15 Eylül 2018 Cumartesi

You Were Never Really Here: Tanrı'ya Başkaldırış


Babaların Zulmüyle Şekillenmiş Bir Karakter: Joe

1996 yılında Small Deaths adlı kısa metrajı ile başladığı yönetmenlik kariyerine iki yıl sonra bir diğer kısa metrajı Gasman ile devam eder Lynne Ramsay. Gasman, Ramsay’ın sinemasının adeta bel kemiğidir. Morvern Callar hariç Ratcatcher, We Need to Talk About Kevin ve son olarak You Were Never Really Here’deki asıl meselenin kaynağı hep Gasman’da karşımıza çıkar. Aile kurumu Ramsay tarafından neredeyse tüm filmlerinde detaylı bir cerrahi işleme tabii tutulur. Gasman’daki iki ayrı aileyi idare etmeye çalışan ama her şeyi eline yüzüne bulaştıran baba temsili, özellikle erkek çocuğun babaya karşı mesafeli durmasına neden olurken Ratcatcher’da sorumsuz, alkolik baba yine erkek çocuğun tiksindiği bir ayrıntı haline gelir. Ratcatcher’da James’in, çok sevdiği annesiyle daha samimi olmasının önündeki bir engel, işe yaramaz bir fazlalık olarak gördüğü babasına zerre kadar sevgi beslemediği her halinden belli olur. James’in bu nefreti, acaba bu kadar fazla mı diye düşündürürken We Need to Talk About Kevin’da karşımıza çıkan Kevin, hem hislerini son ana kadar belli etmemesi hem de yaptıklarıyla babaya olan nefretin son noktası olmuştur belki de sinema tarihinde. Kevin, kendisini sevmediğini düşündüğü annesinden her ne kadar nefret ediyormuş gibi görünse de aslında onu takıntılı bir tutkuyla sevmektedir. Bu nedenle ona çok iyi davranıp seven babası ile kız kardeşini, annesi ile arasındaki ilişki açısından hem fazlalık olarak gördüğü hem de annesine acı vererek cezalandırmak için acımasızca katleder.

İşte gittikçe duygularını ve şiddetini arttırarak devam eden Ramsay karakterleri, You Were Never Really Here’da Joe ile başka bir boyut kazanmakta. Joe, Ramsay filmografisinin en acımasız baba figürü ile karşı karşıya kalmış bir karakter. Otuzlu yaşlarında tanımaya başladığımız Joe, bir nevi Gasman’daki çocuğun, James’in ve Kevin’in büyümüş hali. Joe, her ne kadar babaya olan nefret açısından bu karakterlerle ortaklık taşısa da daha fazlasını bünyesinde barındırır. Filmin parçalı kurgusundan kesik kesik öğrenebildiğimiz kadarıyla Joe, oldukça zorlu bir çocukluk geçirmiştir babasından dolayı. Annesine ve kendisine sürekli işkence yapan psikopat bir baba vardır çocukluk hatıralarında. Yine anlık flashbackler ile öğrendiğimiz kadarıyla Afganistan Savaşı’nda yapılan askerlik sürecinden kalan travmalar ve FBI polisi olarak çalıştığı yıllarda şahit olduklarından (kız çocukları ile ilgili) dolayı hafızasına yer eden anılar, Joe’yi fazlasıyla yıpratmış, omuzlarına büyük bir yük bindirmiştir. Öyle ki Joe’nun adeta bir haritaya dönen vücudunda hangi yarayı nerede ve ne zaman aldığını kestirmek mümkün değildir. Joe’nun vücuduna ve böylelikle hayatına babasıyla atılmaya başlanan darbeler, diğer babaların(savaş kararı veren Amerika’nın babası, o savaşı yürüten askerlerin babası olan komutanlar, kız çocuklarını kaçırıp pazarlayan babalar ve tüm bu zulme izleyici kalan esas baba Tanrı) yaptıklarıyla devam etmiştir.

Tüm Kadınlar Tek Bedende

Ramsay, geçmişi hakkında birkaç anlık, kesik kesik hatıraları dışında başkarakteri tanımamız için bir şey vermeyerek aslında yarattığı karakteri çok daha karmaşık kılıyor. Fakat bir yandan da uzun uzun flashbacklerin yerine adeta yanıp sönen anlık sahneler çok daha çarpıcı nüveler sunuyor. Yine bu anlık geriye dönüşlerin birçok defa devamını seyircinin kafasında tamamlaması gerekiyor. Örneğin anne ile oğluna bu kadar büyük ızdıraplar yaşatan babaya ne olduğu kocaman bir soru işareti. Bu sorunun cevabını vermek ise Joe’nin şimdi yaptığı işi de düşünülürse aslında çok da zor değil. Joe’nun kız çocuklarını istismar eden erkekleri öldüren (muhtemelen bu erkeklerin hepsi de aynı zamanda birer baba) bir tetikçi olması ne zaman başlamış olabilir? Joe, muhtemelen ilk icraatını babasında gerçekleştirmiştir. Burada şöyle bir soru gelebilir: Ama orada bir kız çocuğu istismarı yok. Peki, gerçekten yok mu? Joe, annesini her zaman için korunması gereken bir çocuk olarak görüyor aslında. Zaten babasını cezalandırmasının sebebi kendisine yapılan zulüm değil annesine yapılandır büyük bir ihtimal.  Ki Joe’nin bu yolu devam ettirmesini, savaşta yine kız çocuklarının yaşadıkları ile FBI’dayken gördükleri de destekliyor. Hiç aklından çıkmayan savaşta öldürülen kızın toprakta birbirine sürtünen ayakları ile annesinin ölü bedenini sararken gördüğümüz ayakları ve Nina’nın Joe’nin sırtındayken aşağıya sarkan ayakları ise dikkat çekici. Başka coğrafyalardan, yaşlardan kadınların, kız çocuklarının yaşadıkları, ayaklar üzerinden birleşiyor. Pek de birbirinden ayırt edilemeyen bir organ üzerinden Ramsay, yaşanılanları, acıları ortaklaştırıyor.

Ramsay, bu kadınları tek bedene dönüştürme fikrini ise özellikle bir sahnede tamamen gerçekleştiriyor. Joe, yaşadıkları büyük travmalardan ötürü annesinden bir türlü göbek bağını kesememiş bir karakterdir. Sütten kesilemeyen birçok erkek gibi annesine göbekten bağlıdır. Joe’nin işverenini dinlerken koltuğa uzanıp da oyun oynar gibi şekerlemeler yemesi ve renkleriyle ilgili yorum yapması bunun en bariz örneği olsa gerek. Her ne kadar acımasız bir katil olarak icraatlarını sıralasa da hâlâ ağzı süt kokan ve bu sütü ona sağlayan bağ olmazsa yaşayamayacak biridir. Bu nedenle annesinin ölümü demek onun da ölmesi anlamına gelir. Joe, tam da doğuştan bağlı olduğu göbek hizasında annesini tutarak aynı yerde ölüme gider. Annesinin ölü bedeniyle birlikte göle girerek intihar eden Joe’nun bu fikrinden vazgeçişi, annesi ile Nina’nın birbirlerine dönüşmeleriyle olur. Joe, suya bıraktığı annesi battıkça Nina’nın hayalinin de suya battığını görür. Rahmin içi olarak düşünebileceğimiz göl, bir anneyi (Meryem ana) alırken bir diğer anneyi doğurtur Joe (İsa) için. Evet, filmde Joe’u İsa, Nina’yı da Meryem olarak okumamız için çokça nüve sunmakta Ramsay. Omuzlarına dökülen saçları, sakalı ve çile çekmiş bir vücut ile Joe, babasından yani Tanrı’dan ve onun kullarından acımasızca işkence görmüş bir İsa. Nina’nın ise Meryem olarak tasvir edildiği en belirgin sahne olarak akla otel odasındaki anlar gelir. Islanan Nina’nın, saçına kurulanması için konulan havlu onu tam da Meryem tasvirlerindeki gibi gösterir.

İsa ve Meryem Tanrı’ya Başkaldırıyor

Ramsay elbette klasik anlamda bir Meryem Ana ile İsa çıkarmaz karşımıza. Tüm filmografisinde öfkesini açık ettiği baba aslında hep Tanrı’nın ta kendisidir. Ramsay, daha önceki filmlerinde rahatsızlık duyduğu sonrasında nefret ettiği hatta öldürdüğü babaya yani Tanrı’ya ve onun yeryüzündeki tüm temsillerine savaş açar. İşkenceden geçirilip katledilmesine göz yuman Tanrı’ya iman etmeyi sürdüren İsa’nın ve evladı gözlerinin önünde katledilen annenin biat edip susmasının yerine Tanrı’ya ve onun yeryüzündeki tüm temsillerine savaş açan, boğun eğmeyen bir İsa ve Meryem karşımızdaki. Özgürlüğü kendi elleriyle yaratan bir ikili var karşımızda. Her ne kadar birçok yönden birbirlerinden farklı olsalar da bir ikili olmayı başarırlar. Bu ikilinin obsesif kombulsif bozukluk davranışı olan sayı sayma ritüelleri gibi bazı takıntıları da aynıdır mesela. Ne de olsa ikisi de travma yaşamış ruhlara sahiptirler. Annesi intihar eden ve çocuk istismarcısı bir valinin emrinde çalışan bir babanın kızı Nina. Henüz reşit bile olmamışken babası yaşında adamlarca kullanılmış, satılmış. Ama Joe’dan daha güçlü, savaşçı bir yapısı var. Joe gibi geçmişe takılıp kalmayan geleceğe bakan bir karakter Nina. Joe gibi intihar etmeyi değil güne umutla uyanmayı, geleceğe umutla bakmayı bilen biri o. Burada elbette Ramsay’ın bir kadının bir erkek ile yol arkadaşlığı yapmasının sebebinin onun bilek gücüne ihtiyacı olmasından kaynaklanmadığını söylemesi çok önemli. Joe ile Nina bir yol arkadaşlığına girişirler fakat sebebi sadece yan yana yürümektir. Birbirinden faydalanmak değil. Nina, intikamını kendi elleriyle alacak, hayatta başına gelebileceklerle savaşacak kadar güçlüdür çünkü.

Burada belki Ramsay’ın en çok etkilendiği hatta bir nevi saygı duruşunda bulunduğu Martin Scorsese’nin filmi Taxi Driver’a da değinmek gerek. Gerçekten de Taxi Driver’ı Ramsay’ın çok sevdiği anlaşılıyor. Lakin Ramsay, kadına olan bakış açısı yönünden birçok iyileştirmeye gidiyor kendi filminde. Taxi Driver’da Travis adlı erkek karakter sayesinde Iris, kurtarılıyor ve nasıl olduğuna dair (belki de Iris’in seks işçisi olmasının tek sebebidir) hiçbir bilgimizin olmadığı ailesine teslim ediliyor. You Were Never Really Here’de ise Nina kendi işini kendi görüyor ve sonrasında Joe ile özgürlüğe doğru yol alıyorlar. Üstelik rotayı çizen de Nina oluyor. Yine filmin, kadına yaklaşımı konusunda çok etkileyici bir anı da var. Erkeğin kadını gördüğü yeri sadece bugüne kadar çekilmiş filmler üzerinden değil başka bir sanat dalı üzerinden de eleştiriyor Ramsay. Joe’nun Nina için gittiği vali adayının evinde duvarda asılı olan tablo öylesine orada değil elbette. Rembrandt Harmenszoon van Rijn’in karısını çizdiği Yataktaki Kadın eserinin bir benzeri olan tabloda tek memesi açıkta yatakta yatan kadının oldukça davetkâr bir şekilde yatağın çevresindeki perdeyi açtığı görülmekte. Sanatın ilk icra edilmeye başladığı günden bu yana kadın hep bir arzu nesnesi olarak resmedilmiştir. Erkek nasıl görmek istediyse öyle resmetmiştir kadını. Kadına bakış açısı yönünden epey tartışmaya açık olan bu tablonun çocuk yaştaki kızları pazarlayan ve kullanan bir adamın evinde asılı olması her şeyi açıklıyor. Lakin tablodaki gibi tahayyül edilen kadının tam tersi çıkıyor erkeğin karşısına bu kez.

Amerika’nın Tüm Değerleri Hedef Tahtasında

Joe’nin ve Nina’nın intikamlarını nasıl aldıklarına gelecek olursak; filmde karşımıza en çok çıkan imgelerden birinin çekiç olduğunu görürüz. Uzakdoğu filmlerinde çokça kullanıldığı için özellikle intikam filmlerinden aşina olduğumuz çekicin yeri filmde epey önemli. Joe, babasının onlara işkence yapmak için kullandığı çekici babasından devralarak çok daha başka bir amaç için kullanmaya devam ediyor. Muhtemelen ilk olarak babasında kullandığı bu aleti her kullanışında babasını onun silahıyla tekrar tekrar öldürmüş oluyor. Joe’nin babasından devraldığı tek şey bu çekiç de değil ayrıca. Joe, babası işkenceye başlamadan önce yüzüne havlu örtüp bir süre derin derin soluk alarak gerçekleştirdiği ritüeli de her öldürme eyleminden önce gerçekleştiriyor. Ramsay’ın yaptığı en ilginç tercihlerden birisi ise şiddetin pornografisine girişmemesi oluyor sanırım. Zira oldukça bol kanlı olan sahnelerin kimini güvenlik kameralarının görüş açısına girmeyen kör noktalarda gerçekleştirirken kimini ise gerçekleştirirken başka bir noktaya odaklanmamızı istiyor. Fakat şiddet görüntüleriyle ve kanın oluk oluk akmasıyla bizi haşır neşir etmeyen film, ses miksajı ve enfes müzikleri ile görüntüden daha fazla germeyi, sürekli bir baskı altında hissetmemizi sağlıyor. Joe’nun elinde sürekli gördüğümüz çekiç, sesin nefes kesen şiddetiyle adeta kafalara statik darbeler indiriyor. Jonny Greenwood’un filmin başarısındaki büyük payı bu nedenle asla yadsınamaz.

Ramsay’ın kendi doğup büyüdüğü topraklarda değil de Amerika’da çektiği You Were Never Really Here, her ne kadar esas olarak Joe karakterinin kişisel hikâyesi olarak görülse de aynı zamanda Amerika’nın kirli yüzüne de ışık tutuyor. Vali adayı olan bir adamın bir yandan seçim çalışmaları yapıp bir yandan da henüz çocuk yaştaki kızları satması, yoluna çıkan pürüzleri adeta kanunların henüz oturmadığı western filmlerindeki zamanlardaki gibi öldürtmesi akıl alır gibi değil. Bir nevi beyaz insanın zulmü şekil değiştirerek sürekli devam etmektedir. Yine fersah fersah uzaktaki Ortadoğu’da devam edilen katliamı da buna eklemek mümkün. Amerika’daki çöllerde yıllardır sürdürdüğü katliamı başka çöllerde sürdürmekte kovboylar. Sadece kostümler birazcık değişmiştir o kadar. Ramsay, tüm bunları perdeye yansıtırken hiç çekinmediği gibi bazı ufak detaylarla Amerika’nın ikiyüzlülüğünü daha da deşifre ediyor. Joe’nin annesini öldüren adamın yakasındaki Amerikan bayrağı, oldukça manidar bir şekilde kadrajda yer buluyor kendine. Ya da sadece sesini duyduğumuz ama onun dışında kadraja hiç girmeyen, varlığına bizi ikna edemeyen kolluk güçleri var tabii. Ramsay’ın intikamı sadece Amerika’nın katliamcı yüzüyle de değildir üstelik. Ramsay, Amerikan toplum yapısının Hollywood filmlerine de fazlasıyla sirayet etmiş, alt metin olarak sürekli propagandası yapılmış kutsal aile yapısını da alaşağı ediyor. Ailenin Joe’nun, Nina’nın ve daha nicelerinin hayatında olduğu gibi kocaman bir kâbustan öteye gidemediğini yüksek sesle dillendiriyor.

Geçmişin Kalıntılarından Kurtulamamak

Prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nün yanı sıra Ramsay’a da En İyi Senaryo ödülünü kazandıran filmin bir kurgu harikası olduğu da ortada. Açıkçası Ramsay’ın We Need to Talk About Kevin’da çok iyi kotardığı zaman ve mekân algısını alt-üst eden parçalı kurgusu bu filmde daha da karmaşıklaşarak devam ediyor. Joe’yu tanımamız açısından flashback ile geçmişe gidişlerimiz ne belirli bir zamansal sıra izliyor ne de ne olup ne bittiğini kestirebilecek kadar açıklayıcı bir süre sürüyor. Bazı geriye dönüşler adeta göz kırpma zamanına denk geliyor. Ramsay bir nevi unutup da hatırlamaya çalıştığımız ya da tam tersi sürekli hatırladığımız ama unutmak istediğimiz şeylerin beynimizde yanıp sönmesi gibi yer veriyor geçmişi perdeye yansıtan anlara. Fakat Joe’nun unutmak isteyip de unutamadığı kâbusları sadece bu anılar değil. Joe aynı zamanda az çok yaşadıkları olumsuzluklara, acılara, kıyımlara şahit olduğu kızların hayallerinden de bir türlü kurtulamıyor. Bazen bir metro durağında beklerken bazen havaalanında bazen de birilerinin fotoğrafını çekerken görüyor onları. Ya da gördüğünü zannediyor. 

Bu üzgün, gözü yaşlı ve yüzü gözü morarmış, şoka girmiş kızların Joe’nun her daim peşinde olmaları bir nevi sanrı gibi her an ortaya çıkmaları hayatı daha da zorlaştırıyor onun için. Joe, beyninden atmak istediği geçmişinden bir türlü kurtulamıyor bu sebeplerden dolayı. Ne de olsa Joe’nun yaptığı gibi okuduğu bir kitapta hoşuna gitmeyen şeyler yazan sayfayı yırtıp atmak kadar kolay değildir yaşananları yok saymak, hafızadan silmek. Anıları ve hayalleri arasında sıkışıp kalmış Joe, Ramsay’ın tercih ettiği teknik detaylarla daha da boğuluyor. Joe’nin başına poşet geçirip ya da ağzından bıçak sarkıtıp işini bitirmek istediği anlarda soluk almanın zorlaşması gibi kameranın yakın çekimleri de çıkışsızlık hissini besliyor. Usta yönetmenlerden çokça etkilenen, birçok filme selam gönderen You Were Never Really Here gibi bir filmin yaratıcısı olarak Ramsay, hem filmde söyledikleri hem de bunları söyleme şekliyle yer yer ustaları bile gölgede bırakıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder