Bram Stoker’ın Drakula’sı Beyaz Perdede
1897 yılında Bram Stoker tarafından yazılan Drakula romanı,
sinemada baş gösterecek vampir külliyatının ilham perisi olmuştur. 1922 yılında
F.W. Murnau tarafından çekilen Nosferatu, eine Symphonie des Grauens ise
Stoker’ın romanından uyarlanan, beyaz perdenin ilk vampir filmidir. Kitaptan
izin almadan yapılan bu uyarlama, her ne kadar büyük oranda Stoker’ın
fikirlerini çalmış olsa da birçok açıdan da Henrik Galeen’in senaryosuyla
bambaşka bir havaya da bürünmüş, kendisinden sonraki tüm vampir janrına esin
kaynağı olmuş, unutulmaz bir yapımdır. Beyaz perde Murnau’nun Nosferatu’sundan
sonra sayısız kez vampir kahramanlara ev sahipliği yapmıştır elbet. Bunlardan
bazıları Murnau’dan fazlaca etkilenmiş, bazıları ise sadece Murnau’nun ruhunu
taşımıştır. Lakin 1979 Werner Herzog yapımı Nosferatu: Phantom der Nacht, tam
anlamıyla ustanın eserine bir saygı duruşu niteliğindedir.
Alman Dışavurumculuk ile Genç Alman Sineması’nın Büyük Buluşması
Herzog, Murnau ustanın Nosferatu’sunu adeta renkli
görüntülerle ve sesli olarak elli yedi yıl sonra tekrar karşımızda arzı endam
ettirir. Ufak nüanslar hariç Herzog, tam olarak Murnau’nun Nosferatu’sunu
tekrar ete kemiğe büründürmüştür. Alman Dışavurumculuk ile bu akımı kendilerine
rehber edinen Genç Alman Sineması, Herzog sayesinde büyük bir buluşma yaşar
böylece. Alman Dışavurumculuğu’nun öncülerinden Murnau ile Genç Alman
Sineması’nın yaratıcılarından Herzog, sinemanın en unutulmaz karakterinde
buluşmuşlardır.
Ateşe Tutulan Pervane Misali Yanmak
Murnau’nun Kont Orlok’u ya da Herzog’un Kont Drakula’sı olan
vampirimiz, ev almak amacıyla şatosuna davet ettiği emlakçının
(Hutter-Jonathan) karısının fotoğrafını görür ve görür görmez aşk ve açlık
arasında gezinen tarifi mümkünsüz bir arzunun pençesine düşer. Tek istediği şey
bu kadına (Ellen-Lucy) kavuşmaktır artık. Elbette aristokrat, varlıklı, gizli
güçleri olan kan emici, yaratık ile insan arasında bir yerlerde
tanımlanabilecek anti kahramanımız hedefe ulaşır. Lakin bu ulaşma, pervanenin
ateşe kavuşmasından farksızdır. Kont, sonunda yanmak olsa da ateşine sorgusuz
sualsiz tutulur.
Büyük gözleri, kalın kaşları, sivri çirkin dişleri, fareyi
andıran uzun kulakları ve uzun tırnaklarıyla oldukça korkutucu kontumuz, gölgesini
de yanına alarak, hedefine ulaşmıştır. Her ne kadar Ellen, onun gelişinden
ürkse de Lucy, onun gelmesini dört gözle bekliyordur. Bu noktada Muranu ile
Herzog’un kontları biraz farklı bir yol izlerler. Murnau, Stoker’ın romanını da
çiğneyerek Kont ile Ellen’in münasebetini fazlaca ahlakçı bir çizgiden verir.
Lakin Herzog, tam da aslına uygun bir şekilde Lucy ile Kont Drakula’nın bu
sahnesini erotik dokunuşlarla çeker. Lucy’nin yatakta yatışı, kendini Kont
Drakula’ya teklifsizce sunuşu, Drakula’nın ise adeta kendinden geçercesine
Lucy’e dokunuşu tam anlamıyla kur yapma ve ön sevişme olarak tanımlanabilir.
Kont Drakula’nın dişlerinin Lucy’nin boynuna geçirişi ise cinsel birleşmenin
tam olarak temsili değil de nedir? Herzog, özellikle bu sahnede müzik
kullanmayarak sadece inleme gibi sesleri duymamızı istemiştir. Murnau ise aynı
sahnede senfoni müziği kullanmayı tercih etmiştir. Ayrıca Murnau’nun ustaca
kotardığı ışık-gölge oyunlarını, şiddeti estetize etme halini ve gerçeküstü
anlayışını görmezden gelmemek gerek. İki ustaya da yarattıkları muhteşem
Nosferatu karakteri için büyük bir minnet duymamak elde değil. Değme aşklara
taş çıkartacak bir tutkunun esiri olan Kont Orlok ya da Kont Drakula’nın
yaşadığı yok oluşu, sinemanın görmüş olduğu sayılı sonlardan bir tanesidir hiç
kuşkusuz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder