Babaların Zulmüyle Şekillenmiş Bir Karakter: Joe
1996 yılında Small
Deaths adlı kısa metrajı ile başladığı yönetmenlik kariyerine iki yıl sonra
bir diğer kısa metrajı Gasman ile
devam eder Lynne Ramsay. Gasman,
Ramsay’ın sinemasının adeta bel kemiğidir. Morvern
Callar hariç Ratcatcher, We Need to
Talk About Kevin ve son olarak You
Were Never Really Here’deki asıl meselenin kaynağı hep Gasman’da karşımıza çıkar. Aile kurumu Ramsay tarafından neredeyse
tüm filmlerinde detaylı bir cerrahi işleme tabii tutulur. Gasman’daki iki ayrı
aileyi idare etmeye çalışan ama her şeyi eline yüzüne bulaştıran baba temsili,
özellikle erkek çocuğun babaya karşı mesafeli durmasına neden olurken Ratcatcher’da sorumsuz, alkolik baba
yine erkek çocuğun tiksindiği bir ayrıntı haline gelir. Ratcatcher’da James’in, çok sevdiği annesiyle daha samimi olmasının
önündeki bir engel, işe yaramaz bir fazlalık olarak gördüğü babasına zerre
kadar sevgi beslemediği her halinden belli olur. James’in bu nefreti, acaba bu
kadar fazla mı diye düşündürürken We Need
to Talk About Kevin’da karşımıza çıkan Kevin, hem hislerini son ana kadar
belli etmemesi hem de yaptıklarıyla babaya olan nefretin son noktası olmuştur
belki de sinema tarihinde. Kevin, kendisini sevmediğini düşündüğü annesinden
her ne kadar nefret ediyormuş gibi görünse de aslında onu takıntılı bir
tutkuyla sevmektedir. Bu nedenle ona çok iyi davranıp seven babası ile kız
kardeşini, annesi ile arasındaki ilişki açısından hem fazlalık olarak gördüğü
hem de annesine acı vererek cezalandırmak için acımasızca katleder.
İşte gittikçe duygularını ve şiddetini arttırarak devam eden
Ramsay karakterleri, You Were Never
Really Here’da Joe ile başka bir boyut kazanmakta. Joe, Ramsay
filmografisinin en acımasız baba figürü ile karşı karşıya kalmış bir karakter.
Otuzlu yaşlarında tanımaya başladığımız Joe, bir nevi Gasman’daki çocuğun, James’in ve Kevin’in büyümüş hali. Joe, her ne
kadar babaya olan nefret açısından bu karakterlerle ortaklık taşısa da daha
fazlasını bünyesinde barındırır. Filmin parçalı kurgusundan kesik kesik
öğrenebildiğimiz kadarıyla Joe, oldukça zorlu bir çocukluk geçirmiştir
babasından dolayı. Annesine ve kendisine sürekli işkence yapan psikopat bir
baba vardır çocukluk hatıralarında. Yine anlık flashbackler ile öğrendiğimiz
kadarıyla Afganistan Savaşı’nda yapılan askerlik sürecinden kalan travmalar ve
FBI polisi olarak çalıştığı yıllarda şahit olduklarından (kız çocukları ile
ilgili) dolayı hafızasına yer eden anılar, Joe’yi fazlasıyla yıpratmış,
omuzlarına büyük bir yük bindirmiştir. Öyle ki Joe’nun adeta bir haritaya dönen
vücudunda hangi yarayı nerede ve ne zaman aldığını kestirmek mümkün değildir.
Joe’nun vücuduna ve böylelikle hayatına babasıyla atılmaya başlanan darbeler,
diğer babaların(savaş kararı veren Amerika’nın babası, o savaşı yürüten askerlerin
babası olan komutanlar, kız çocuklarını kaçırıp pazarlayan babalar ve tüm bu
zulme izleyici kalan esas baba Tanrı) yaptıklarıyla devam etmiştir.
Tüm Kadınlar Tek Bedende
Ramsay, geçmişi hakkında birkaç anlık, kesik kesik hatıraları
dışında başkarakteri tanımamız için bir şey vermeyerek aslında yarattığı
karakteri çok daha karmaşık kılıyor. Fakat bir yandan da uzun uzun
flashbacklerin yerine adeta yanıp sönen anlık sahneler çok daha çarpıcı nüveler
sunuyor. Yine bu anlık geriye dönüşlerin birçok defa devamını seyircinin
kafasında tamamlaması gerekiyor. Örneğin anne ile oğluna bu kadar büyük ızdıraplar
yaşatan babaya ne olduğu kocaman bir soru işareti. Bu sorunun cevabını vermek
ise Joe’nin şimdi yaptığı işi de düşünülürse aslında çok da zor değil. Joe’nun
kız çocuklarını istismar eden erkekleri öldüren (muhtemelen bu erkeklerin hepsi
de aynı zamanda birer baba) bir tetikçi olması ne zaman başlamış olabilir? Joe,
muhtemelen ilk icraatını babasında gerçekleştirmiştir. Burada şöyle bir soru
gelebilir: Ama orada bir kız çocuğu istismarı yok. Peki, gerçekten yok mu? Joe,
annesini her zaman için korunması gereken bir çocuk olarak görüyor aslında.
Zaten babasını cezalandırmasının sebebi kendisine yapılan zulüm değil annesine
yapılandır büyük bir ihtimal. Ki Joe’nin
bu yolu devam ettirmesini, savaşta yine kız çocuklarının yaşadıkları ile
FBI’dayken gördükleri de destekliyor. Hiç aklından çıkmayan savaşta öldürülen
kızın toprakta birbirine sürtünen ayakları ile annesinin ölü bedenini sararken
gördüğümüz ayakları ve Nina’nın Joe’nin sırtındayken aşağıya sarkan ayakları ise
dikkat çekici. Başka coğrafyalardan, yaşlardan kadınların, kız çocuklarının
yaşadıkları, ayaklar üzerinden birleşiyor. Pek de birbirinden ayırt edilemeyen
bir organ üzerinden Ramsay, yaşanılanları, acıları ortaklaştırıyor.
Ramsay, bu kadınları tek bedene dönüştürme fikrini ise
özellikle bir sahnede tamamen gerçekleştiriyor. Joe, yaşadıkları büyük
travmalardan ötürü annesinden bir türlü göbek bağını kesememiş bir karakterdir.
Sütten kesilemeyen birçok erkek gibi annesine göbekten bağlıdır. Joe’nin
işverenini dinlerken koltuğa uzanıp da oyun oynar gibi şekerlemeler yemesi ve
renkleriyle ilgili yorum yapması bunun en bariz örneği olsa gerek. Her ne kadar
acımasız bir katil olarak icraatlarını sıralasa da hâlâ ağzı süt kokan ve bu
sütü ona sağlayan bağ olmazsa yaşayamayacak biridir. Bu nedenle annesinin ölümü
demek onun da ölmesi anlamına gelir. Joe, tam da doğuştan bağlı olduğu göbek
hizasında annesini tutarak aynı yerde ölüme gider. Annesinin ölü bedeniyle
birlikte göle girerek intihar eden Joe’nun bu fikrinden vazgeçişi, annesi ile
Nina’nın birbirlerine dönüşmeleriyle olur. Joe, suya bıraktığı annesi battıkça
Nina’nın hayalinin de suya battığını görür. Rahmin içi olarak düşünebileceğimiz
göl, bir anneyi (Meryem ana) alırken bir diğer anneyi doğurtur Joe (İsa) için.
Evet, filmde Joe’u İsa, Nina’yı da Meryem olarak okumamız için çokça nüve
sunmakta Ramsay. Omuzlarına dökülen saçları, sakalı ve çile çekmiş bir vücut
ile Joe, babasından yani Tanrı’dan ve onun kullarından acımasızca işkence
görmüş bir İsa. Nina’nın ise Meryem olarak tasvir edildiği en belirgin sahne
olarak akla otel odasındaki anlar gelir. Islanan Nina’nın, saçına kurulanması
için konulan havlu onu tam da Meryem tasvirlerindeki gibi gösterir.
İsa ve Meryem Tanrı’ya Başkaldırıyor
Ramsay elbette klasik anlamda bir Meryem Ana ile İsa
çıkarmaz karşımıza. Tüm filmografisinde öfkesini açık ettiği baba aslında hep
Tanrı’nın ta kendisidir. Ramsay, daha önceki filmlerinde rahatsızlık duyduğu
sonrasında nefret ettiği hatta öldürdüğü babaya yani Tanrı’ya ve onun
yeryüzündeki tüm temsillerine savaş açar. İşkenceden geçirilip katledilmesine
göz yuman Tanrı’ya iman etmeyi sürdüren İsa’nın ve evladı gözlerinin önünde
katledilen annenin biat edip susmasının yerine Tanrı’ya ve onun yeryüzündeki tüm
temsillerine savaş açan, boğun eğmeyen bir İsa ve Meryem karşımızdaki.
Özgürlüğü kendi elleriyle yaratan bir ikili var karşımızda. Her ne kadar birçok
yönden birbirlerinden farklı olsalar da bir ikili olmayı başarırlar. Bu
ikilinin obsesif kombulsif bozukluk davranışı olan sayı sayma ritüelleri gibi
bazı takıntıları da aynıdır mesela. Ne de olsa ikisi de travma yaşamış ruhlara
sahiptirler. Annesi intihar eden ve çocuk istismarcısı bir valinin emrinde
çalışan bir babanın kızı Nina. Henüz reşit bile olmamışken babası yaşında
adamlarca kullanılmış, satılmış. Ama Joe’dan daha güçlü, savaşçı bir yapısı
var. Joe gibi geçmişe takılıp kalmayan geleceğe bakan bir karakter Nina. Joe
gibi intihar etmeyi değil güne umutla uyanmayı, geleceğe umutla bakmayı bilen
biri o. Burada elbette Ramsay’ın bir kadının bir erkek ile yol arkadaşlığı
yapmasının sebebinin onun bilek gücüne ihtiyacı olmasından kaynaklanmadığını
söylemesi çok önemli. Joe ile Nina bir yol arkadaşlığına girişirler fakat
sebebi sadece yan yana yürümektir. Birbirinden faydalanmak değil. Nina, intikamını
kendi elleriyle alacak, hayatta başına gelebileceklerle savaşacak kadar güçlüdür
çünkü.
Burada belki Ramsay’ın en çok etkilendiği hatta bir nevi
saygı duruşunda bulunduğu Martin Scorsese’nin filmi Taxi Driver’a da değinmek
gerek. Gerçekten de Taxi Driver’ı Ramsay’ın çok sevdiği anlaşılıyor. Lakin
Ramsay, kadına olan bakış açısı yönünden birçok iyileştirmeye gidiyor kendi
filminde. Taxi Driver’da Travis adlı
erkek karakter sayesinde Iris, kurtarılıyor ve nasıl olduğuna dair (belki de
Iris’in seks işçisi olmasının tek sebebidir) hiçbir bilgimizin olmadığı
ailesine teslim ediliyor. You Were Never
Really Here’de ise Nina kendi işini kendi görüyor ve sonrasında Joe ile
özgürlüğe doğru yol alıyorlar. Üstelik rotayı çizen de Nina oluyor. Yine filmin,
kadına yaklaşımı konusunda çok etkileyici bir anı da var. Erkeğin kadını
gördüğü yeri sadece bugüne kadar çekilmiş filmler üzerinden değil başka bir
sanat dalı üzerinden de eleştiriyor Ramsay. Joe’nun Nina için gittiği vali
adayının evinde duvarda asılı olan tablo öylesine orada değil elbette. Rembrandt
Harmenszoon van Rijn’in karısını çizdiği Yataktaki Kadın eserinin bir benzeri
olan tabloda tek memesi açıkta yatakta yatan kadının oldukça davetkâr bir şekilde
yatağın çevresindeki perdeyi açtığı görülmekte. Sanatın ilk icra edilmeye
başladığı günden bu yana kadın hep bir arzu nesnesi olarak resmedilmiştir. Erkek
nasıl görmek istediyse öyle resmetmiştir kadını. Kadına bakış açısı yönünden
epey tartışmaya açık olan bu tablonun çocuk yaştaki kızları pazarlayan ve
kullanan bir adamın evinde asılı olması her şeyi açıklıyor. Lakin tablodaki
gibi tahayyül edilen kadının tam tersi çıkıyor erkeğin karşısına bu kez.
Amerika’nın Tüm Değerleri Hedef Tahtasında
Joe’nin ve Nina’nın intikamlarını nasıl aldıklarına gelecek
olursak; filmde karşımıza en çok çıkan imgelerden birinin çekiç olduğunu
görürüz. Uzakdoğu filmlerinde çokça kullanıldığı için özellikle intikam
filmlerinden aşina olduğumuz çekicin yeri filmde epey önemli. Joe, babasının
onlara işkence yapmak için kullandığı çekici babasından devralarak çok daha
başka bir amaç için kullanmaya devam ediyor. Muhtemelen ilk olarak babasında
kullandığı bu aleti her kullanışında babasını onun silahıyla tekrar tekrar
öldürmüş oluyor. Joe’nin babasından devraldığı tek şey bu çekiç de değil
ayrıca. Joe, babası işkenceye başlamadan önce yüzüne havlu örtüp bir süre derin
derin soluk alarak gerçekleştirdiği ritüeli de her öldürme eyleminden önce
gerçekleştiriyor. Ramsay’ın yaptığı en ilginç tercihlerden birisi ise şiddetin
pornografisine girişmemesi oluyor sanırım. Zira oldukça bol kanlı olan
sahnelerin kimini güvenlik kameralarının görüş açısına girmeyen kör noktalarda
gerçekleştirirken kimini ise gerçekleştirirken başka bir noktaya odaklanmamızı
istiyor. Fakat şiddet görüntüleriyle ve kanın oluk oluk akmasıyla bizi haşır
neşir etmeyen film, ses miksajı ve enfes müzikleri ile görüntüden daha fazla
germeyi, sürekli bir baskı altında hissetmemizi sağlıyor. Joe’nun elinde sürekli
gördüğümüz çekiç, sesin nefes kesen şiddetiyle adeta kafalara statik darbeler
indiriyor. Jonny Greenwood’un filmin başarısındaki büyük payı bu nedenle asla
yadsınamaz.
Ramsay’ın kendi doğup büyüdüğü topraklarda değil de
Amerika’da çektiği You Were Never Really
Here, her ne kadar esas olarak Joe karakterinin kişisel hikâyesi olarak
görülse de aynı zamanda Amerika’nın kirli yüzüne de ışık tutuyor. Vali adayı
olan bir adamın bir yandan seçim çalışmaları yapıp bir yandan da henüz çocuk
yaştaki kızları satması, yoluna çıkan pürüzleri adeta kanunların henüz
oturmadığı western filmlerindeki zamanlardaki gibi öldürtmesi akıl alır gibi
değil. Bir nevi beyaz insanın zulmü şekil değiştirerek sürekli devam
etmektedir. Yine fersah fersah uzaktaki Ortadoğu’da devam edilen katliamı da
buna eklemek mümkün. Amerika’daki çöllerde yıllardır sürdürdüğü katliamı başka
çöllerde sürdürmekte kovboylar. Sadece kostümler birazcık değişmiştir o kadar. Ramsay,
tüm bunları perdeye yansıtırken hiç çekinmediği gibi bazı ufak detaylarla
Amerika’nın ikiyüzlülüğünü daha da deşifre ediyor. Joe’nin annesini öldüren
adamın yakasındaki Amerikan bayrağı, oldukça manidar bir şekilde kadrajda yer
buluyor kendine. Ya da sadece sesini duyduğumuz ama onun dışında kadraja hiç
girmeyen, varlığına bizi ikna edemeyen kolluk güçleri var tabii. Ramsay’ın
intikamı sadece Amerika’nın katliamcı yüzüyle de değildir üstelik. Ramsay,
Amerikan toplum yapısının Hollywood filmlerine de fazlasıyla sirayet etmiş, alt
metin olarak sürekli propagandası yapılmış kutsal aile yapısını da alaşağı
ediyor. Ailenin Joe’nun, Nina’nın ve daha nicelerinin hayatında olduğu gibi
kocaman bir kâbustan öteye gidemediğini yüksek sesle dillendiriyor.
Geçmişin Kalıntılarından Kurtulamamak
Prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek
Oyuncu Ödülü’nün yanı sıra Ramsay’a da En İyi Senaryo ödülünü kazandıran filmin
bir kurgu harikası olduğu da ortada. Açıkçası Ramsay’ın We Need to Talk About Kevin’da çok iyi kotardığı zaman ve mekân
algısını alt-üst eden parçalı kurgusu bu filmde daha da karmaşıklaşarak devam
ediyor. Joe’yu tanımamız açısından flashback ile geçmişe gidişlerimiz ne
belirli bir zamansal sıra izliyor ne de ne olup ne bittiğini kestirebilecek
kadar açıklayıcı bir süre sürüyor. Bazı geriye dönüşler adeta göz kırpma
zamanına denk geliyor. Ramsay bir nevi unutup da hatırlamaya çalıştığımız ya da
tam tersi sürekli hatırladığımız ama unutmak istediğimiz şeylerin beynimizde
yanıp sönmesi gibi yer veriyor geçmişi perdeye yansıtan anlara. Fakat Joe’nun
unutmak isteyip de unutamadığı kâbusları sadece bu anılar değil. Joe aynı
zamanda az çok yaşadıkları olumsuzluklara, acılara, kıyımlara şahit olduğu
kızların hayallerinden de bir türlü kurtulamıyor. Bazen bir metro durağında
beklerken bazen havaalanında bazen de birilerinin fotoğrafını çekerken görüyor
onları. Ya da gördüğünü zannediyor.
Bu üzgün, gözü yaşlı ve yüzü gözü morarmış,
şoka girmiş kızların Joe’nun her daim peşinde olmaları bir nevi sanrı gibi her
an ortaya çıkmaları hayatı daha da zorlaştırıyor onun için. Joe, beyninden
atmak istediği geçmişinden bir türlü kurtulamıyor bu sebeplerden dolayı. Ne de
olsa Joe’nun yaptığı gibi okuduğu bir kitapta hoşuna gitmeyen şeyler yazan
sayfayı yırtıp atmak kadar kolay değildir yaşananları yok saymak, hafızadan
silmek. Anıları ve hayalleri arasında sıkışıp kalmış Joe, Ramsay’ın tercih
ettiği teknik detaylarla daha da boğuluyor. Joe’nin başına poşet geçirip ya da
ağzından bıçak sarkıtıp işini bitirmek istediği anlarda soluk almanın
zorlaşması gibi kameranın yakın çekimleri de çıkışsızlık hissini besliyor. Usta
yönetmenlerden çokça etkilenen, birçok filme selam gönderen You Were Never Really Here gibi bir
filmin yaratıcısı olarak Ramsay, hem filmde söyledikleri hem de bunları söyleme
şekliyle yer yer ustaları bile gölgede bırakıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder