9 Eylül 2018 Pazar

There Will Be Blood


Amerika’nın Bir Portresi

Amerikan sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olarak anılmayı sadece yedi filmle hak edebilen, ender isimlerden biridir Paul Thomas Anderson. Henüz yirmi altı yaşında çektiği ilk uzun metrajı Hard Eight’de bile yeteneğinin nelere kadir olabileceğinin sinyallerini veren Anderson, Boogie Nights, Magnolia, Punch-Drunk Love gibi her biri birbirinden başarılı yapımlara imza atmakta hiç gecikmemiştir. Özellikle Boogie Nights ve Magnolia gibi çok karakterli ve oldukça başarılı oyuncuları perdeye taşıdığı projelerle tüm dikkatleri üzerine çeken Anderson, 2007 yılında beşinci uzun metrajıyla kariyerinin başyapıtını yaratır. Üstelik bu kez nerdeyse tek bir karakteri odağına alarak başarır bunu. Filmografisinin ilk yarısındaki filmlerindeki çok karakterli, kesişen hikâyeli yapımlardansa tek bir karakter incelemesine soyunur. Hem de bu karakter incelemesi oldukça politiktir.

Anderson, Upton Sinclair’in 1927 yılında yazdığı Oil adlı romanından uyarlamıştır There Will Be Blood’u. İlk kez bir uyarlamaya yeltenen Anderson, alt metni oldukça güçlü olan romana büyük oranda sadık kalarak, oldukça cesur bir işi anlının akıyla kotarmıştır. Zira petrol üzerinden birçok şeye değinen, bir nevi Amerika’nın portresini çizen Anderson, 2007 yılında hala devam etmekte olan Irak Savaşı’na rağmen There Will Be Blood’u yapma cesaretini göstermiştir. Filmin protagonisti olan Daniel (Daniel Day-Lewis) ve antagonisti Eli (Paul Duma) üzerinde temellenen filmin, tek meselesi petrol yani para ve güçtür. Kapitalizmi, Amerika’yı hatta tüm dünyayı yöneten birkaç tekelden birini temsil eden Daniel ile Hıristiyanlık dininin temsilcisi Kilise’nin de ete kemiğe bürünmüş hali olan Eli arasında yaşanılan iktidar savaşı ve bu amaçları uğruna kendileri dışındaki herkesi harcamaları, elbette fazlasıyla gerçekleri teşhir eden bir noktadadır.

Güvenilir Bir Aile Babası Temsili

Film, sonradan Daniel olduğunu anlayacağımız bir adamın karanlık bir tünelde kazı yaptığını izlememiz ile başlar. İlerleyen süreçte gürültü, patırtının, müziklerin, konuşmaların eksik olmayacağı film, bu sahnede adeta tüm varlığını inkâr edercesine sakin ve sessizdir. Karanlıkta kalkıp, inen baltanın gölgesi ve sesi, kasveti, endişeyi ve bilinmezlik duygusunu daha da tetikler. Fakat Daniel’in aradığına ulaşmasından sonra her şey bir daha geri dönülmezcesine hızlı bir değişime sürüklenir. Daniel, kısa sürede sondaj yapmayı öğrenir ve kendisinin olmadığı için başkalarının arazisindeki petrolü çıkararak, feleğin çemberini kısa sürede kırmayı becerir.

Hırsı, insanlara olan nefreti ve yenilmez olma isteği onu başarıya hızlıca götüren etenlerken bir de ona her yerde eşlik eden oğlu (Aslında petrol çıkarma işinde hayatını kaybeden arkadaşının oğlu da olabilir. Bu konuda tam bir netlik yoktur. Anderson bu durumu özellikle büyük bir belirsizlik içerisinde bırakmıştır.) çok önemlidir. Çünkü arazi sahipleri yanında küçük bir çocuk ile gördükleri Daniel’i bir aile babası olarak benimsemiş ve ona güvenmişlerdir. Daniel’in yapmak istediği de tam olarak budur zaten. Oğlunun ona sağladığı fayda yetmezmiş gibi Paul isimli bir gencin Daniel’e petrol çıkarılabilecek en önemli arazinin yerini söylemesi Daniel’in yükselişinin ateşleyicisi olur.


Din ve Kapitalizm Üzerinde Yükselen Amerika

Petrole, böylece de paraya ve güce sahip olan Daniel, bu yolda önüne geçen tüm engelleri yıkacak, kural, kaide tanımayacaktır. Bu noktada tekrar filmin itinayla okunması gereken alt metnine odaklanmak gerek. Filmin geçtiği petrol rezervlerine ev sahipliği yapan arazilerin olduğu kasaba, petrol devi olacak Daniel ve kasabada Daniel kadar önemli bir diğer kişilik olan Üçüncü Vahiy Kilisesi’nin pederi Luis… Bu üçlü üzerinde yükselen yapı, tam olarak Amerika’yı yaratmaktadır. Kasaba Amerika’nın alegorisi, Daniel kapitalizmin temsili olan doymak bilmeyen, kan emici büyük tekellerin metaforu, Luis ise Hıristiyan halkı her söylediğiyle parmağında oynatan Kilise’nin metaforudur.

Hiçbir şeyi olmadığı için İngiltere’den kalkıp gelerek, her şeyin üzerine hadsizce oturan İngilizler’i Daniel ne kadar da yansıtmaktadır değil mi? Ya da kandırılan, hak ettiğinden çok daha azıyla yetindirilen, tüm bunlar yetmezmiş gibi Kilise tarafından da akıl almaz şovlarla yalan bir dünyaya sürüklenen kasaba halkı Amerika’nın esas sahibi yerlilerle ne kadar çok paydada birleşiyorlar değil mi?  Amerika’yı ve bir nevi tüm dünyayı yöneten iki büyük devin (Daniel ile Luis’in) Kilise’de beraberce yaptıkları şov sinema tarihinin en unutulmaz anlarına ev sahipliği yapmaktadır.

Daniel Dizginlerinden Sıyrılır ve Tanrılaşır

Peki, tüm bunların arasında Daniel’in oğlu H.W. nerede durmaktadır? Bunun cevabını verebilmek için öncelikle filmin anti-kahramanı olan Daniel’in kişiliğine, geçmişine daha yakından bakmak gerek. Daniel, çoğu Anderson filmlerindeki gibi ailesinden kopmuş, aileyi arkasına alarak onlardan uzaklaşmıştır. Ne yazık ki bu uzaklaşmanın ya da tepkinin tam olarak sebebini öğrenemiyoruz. Ama Anderson filmlerine aşina olanların bu sebepleri tahmin etmesi çok da güç değil. İşte tüm bunlardan dolayı Daniel, kendisine bir şekilde kalan H.W.’yi her ne kadar işi amacıyla kullanmış olsa da onu ailesi, olmayan arkadaşı, eşi, dostu yerine koymuştur. Tıpkı bir anda ortaya çıkan kardeşi olduğunu söyleyen kişiye yaptığı gibi onu sarıp, sarmalamıştır. Çünkü Daniel’in öfkesi ve paraya hâkim olma hedefi dışında hiç kimsesi ve amacı yoktur. Böylesine yalnız bir kişinin çok daha tehlikeli olmasını bu bağlar önlemektedir. Ama kardeşin sahte, oğlun da yaşanılan talihsiz kazadan sonra gevşeyen bağlarını büyüyünce tamamen koparması, dizginlerine bağlı olan Daniel’i özgür bırakır. Kendini gizleme gereğini pek de duymayan, Kilise gibi maskesinin altına saklanmayan kapitalizm, tüm duygusal bağlarından kurtulunca en büyük rakibini de alt ederek, dünyaya hükmeden tek gerçek, tek peygamber, tek Tanrı olur.

Daniel Day- Lewis gibi büyük bir yeteneğin omuzlarında yükseldikçe yükselen There Will Be Blood’da Paul Dano’nun yeteneği de hiç de azımsanacak gibi değildir. Tabii bu iki büyük yeteneği ve filmdeki çocuk oyuncu dâhil tüm oyuncuları ustaca perde ile buluşturan oyuncu yönetimi tek kelimeyle harikadır. Anderson ile özdeşleşen hareketli kamera, hızlı kurgu, ihtişamlı görüntüler, geniş açılı çekimler ve tabii ki susmak bilmez müzikler… Tüm bunları başarıyla kotaran Anderson’un bu filminde özellikle müziklere ayrıca bir yer açmak gerek. Zira Jonny Greenwood’un imza attığı müzikler, seyirci olarak her bir zerremize nüfus edip, akılları baştan almaktadır. Hatta o kadar etkileyicidir ki müzikler çoğu zaman filmde izlediklerimizin önüne geçmekte hiç sakınca görmez. Arızalı adamları perdeye taşımakta usta olan hikâye aktarımı ile teknik beceriyi kusursuzca buluşturan Anderson, There Will Be Blood ile sinemanın en unutulmaz anti-kahramanlarından birini bizlerle tanıştırarak, kalplerimizin en müstesna yerine oturmuştur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder