Amerika’nın Bir Portresi
Amerikan sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olarak
anılmayı sadece yedi filmle hak edebilen, ender isimlerden biridir Paul Thomas
Anderson. Henüz yirmi altı yaşında çektiği ilk uzun metrajı Hard Eight’de bile
yeteneğinin nelere kadir olabileceğinin sinyallerini veren Anderson, Boogie
Nights, Magnolia, Punch-Drunk Love gibi her biri birbirinden başarılı yapımlara
imza atmakta hiç gecikmemiştir. Özellikle Boogie Nights ve Magnolia gibi çok
karakterli ve oldukça başarılı oyuncuları perdeye taşıdığı projelerle tüm
dikkatleri üzerine çeken Anderson, 2007 yılında beşinci uzun metrajıyla
kariyerinin başyapıtını yaratır. Üstelik bu kez nerdeyse tek bir karakteri
odağına alarak başarır bunu. Filmografisinin ilk yarısındaki filmlerindeki çok
karakterli, kesişen hikâyeli yapımlardansa tek bir karakter incelemesine
soyunur. Hem de bu karakter incelemesi oldukça politiktir.
Anderson, Upton Sinclair’in 1927 yılında yazdığı Oil adlı
romanından uyarlamıştır There Will Be Blood’u. İlk kez bir uyarlamaya yeltenen
Anderson, alt metni oldukça güçlü olan romana büyük oranda sadık kalarak,
oldukça cesur bir işi anlının akıyla kotarmıştır. Zira petrol üzerinden birçok
şeye değinen, bir nevi Amerika’nın portresini çizen Anderson, 2007 yılında hala
devam etmekte olan Irak Savaşı’na rağmen There Will Be Blood’u yapma cesaretini
göstermiştir. Filmin protagonisti olan Daniel (Daniel Day-Lewis) ve antagonisti
Eli (Paul Duma) üzerinde temellenen filmin, tek meselesi petrol yani para ve
güçtür. Kapitalizmi, Amerika’yı hatta tüm dünyayı yöneten birkaç tekelden
birini temsil eden Daniel ile Hıristiyanlık dininin temsilcisi Kilise’nin de ete
kemiğe bürünmüş hali olan Eli arasında yaşanılan iktidar savaşı ve bu amaçları
uğruna kendileri dışındaki herkesi harcamaları, elbette fazlasıyla gerçekleri
teşhir eden bir noktadadır.
Güvenilir Bir Aile Babası Temsili
Film, sonradan Daniel olduğunu anlayacağımız bir adamın
karanlık bir tünelde kazı yaptığını izlememiz ile başlar. İlerleyen süreçte
gürültü, patırtının, müziklerin, konuşmaların eksik olmayacağı film, bu sahnede
adeta tüm varlığını inkâr edercesine sakin ve sessizdir. Karanlıkta kalkıp,
inen baltanın gölgesi ve sesi, kasveti, endişeyi ve bilinmezlik duygusunu daha
da tetikler. Fakat Daniel’in aradığına ulaşmasından sonra her şey bir daha geri
dönülmezcesine hızlı bir değişime sürüklenir. Daniel, kısa sürede sondaj
yapmayı öğrenir ve kendisinin olmadığı için başkalarının arazisindeki petrolü
çıkararak, feleğin çemberini kısa sürede kırmayı becerir.
Hırsı, insanlara olan nefreti ve yenilmez olma isteği onu
başarıya hızlıca götüren etenlerken bir de ona her yerde eşlik eden oğlu
(Aslında petrol çıkarma işinde hayatını kaybeden arkadaşının oğlu da olabilir.
Bu konuda tam bir netlik yoktur. Anderson bu durumu özellikle büyük bir
belirsizlik içerisinde bırakmıştır.) çok önemlidir. Çünkü arazi sahipleri
yanında küçük bir çocuk ile gördükleri Daniel’i bir aile babası olarak
benimsemiş ve ona güvenmişlerdir. Daniel’in yapmak istediği de tam olarak budur
zaten. Oğlunun ona sağladığı fayda yetmezmiş gibi Paul isimli bir gencin
Daniel’e petrol çıkarılabilecek en önemli arazinin yerini söylemesi Daniel’in
yükselişinin ateşleyicisi olur.
Din ve Kapitalizm Üzerinde Yükselen Amerika
Petrole, böylece de paraya ve güce sahip olan Daniel, bu
yolda önüne geçen tüm engelleri yıkacak, kural, kaide tanımayacaktır. Bu
noktada tekrar filmin itinayla okunması gereken alt metnine odaklanmak gerek.
Filmin geçtiği petrol rezervlerine ev sahipliği yapan arazilerin olduğu kasaba,
petrol devi olacak Daniel ve kasabada Daniel kadar önemli bir diğer kişilik olan
Üçüncü Vahiy Kilisesi’nin pederi Luis… Bu üçlü üzerinde yükselen yapı, tam
olarak Amerika’yı yaratmaktadır. Kasaba Amerika’nın alegorisi, Daniel kapitalizmin
temsili olan doymak bilmeyen, kan emici büyük tekellerin metaforu, Luis ise
Hıristiyan halkı her söylediğiyle parmağında oynatan Kilise’nin metaforudur.
Hiçbir şeyi olmadığı için İngiltere’den kalkıp gelerek, her
şeyin üzerine hadsizce oturan İngilizler’i Daniel ne kadar da yansıtmaktadır
değil mi? Ya da kandırılan, hak ettiğinden çok daha azıyla yetindirilen, tüm
bunlar yetmezmiş gibi Kilise tarafından da akıl almaz şovlarla yalan bir
dünyaya sürüklenen kasaba halkı Amerika’nın esas sahibi yerlilerle ne kadar çok
paydada birleşiyorlar değil mi? Amerika’yı
ve bir nevi tüm dünyayı yöneten iki büyük devin (Daniel ile Luis’in) Kilise’de
beraberce yaptıkları şov sinema tarihinin en unutulmaz anlarına ev sahipliği
yapmaktadır.
Daniel Dizginlerinden Sıyrılır ve Tanrılaşır
Peki, tüm bunların arasında Daniel’in oğlu H.W. nerede
durmaktadır? Bunun cevabını verebilmek için öncelikle filmin anti-kahramanı
olan Daniel’in kişiliğine, geçmişine daha yakından bakmak gerek. Daniel, çoğu
Anderson filmlerindeki gibi ailesinden kopmuş, aileyi arkasına alarak onlardan
uzaklaşmıştır. Ne yazık ki bu uzaklaşmanın ya da tepkinin tam olarak sebebini
öğrenemiyoruz. Ama Anderson filmlerine aşina olanların bu sebepleri tahmin
etmesi çok da güç değil. İşte tüm bunlardan dolayı Daniel, kendisine bir
şekilde kalan H.W.’yi her ne kadar işi amacıyla kullanmış olsa da onu ailesi,
olmayan arkadaşı, eşi, dostu yerine koymuştur. Tıpkı bir anda ortaya çıkan
kardeşi olduğunu söyleyen kişiye yaptığı gibi onu sarıp, sarmalamıştır. Çünkü
Daniel’in öfkesi ve paraya hâkim olma hedefi dışında hiç kimsesi ve amacı
yoktur. Böylesine yalnız bir kişinin çok daha tehlikeli olmasını bu bağlar
önlemektedir. Ama kardeşin sahte, oğlun da yaşanılan talihsiz kazadan sonra
gevşeyen bağlarını büyüyünce tamamen koparması, dizginlerine bağlı olan
Daniel’i özgür bırakır. Kendini gizleme gereğini pek de duymayan, Kilise gibi
maskesinin altına saklanmayan kapitalizm, tüm duygusal bağlarından kurtulunca
en büyük rakibini de alt ederek, dünyaya hükmeden tek gerçek, tek peygamber,
tek Tanrı olur.
Daniel Day- Lewis gibi büyük bir yeteneğin omuzlarında
yükseldikçe yükselen There Will Be Blood’da Paul Dano’nun yeteneği de hiç de
azımsanacak gibi değildir. Tabii bu iki büyük yeteneği ve filmdeki çocuk oyuncu
dâhil tüm oyuncuları ustaca perde ile buluşturan oyuncu yönetimi tek kelimeyle
harikadır. Anderson ile özdeşleşen hareketli kamera, hızlı kurgu, ihtişamlı görüntüler,
geniş açılı çekimler ve tabii ki susmak bilmez müzikler… Tüm bunları başarıyla
kotaran Anderson’un bu filminde özellikle müziklere ayrıca bir yer açmak gerek.
Zira Jonny Greenwood’un imza attığı müzikler, seyirci olarak her bir zerremize
nüfus edip, akılları baştan almaktadır. Hatta o kadar etkileyicidir ki müzikler
çoğu zaman filmde izlediklerimizin önüne geçmekte hiç sakınca görmez. Arızalı
adamları perdeye taşımakta usta olan hikâye aktarımı ile teknik beceriyi
kusursuzca buluşturan Anderson, There Will Be Blood ile sinemanın en unutulmaz
anti-kahramanlarından birini bizlerle tanıştırarak, kalplerimizin en müstesna
yerine oturmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder