızanın dehlizlerini andıran hastane mi hapishane mi olduğu belli olmayan mekânlar arasında dolaşan Ventura, yaşadığı tarifi mümkünsüz deneyimini paylaşırken, bir yandan da donmuş bir asker üzerinden devrim yıllarına gidiyor, o günlerin hissiyatına ortak oluyoruz. Ve elbette Costa, yıkık dökük mekânları, terk edilmiş fabrika ve Os Turabões’ten Alto cutelo parçasını dinlerken perde ile buluşan yerler sayesinde yine sinemasından eksik etmiyor. Zaman-mekân karmaşası ve hatırlama üzerine çizdiği bu şahaseri ile Costa’yı bir nebze Alain Resnais’in sinemasına benzettiğimi de söylemeden edemeyeceğim.




Biutiful - 2010

Yönetmen:Alejandro González Iñárritu  

Oyuncular:Javier Bardem, Maricel Álvarez, Hanaa Bouchaib…  

Ülkesinden uzakta, çocuklarıyla beraber yaşayan ve kanun dışı işlere bulaşmış bir adam. Bağımlı olan karısından ayrılmış, yoksulluğun pençesinde ayakta kalmaya çalışıyor. Tüm bunlar yetmez gibi bir de hasta olduğunu öğreniyor. İnnaritu, Uxbal özelinde göç ederek geldiği topraklarda bir şekilde hayata tutunmaya çalışan, çok defasında da yenilgiye uğrayan hayatlara ortak etmekte bizleri. Güzelliği ve ihtişamı ile göz dolduran Barselona’nın arka yüzündeki yaşamlara, acılara kulak vermemizi istemekte. Yasadışı işlerle hayata tutunmaya ve çocuklarını da yaşatmaya çalışan Uxbal’ın kendisinin ve çevresindekilerin yaşadıkları her şey seyirciyi sorgulatmaya hizmet ediyor.  

İnnarritu dram dozunu bir nebze daha arttırarak yine çok güçlü bir yapıma imza atıyor Biutiful ile. Yönetmenin filmografisine aşina olanlara biraz yabancı gelen bu filmin, uzun süresi, monotom anlatımı, birçok şeyi dile getirme dertlerini, bir yana bırakıp, derdine kulak vermeliyiz bana kalırsa.



La danza de la realidad – 2013 

Yönetmen:Alejandro Jodorwosky  

Oyuncular:Brontis Jodorowsky, Pamela Flores, Jeremias Herskovits…  

Doğduğu, çocukluğunun geçtiği Tocopilla’daki geçmişine bakan Jodorowsky, annesini ve babasını da bizlere ayrıntılı bir şekilde sunuyor. Özellikle babasının siyasi tutumunu, bu uğurda yaptıklarını, o dönem iktidarda olan Şilili diktatör Carlos Ibáñez’i detaylı bir şekilde masaya yatıran yönetmenimiz, annesi ile olan muhteşem ilişkiye de bizleri şahit ediyor.  Jodorowsky’nin eleştiri oklarından nasibini alan sadece Carlos Ibáñez olmuyor elbette. Zira Sovyet Rusya lideri Josef Stalin ve Stalin hayranı babası da kusursuz bir ustalıkla yerin dibine geçiriliyor. Jodorowsky, sağcı ya da solcu olsun, etnik kökeni ne olursa olsun çoğu liderin diktatörlük noktasında buluştuğunu söyleyerek, ailesinin lideri olan babası da dâhil hepsini aynı potada buluşturarak, fileden aşağı yolluyor. Tüm bunları yaparken, diktatörlerin postalı altında ezilen halkı, kullanılıp çöpe atılan askerleri, göçe zorlanan kitleleri ve daha bidolu utancı filmine sığdırmaktan geri durmuyor. Lakin tüm bu iç karartıcı gerçekleri anlatan filmin kasvetli bir atmosferdense Jodorowsky dokunuşlarıyla, renkli, şiirsel, baş döndürücü olduğunu söylemeye gerek olmamalı. 

Nihayetinde kendisinin de az da olsa karşımızda arz-ı endam ettiği filmin, hilkat garibeleriyle,  cüceleriyle, Fellini kadınlarıyla, din eleştirisiyle ve elbette sürrealist yapısıyla kusursuz bir iş olduğunu kim inkâr edebilir?




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder