15 Eylül 2018 Cumartesi

Sürrealizmin Doruklarında Gezen Baştan Çıkarıcı 20 Saykodelik Film


8 1/ 2 - Sekiz Buçuk (1963)

Yönetmen: Federico Fellini

Yönetmenin tüm filmleri kendinden izler taşısa da Sekiz Buçuk tam olarak Fellini’nin kendisidir. Özellikle çocukluğuna bir saygı duruşu niteliğindeki bu film yeni filmini çekme hazırlığında olan bir yönetmenin üretememe sancılarını anlatır. Fellini son filminde büyük başarı elde edince diğer birçok sanatçının yaşadığı onun kadar iyisini ya da ondan iyisini bir daha yapamayacağına dair korkularla baş başa kalır. Bu sancılarını perdeye aktarmaya karar veren Fellini, filmde bir türlü tamamlanamayan yapıma atfen de adını Sekiz Buçuk koyar. İşte bu bir türlü dokuz olamayan film Fellini’nin faşizm ve Katoliklik ile derdini ortaya koyduğu ama en önemlisi annesi de dâhil olmak üzere kadınlarla kurduğu hayal dünyasının perdedeki yansıması olur.

Rüyalar ile gerçek hayatın kol kola girdiği bu muhteşem Fellini güzellemesi, her şeyi muğlaklaştırarak etkisini arttıranlardan kesinlikle.




2001 A Space Odyssey - 2001 Uzay Macerası (1968)

Yönetmen: Stanley Kubrick

1964 yılında çekimlerine başlanan 2001: A Space Odyssey, Arthur Clarke'ın 2001, 2010, 2060 ve 3001 ismindeki bilim kurgu serisi kitaplarının ilkinden uyarlanır. Filmin çekimleri başladığı sırada daha uzaydan görüntü bile alınmadığı, Ay’a bile adım atılmadığı zamanlar yaşanmaktadır. Çekildiği dönem için oldukça üst düzey bir işe imza atan Kubrick, filmini anlamaya çalışan seyircilerine ‘’Anlamaya çalışmayın, anlayamazsınız.’’ demiştir. Film insanlığın doğuşundan uzaya gidişine kadar süren milyonlarca yıl arasında başarı ile geçiş yapan, insanlığa çok büyük bir miras niteliğinde yapımdır. Evrim ile ilgili tutarlı yaklaşımıyla da bir sinema filminin seyirciye neler sunabileceğinin en büyük örneğidir 2001: A Space Odyssey.



A Clockwork Orange - Otomatik Portakal (1971)

Yönetmen: Stanley Kubrick

Anthony Burgess'in distopik hikâyesi '' A Clorcwork Orange’’ bireyin özgürlüğünün nerede başlayıp nerede bittiğini sorgulayan bir yapıttır. Yazıldığı dönem için oldukça iddialı bu yapımı Kubrick, sadece dokuz yıl sonra beyazperdeye uyarlar. Böylece bu fazlasıyla rahatsız edici, keskin bir sistem eleştirisine sahip, sivri diliyle zehir saçan yapıtın bir de perdede gözler önüne serilmesi birçok ülkenin yasakçı yüzünü göstermesine sebep olur. Film, İngiltere’de otuz yıl olmak üzere birçok ülkede yasaklanır. Hala da bazı ülkelerde gösterimi yasak olan bu film, emin olun izleyen tüm üst sınıfa mensup insanı yıllarca uykusuz bırakmıştır.

Bethoveen’in muhteşem eserlerini dinlediğimiz bu olağanüstü yapım kendisinden sonra çekilen birçok iddialı filme esin kaynağı olur.




Daisies - Papatyalar (1966)

Yönetmen: Vera Chytilová

Çek Yeni Dalgası’nın en önemli kadın yönetmenlerinden Vera Chytilová, 1966 yılında başyapıtı Sedmikrásky (Daisies) filmini çeker. O dönem iktidarda olan sosyalizmi eleştirdiği ve yemek israfı yaptığı gerekçesiyle yasaklanan film sonra tekrar gösterime girer. Güçlü bir sistem eleştirisi yapan film, aynı zamanda bugüne kadar çekilen en güçlü feminist sinema örneğidir. Başrol oyuncusu iki kadın üzerinden ilerleyen Daisies, kadını objeleştirmediği gibi kadına yine kadın bakış açısıyla bakarak Âdem ile Havva hikâyesini, Havva ile Havva hikâyesine dönüştürür.

Sürrealizm, Dadaizm, Fütürizm gibi birçok akımdan etkilenen ve bunları bünyesinde çok başarılı bir şekilde taşıyan Daisies ölümsüz yapıtlar arasına katılır.




Discreet Charm of the Bourgeosie - Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği (1972)

Yönetmen: Luis Buñuel

Buñuel, Le Charme Discret De La Bourgeoisie’de burjuvazi ile tam olarak dalga geçer. Onların en basit ihtiyaçları olan ve ellerindeki bol miktarda para ile halledebilecekleri yemek yemeyi bile başaramadıkları bir duruma anlatır. Evet, Buñuel, asla filmindeki bu zavallı karakterlere ağız tadıyla bir yemek yedirmeyecektir. Bu çok basit olgu üzerinden yürüyen film, burjuvazinin bütün gizil dürtülerini açık eder. Rüya içinde rüyadan oluşan film, kamera oyunları ya da müzik kullanmadan tam anlamıyla hikâyesine odaklanarak, derdini açık etmek ister.

Ortam seslerini çok akıllıca kullanan Buñuel, klasik bir filmdeki formülü de uygulamaz; tüm belirsizlikler açığa kavuşmadan öylece kalır. Zaten Buñuel’i bu kadar büyük yapan da bu değil midir?


El Topo - Köstebek (1970)

Yönetmen: Alejandro Jodorowsky

Jodorowsky’nin tartışmasız en büyük başyapıtı, sınırları aştığı filmi El Topo, sinema tarihinin en önemli kült filmlerinden biridir aynı zamanda. Bu sürrealizmin sınırsız kapılarını biz seyirciler için aralayan film olan El Topo, mekân olarak tam anlamıyla bir western izleyecekmişiz hissiyatını ilk andan yaşatır. Lakin karşımıza çıkan karakterlerin sürekli doğu felsefesinden konuşmaları ve doğu felsefesine ait imgelerin varlığı daha çok eastern bir film ile karşı karşıya bırakıyor bizleri.

Aynı zamanda bir Spaghetti Western filminden beklenilen bol kan, vahşet, işkence de El Topo’da hazır ve nazırdır. Velhasıl kelam El Topo’yu bir türe dâhil etmek oldukça zor ve anlamsızdır.




Enter The Void - Boşluk (2009)

Yönetmen: Gaspar Noé

Gaspar Noé’nin Tokyo’da çektiği Enter The Void, kendisinin deneyimlerinden yola çıkılarak hayat bulan bir film. Bu nedenle özellikle karakterlerin uyuşturucu kullandığı sahnelerde onların yaşadıklarını bize anlatamaya çalışan Noé, bunda fazlasıyla başarılı. Uyuşturucu madde kullanıldığında kullanıcının beynine bizi konuk eden Noé, o büyülü dünyanın aldatmacasına bir an için bizi de kaptırır. Filmin en enteresan yanı ise kahramanımız bellediğimiz karakterin kısa süre içerisinde ölmesi olur. Neyse ki bizi ruhani olarak da olsa yalnız bırakmayan karakterimiz, kız kardeşini takip ederken onunla ensestliğe varan ilişkisine daha yakından bakmamıza izin verir. İki kardeş arasındaki ilişkiyi anlatan en aykırı filmlerden biri olduğuna kesin gözüyle bakılacak Enter The Void, için tabularınızdan kurtulmanız gerektiğini belirtmek gerek sanırım.

Uzun süresi, cesur sahneleri, sert tarzı ile izlenebilmesi her baba yiğidin harcı olmayan bu film, dumanlı kafalara selam çakan bir başyapıt kesinlikle. Her filmiyle olay yaratan Noé, uyuşturucu konusundaki uzmanlık belgesini bu filmle sonuna kadar hak etmiştir.



Eraserhead – Silgi Kafa (1977)

Yönetmen: David Lynch

Lynch’nin sürrealizmin sularına tamamen daldığı Eraserhead, siyah- beyaz renkler ve rahatsız edici müzikleriyle de tam bir uyum içerisindedir. Henry’nin hayatına, onun korkularına bizi ortak eden film, çizdiği gerçekdışı dünya ile oldukça kasvetli bir atmosfer yaratır. Henry’nin evlilik, çocuk, endüstrileşme, aldatma ve daha nice korkusunu anlatmayı amaç edinen film, şüphesiz kolay hazmedilebilenlerden değil. Günübirlik bir ilişki yaşadığı Mary’dan bir çocuğu (mutant) olan Henry, mecburen evlenir. Fakat zoraki yaptıkları bununla da sınırlı kalmaz, Mary’in onu terk etmesiyle durmadan ağlayan yaratığa benzer bebeğe de bakmak zorunda kalır. Böylece bütün korkularıyla yüzleşen Henry, filmin sonunda da asıl ve en büyük korkusunun karşısına oldukça şaşırtıcı bir şekilde çıkarak, son noktayı koymayı bilir.

Eraserhead, Lynch’nin diğer filmleri gibi bir bölümü rüyadan oluşan değil tamamı koca bir rüyayı andıran bir film.




Fear and Loathing in Las Vegas - Vegas’ta Korku ve Nefret (1998)

Yönetmen: Terry Gilliam

Tıpkı bir ilk yardım kutusu havalarındaki çantalarında çeşit çeşit nevale taşıyan karakterlerimiz sürekli değişik kafa yapıcı maddeler kullanıyorlar. Bu maddelerden her kullandıklarında nasıl bir dünyanın içine girdiklerini, etrafı, insanları neye benzettiklerini, ne hissettirdiklerini bire bir biz de yaşayıp, şahit oluyoruz. Bir dergide muhabirlik yapan Duke ve avukatı Dr Gonzo, bir an bile kafalarının normal bir şekilde işlemesine müsaade etmeyeceklerdir.  Bu nedenle Duke, kendisine verilen işi de beceremeyecektir. Oldukça eğlenceli bir şekilde bize sunulan bu iki kafadarın hayatı, yaşam tarzlarıyla da seyircinin ilgisini çekmeyi başarıyor. Asla hesap ödemeyen, sürekli otellerde kalıp keyif çatan bu ikili bir nevi zenginin parasını yiyip yaşayarak kendilerine Robin Hood’luk yapıyorlar da diyebiliriz. Kırmızının ve pembenin tonlarının her bir çeşidini içerisinde barındıran film, maceralı, koşturmalı, müzikli muhteşem bir görsel şölendir. Üstelik sünger gibi olan beyinlerin etkisini bize yansıtabilmek adına kullanılan farklı mercekler de etkiyi fazlasıyla arttırıyor. Elbette böyle bir filme Las Vegas gibi ışıklı, jan janlı bir şehrin ev sahipliği yapması da tesadüf olmasa gerek. Terry Gilliam, bu kadar artının üzerine bir de Johny Depp ve Benicio Del Toro gibi iki tapılası oyuncuyu başrole koyarak adeta seyirciyi mest ediyor.

Gilliam’ın iki keş kafanın ruhunu bize daha iyi yansıtabilme adına her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bu filmi izlemeden her şey eksik olur, hem de her şey…



Holy Motors – Kutsal Motorlar (2012)

Yönetmen: Leos Carax

Leos Carax’ın, en çok övgü alan filmiyle baş başayız. 13 yıllık bir suskunluğun meyveleri öyle güzel, öyle olgun oluyor ki, Lavant bile bir ayrı oynuyor. Bir başka güzel geliyor gözümüze. Denis Lavant’a, Kylie Minogue ve Eva Mendes eşlik etse de, ikisinin rolleri 6-7 dakikayı geçmiyor hemen hemen. Carax bir kenarda durup, 13 yıl boyunca bu senaryoyu yazmış, hem de Lavant için yazmış. Bir sahnede Lavant’a oynaması için kendi kıyafetlerini veren Carax, Lavant için bu rolleri yazarken, aslında kendisini yazdığını fark ediyor.

“Yeni yeni dalga” akımının en önemli temsilcisinin sineması, hepimiz için bir armağan. Aşk ve şehir tasvirleri ile de doyumsuz bir tat bırakıyor ardında.




Melancholia - Melankoli (2011)

Yönetmen: Lars von Trier

Danimarkalı aykırı yönetmen Lars von Trier’in Cannes Film Festivali’nden ödülle dönen filmi Melancolia, en sade tabiriyle bir felaket filmi aslında. Lakin felaket filmi denilince akıllara bol aksiyonlu bir gerilim yahut aileyi, insanlığı koruyan, kutsayan bir güzelleme gelmemeli. Zira Trier, Nihilizm’in izinden yürüyen, kendini görüntülerin, müziğin ve en önemlisi de sanatın (resim) kollarına bırakan bir dünyanın sonuna yolculuk filmi yaratır. Daha baştaki prolog sahnesinden tahmin ederiz, biz seyircilerin karşısında arz-ı endam edecek ve içsel bir yolculuk yapmamızı sağlayacak filmin hınzırlıklarını. Film boyunca tarihe damga vurmuş eserleri görür, onlara yapılan incelikli, muazzam göndermelere şahit oluruz.  Fakat her anıyla, her perdeye düşen sanat eseriyle, olağanüstü görüntüleriyle (Sir John Everett Millais’in Ophelia, Pieter Bruegel’in Jagers in de Sneeuw, Caravaggio’nun David and Goliath ) başka bir âlemin kapılarını aralayan Melancolia’nın nefesleri kesecek en büyüleyici anlarına, tartışmasız bir şekilde final sahnesi ev sahipliği yapar.

Yine erkeğin bir teferruat olduğu filmde iki farklı kadının hayata ve ölüme karşı gösterdikleri tepki filmin en büyük çatışmasını yaratır. 



Pi (1998)

Yönetmen: Darren Aronofsky

Max, çılgın olduğu kadar dahi bir matematik meraklısıdır. Matematiğe ve özelikle de pi sayısına karşı oluşturduğu takıntısı, onun tüm hayatının gidişatını belirlemektedir. Max, on yıldan beri tüm doğanın ölçülebilir bir kodlanma sistematiğine sahip olduğunu fark etmiştir. Artık tek amacı doğanın bu büyük sırrını çözmektedir. Max, elindeki verilerle karşısındaki problemin çözümüne kalkışır. Ancak adım adım vardığı sonuç, onu problemin tam da ortasındaki değişken yapacaktır. Max’ın vardığı nokta, dünyayı temellerinden sarsacak kadar yenilikçidir. Max, bu sonuçları saklamalıdır. 

Yeni dönem Amerikan sinemasının en heyecan verici yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen Darren Aronofsky’nin takıntılar odaklı filmi, bir ilk film olarak büyük bir beğeniyle karşılanmıştı.



Requiem For A Dream - Bir Rüya İçin Ağıt (2000)

Yönetmen: Darren Aronofsky

1978 tarihli Hubert Selby, Jr.'ün romanından uyarlanan bu film, listemizin belki de uyuşturucu dışında tv ve zayıflama ilacı gibi farklı bağımlılıkları da aynı potada eriten tek filmidir. Requiem For A Dream, bağımlılığın ne olduğunu, insanoğlunun bağımlı olduğunda neleri ne kadar yapabileceğini en önemlisi ise ne hallere düşebileceğini en sert en gerçekçi haliyle de yansıtandır aynı zamanda. Tv bağımlısı anne ve uyuşturucu bağımlısı üç gencin hayatlarının nasıl darmaduman olduğuna bizi şahit eden yönetmen, seyircinin sinirlerini alt üst edecek denli ileriye gitmekte çoğu zaman. Hayatlarının baharında, bağımlılıklarının henüz onlara zevki yaşattığı zamanlarda takibe başladığımız karakterleri hayatlarının kışında terk ederiz. Lakin bu, özellikle kış mevsimi paralel kurgu ile vakıf olduğumuz son düzlük nice şiddet içeren filmlerden daha da sert daha da zorludur. Requiem For A Dream, önce dumanlı ya da aldanan kafalarda biz seyircilere mutlu anları yaşatıp sonra da tıpkı o karakterler gibi tek tek acılara da dâhil eder bizleri. Böylece o karakterlerle bağımlı olur, onlarla vücudumuzu satar, tutuklanır, kolumuzu kaybeder, dibi bulur ve yok oluruz.

Darren Aronofsky, bizi uçsuz bucaksız dağların zirvesine çıkarmış, bulutları elletmiş hemen ardından da daha bu anın tadı damağımızda erimeden uçurumdan aşağıya yuvarlamış, tekrar bir araya gelemeyecek şekilde benliğimizi de vücudumuzu da paramparça etmiştir. Gerçekleri görmeye ya da duymaya çok da hazır değilseniz, film sizi epey hırpalayabilir. Demedi demeyin.



Stalker - İz Sürücü (1979)

Yönetmen: Andrey Tarkovski

Stalker, Tarkovski’nin sinema hayatı boyunca yaşadığı en büyük talihsizlikleri sarar başına. Radyasyonlu bir bölgede çekim yapıldığından dolayı kendisinin ve karısının da içerisinde olduğu ekibin hepsinin yavaş yavaş kanserden öldüğü inkâr edilemeyecek bir gerçek artık. Peki, filmin çekiminin tamamlanmasından sonra tüm filmin yanması ve tekrar baştan sona filmin çekilmesi? İnanılır gibi değil değil mi?

Tarkovski’nin imgelerini ve hikâyesini büyük bir detaycılıkla kurduğu bu film elbette çok farklı okumalara gebe olabilir. Lakin tüm imgelerin bir metafor tüm hikayenin de bir alegori olduğu gerçeği pek değişmez olmalı. İz sürücü önderliğinde bilim adamı ve şairin birlikte zone’a yani bölgeye yaptıkları ve böylece her birinin kendi iç dünyasına yaptığı yolculukta her şey bir süre sonra yerli yerine oturur. Bölgedeki ulaşılmak istenen odayı Tanrı, iz sürücüyü peygamber, köpeği melek, şairi duygu, bilim adamını akıl olarak görmek gerek. Bu uzun ve zorlu yoldan ulaşılması gereken odaya ulaşmak da onunla yüzleşmekte zor ve meşakkatlidir. Bu nedenle karakterlerden hiçbiri bu yolculuğun son aşamasını yapamadığı için ne biz ne de onlar tatmine ulaşır. Zaten Tarkovski’nin yapmayı arzuladığı da bu değil midir hep? Seyircisini ruhani olarak tatmine götüren değil, onların kafalarını karıştıran, sorgulamaya başlamalarını amaçlar hep.

Dünya ile ahiret arasındaki bu yolculuğun maneviyatının güçlü olması sizi rahatsız etmeyecekse telaşa gerek yok. Zira Tarkovski’nin pek zorlamayan filmlerinden Stalker.



Suspiria (1977)

Yönetmen: Dario Argento

İtalyan b-tipi korku filmi denilince tartışmasız ilk akla gelecek isim olan Dario Argento’nun başyapıtı olan Suspiria, her ne kadar Le Tre madri üçlemesinin ilk halkası olsa da diğer iki film arasından fazlasıyla sıyrılan bir yapıt. Suspiria, cadı mitolojisi üzerine hikâyesini kuran, aynı zamanda şiddet ile ilişkisini de sınırlandırmayan bir yapım. Malum, şiddetin pornografisi olarak en net anlamda tanımlanacak bu filmin elbette kırmızı renk ile olan aşkını söylemeye lüzum bile yok değil mi? Adeta tüm filmin kırmızıya sıkı sıkıya sarılıp, kuvvetli bir bağlılık yaşadığı Suspiria, maviye de göz kırpmaktan kendini alamaz. Mavi ile kırmızının müthiş bir renk kontrasına ev sahipliği yapmasını, her an tedirginliğin eksik olmadığı olay örgüsüyle izleriz.

Her şey bir yana, bana kalırsa bu kült filmin en bariz artısı böylesine bir filmde asla karşılaşamayacağımız, eşsiz müzikleri olsa gerek. İtalyan rock grubu Goblin’in hayat verdiği müzikleri ile etkisini kat be kat arttıran Suspiria’nın, kadınların dünyasında, erkeklerin sadece bir teferruat olduğu bir evrende geçtiğini de atlamayalım.




The Exterminating Angel - Yok Edici Melek (1962)

Yönetmen: Luis Buñuel

Buñuel’in bana kalırsa Le Charme Discret De La Bourgeoisie ile en çok akrabalığının olduğu film El Ángel Exterminador’dir. Zira bu filmde de burjuvazimiz her zamanki gibi görkemli partilerinden birin dedir ama büyük bir sükse ile girdikleri mekândan bir türlü çıkamayacak ve tam anlamıyla rezil duruma düşeceklerdir. Gecenin ilk saatlerinde her taraflarından nezaket akan insanların evden nedensiz bir şekilde çıkamamalarından sonra her birinin maskesini düşürdüğüne, olabildiğince çirkinleştiğine hayretler içerisinde şahit oluruz. Buñuel’in yapmak istediği de tam olarak budur zaten. Yönetmen, evdeki her bir kişiyi zirve noktasında bize tanıtarak ilerleyen zaman zarfında hepsini tek tek uçurumdan aşağı bırakır.

Seyirci ise filmin sonunda en derinlerde sefil bir halde çırpınan insanlara tiksinerek bakar sadece. Zira Buñuel, bir insanın ne kadar çirkinleşebileceğinin resmini muhteşem bir ustalıkla çizer.




The Holy Mountain – Kutsal Dağ (1973)

Yönetmen: Alejandro Jodorowsky

Jodorowsky’nin en baştan çıkarıcı filmi La montaña sagrada, zamansız bir simyacı hikâyesi. İsa temsili bir adamı tanımamızla başlayan film, simyacı ile yolların kesişmesiyle ölümsüzlük arayışına evriliyor. Simyacı ve gezegenleri temsil eden karakterleri tanımamızla devam eden film, saykodelik kültürün çizgisinden ise asla sapmıyor. Hatta film çekilirken Jodorowsky’nin film ekibi ile birlikte LCD kullanarak filmi tamamladıkları söylenmektedir.

Jodorowsky’nin kült mertebesine erişen bu başyapıtı, unutulmaz sahneleriyle kelimelerin kifayetsiz kalacağı sürrealist filmlerin babalarından kesinlikle. Luis Bunuel gibi ustaların yolundan giden yönetmenimiz, sürrealizm ile yaptığı dans konusunda boynuz kulağa geçer misali kimi zaman ustaları bile gölgede bırakmayı başarmıştır özellikle bu filmiyle.




The Lost Highway - Kayıp Otoban (1997)

Yönetmen: David Lynch

David Lynch’in en çok konuşulan, adına belgeseller çekilen, felsefecilerin üzerine kitap yazdığı, günlerce üzerine kafa patlatılan eseri Lost Highway, bir filmden çok daha ötesi.  Aslında çok basit ve sıradan bir mevzu üzerine doğan, ama anlatım tarzıyla büyüyen, çetrefilleşen yapımlardan bu film. Zira bir adamın cinsel anlamda iktidarsız olduğundan dolayı karısına öfke bilemesi ve onun kendisini aldattığını kafasında kurarak cinayete bile sebep olması tam da bir üçüncü sayfa haberi gibi. Lakin bu mevzuyu anlatmayı tercih etmiş kişi Lynch olunca karşımıza rüya, hayal ve gerçeğin birbirine karıştığı, sembollerin havalarda uçuştuğu, çok bilinmeyenli bir denklem çıkıyor dersek emin olun abartmış olmayız.

Muhteşem müzikleri, bitmek bilmez otobanları, olağanüstü oyunculukları ve incelikli kurgusuyla bir başyapıt Lost Highway. Keşfedilmeyi bekleyen büyük bir bilmece diyebileceğimiz yapıtı, şayet çözümlerseniz yaşayacağınız tatmin duygusunun tarifi mümkün değil.




The Wicker Man - Lanetli Ada (1973)

Yönetmen: Robin Hardy

The Wicker Man, Lee’nin en sevdiği filmlerinden biri olduğu biliniyor. Her oynadığı filmin kült olması gibi bana kalırsa büyük bir şansa sahip Lee’nin The Wicker Man’de de canlandırdığı karakter oldukça etkileyici. Pagan inanışına sahip, doğayı, hayvanları ve cinselliği kutsayan sakinlerin yaşadığı küçük ve gözlerden uzak bir adanın lordu olan Lord Summeris, Lee’nin muhteşem oyunculuğuyla hayat buluyor. The Wicker Man’in özellikle çekildiği dönem açısından oldukça radikal ve cesur bir film olduğu inkâr edilemez bir gerçek. Ayrıca Hristiyanlığı tamamen rafa kaldıran, modern toplumun ahlaki kurallarını hiçe sayan, dış dünyaya kendilerini kapamış insanların yaşadığı ada, bir nevi ilkel kabileleri akla getiriyor. Bu modern toplum safsatalarından sıkılmış insanların özellikle sağlam duruşunu filmin sonunda bile bozmayarak yüreklerine su serpen film, cinsellik içeren sahnelerindeki yalınlığıyla da göz dolduruyor. Son olarak The Wicker Man’in bir B film olduğunu, sinefil kafalara daha çok hitap ettiğini eklemeyi bir borç bilirim.




Wake in Fright – Korkuyla Uyanmak (1971)

Yönetmen: Ted Kotcheff

Avustralyalı yazar Kenneth Cook’un aynı adlı romanından uyarlanan Wake in Fright, aşırı şiddet sahneleri nedeniyle sansürlenmiş, yıllarca aslına ulaşılamamış kısacası büyük badireler atlatmış, gelmiş geçmiş en dehşetli filmlerden biridir. Kült mertebesinin, alnının teriyle en üst basamaklarında kendine yer bulan bu film, modern hayata eli kolu bağlı olan insanın çıkışsızlığını, beyaz insanın istila ettiği topraklarda yaptığı katliamların dayanılması güç çarpıcılığına bizi ortak ediyor. Noel tatili sebebiyle öğretmenlik yaptığı taşradan Sidney’e gidecek olan John’un aktarma durağı olarak kullandığı – bir nevi sırat köprüsü olarak da düşünülebilir- Yabba’dan çıkamayışı filme Kafkaeks bir hava katıyor. Zira Sidney’e ulaşmaya çalışan fakat Yabba’nın içinde sıkışıp kalan John’u, Franz Kafka’nın romanı Şato’daki K.’dan pek de farkı yok. Üstelik filmde John, bu girdaptan kurtulamadığı gibi içindeki şeytanın da uyanmasına da maruz kalır. Şehre gelen öğretmen, halkı aydınlatıp, dönüştüremediği gibi kendi o potada erir, en karanlık yanlarının uyanmasına engel olamaz. Hatta John, ilk olarak kıyafetlerinden, silahından değil de kitaplarından (kültüründen) vazgeçer.

Gelmiş geçmiş en dayanılmaz sahneleri bünyesinde taşıyan Wake in Fright, özellikle kangurulara yapılan katliam görüntüleri (gerçek görüntü) nedeniyle insan türünün rezilliğini gözler önüne seren, çok güçlü bir belge aynı zamanda. Sömürgeci beyaz insanın gerçek yüzünün dehşet verici portresi olan filmin iç bulandırıcı yeşil renkten, tekinsiz kamera kullanımından da asla vazgeçmeyerek, sarsıcılığını sağlamlaştırdığını da söylemek gerek.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder