8 1/ 2 - Sekiz Buçuk (1963)
Yönetmen: Federico
Fellini
Yönetmenin tüm filmleri kendinden izler taşısa da Sekiz
Buçuk tam olarak Fellini’nin kendisidir. Özellikle çocukluğuna bir saygı duruşu
niteliğindeki bu film yeni filmini çekme hazırlığında olan bir yönetmenin
üretememe sancılarını anlatır. Fellini son filminde büyük başarı elde edince
diğer birçok sanatçının yaşadığı onun kadar iyisini ya da ondan iyisini bir
daha yapamayacağına dair korkularla baş başa kalır. Bu sancılarını perdeye
aktarmaya karar veren Fellini, filmde bir türlü tamamlanamayan yapıma atfen de
adını Sekiz Buçuk koyar. İşte bu bir türlü dokuz olamayan film Fellini’nin
faşizm ve Katoliklik ile derdini ortaya koyduğu ama en önemlisi annesi de dâhil
olmak üzere kadınlarla kurduğu hayal dünyasının perdedeki yansıması olur.
Rüyalar ile gerçek hayatın kol kola girdiği bu muhteşem
Fellini güzellemesi, her şeyi muğlaklaştırarak etkisini arttıranlardan
kesinlikle.
2001 A Space Odyssey - 2001 Uzay Macerası (1968)
Yönetmen: Stanley
Kubrick
1964 yılında çekimlerine başlanan 2001: A Space Odyssey, Arthur Clarke'ın 2001, 2010, 2060 ve 3001 ismindeki
bilim kurgu serisi kitaplarının ilkinden uyarlanır. Filmin çekimleri başladığı
sırada daha uzaydan görüntü bile alınmadığı, Ay’a bile adım atılmadığı zamanlar
yaşanmaktadır. Çekildiği dönem için oldukça üst düzey bir işe imza atan Kubrick,
filmini anlamaya çalışan seyircilerine ‘’Anlamaya çalışmayın, anlayamazsınız.’’
demiştir. Film insanlığın doğuşundan uzaya gidişine kadar süren milyonlarca yıl
arasında başarı ile geçiş yapan, insanlığa çok büyük bir miras niteliğinde
yapımdır. Evrim ile ilgili tutarlı yaklaşımıyla da bir sinema filminin
seyirciye neler sunabileceğinin en büyük örneğidir 2001: A Space
Odyssey.
A Clockwork Orange - Otomatik Portakal (1971)
Yönetmen: Stanley
Kubrick
Anthony Burgess'in distopik hikâyesi '' A Clorcwork
Orange’’ bireyin özgürlüğünün nerede başlayıp nerede bittiğini sorgulayan bir
yapıttır. Yazıldığı dönem için oldukça iddialı bu yapımı Kubrick, sadece dokuz
yıl sonra beyazperdeye uyarlar. Böylece bu fazlasıyla rahatsız edici, keskin
bir sistem eleştirisine sahip, sivri diliyle zehir saçan yapıtın bir de perdede
gözler önüne serilmesi birçok ülkenin yasakçı yüzünü göstermesine sebep olur.
Film, İngiltere’de otuz yıl olmak üzere birçok ülkede yasaklanır. Hala da bazı
ülkelerde gösterimi yasak olan bu film, emin olun izleyen tüm üst sınıfa mensup
insanı yıllarca uykusuz bırakmıştır.
Bethoveen’in muhteşem eserlerini dinlediğimiz bu
olağanüstü yapım kendisinden sonra çekilen birçok iddialı filme esin kaynağı
olur.
Daisies - Papatyalar (1966)
Yönetmen: Vera Chytilová
Çek Yeni Dalgası’nın en önemli kadın
yönetmenlerinden Vera Chytilová, 1966 yılında başyapıtı Sedmikrásky
(Daisies) filmini çeker. O dönem iktidarda olan
sosyalizmi eleştirdiği ve yemek israfı yaptığı gerekçesiyle yasaklanan film
sonra tekrar gösterime girer. Güçlü bir sistem eleştirisi yapan film, aynı
zamanda bugüne kadar çekilen en güçlü feminist sinema örneğidir. Başrol
oyuncusu iki kadın üzerinden ilerleyen Daisies, kadını objeleştirmediği gibi
kadına yine kadın bakış açısıyla bakarak Âdem ile Havva hikâyesini, Havva ile
Havva hikâyesine dönüştürür.
Sürrealizm, Dadaizm, Fütürizm gibi
birçok akımdan etkilenen ve bunları bünyesinde çok başarılı bir şekilde taşıyan
Daisies ölümsüz yapıtlar arasına katılır.
Discreet Charm of the Bourgeosie - Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği (1972)
Yönetmen: Luis Buñuel
Buñuel, Le Charme Discret De La Bourgeoisie’de
burjuvazi ile tam olarak dalga geçer. Onların en basit ihtiyaçları olan ve
ellerindeki bol miktarda para ile halledebilecekleri yemek yemeyi bile
başaramadıkları bir duruma anlatır. Evet, Buñuel,
asla filmindeki bu zavallı karakterlere ağız tadıyla bir yemek yedirmeyecektir.
Bu çok basit olgu üzerinden yürüyen film, burjuvazinin bütün gizil dürtülerini
açık eder. Rüya içinde rüyadan oluşan film, kamera oyunları ya da müzik kullanmadan
tam anlamıyla hikâyesine odaklanarak, derdini açık etmek ister.
Ortam seslerini çok akıllıca
kullanan Buñuel, klasik bir filmdeki formülü de uygulamaz; tüm belirsizlikler
açığa kavuşmadan öylece kalır. Zaten Buñuel’i bu kadar büyük yapan da bu değil
midir?
El Topo - Köstebek (1970)
Yönetmen: Alejandro
Jodorowsky
Jodorowsky’nin tartışmasız en büyük başyapıtı, sınırları
aştığı filmi El Topo, sinema tarihinin en önemli kült filmlerinden biridir aynı
zamanda. Bu sürrealizmin sınırsız kapılarını biz seyirciler için aralayan film
olan El Topo, mekân olarak tam anlamıyla bir western izleyecekmişiz hissiyatını
ilk andan yaşatır. Lakin karşımıza çıkan karakterlerin sürekli doğu
felsefesinden konuşmaları ve doğu felsefesine ait imgelerin varlığı daha çok
eastern bir film ile karşı karşıya bırakıyor bizleri.
Aynı zamanda bir
Spaghetti Western filminden beklenilen bol kan, vahşet, işkence de El Topo’da
hazır ve nazırdır. Velhasıl kelam El Topo’yu bir türe dâhil etmek oldukça zor
ve anlamsızdır.
Enter The Void - Boşluk (2009)
Yönetmen: Gaspar Noé
Gaspar Noé’nin Tokyo’da çektiği Enter The Void, kendisinin deneyimlerinden
yola çıkılarak hayat bulan bir film. Bu nedenle özellikle karakterlerin
uyuşturucu kullandığı sahnelerde onların yaşadıklarını bize anlatamaya çalışan
Noé, bunda fazlasıyla başarılı. Uyuşturucu madde kullanıldığında kullanıcının
beynine bizi konuk eden Noé, o büyülü dünyanın aldatmacasına bir an için bizi
de kaptırır. Filmin en enteresan yanı ise kahramanımız bellediğimiz karakterin
kısa süre içerisinde ölmesi olur. Neyse ki bizi ruhani olarak da olsa yalnız
bırakmayan karakterimiz, kız kardeşini takip ederken onunla ensestliğe varan
ilişkisine daha yakından bakmamıza izin verir. İki kardeş arasındaki ilişkiyi
anlatan en aykırı filmlerden biri olduğuna kesin gözüyle bakılacak Enter The
Void, için tabularınızdan kurtulmanız gerektiğini belirtmek gerek sanırım.
Uzun süresi, cesur sahneleri, sert tarzı ile izlenebilmesi her baba
yiğidin harcı olmayan bu film, dumanlı kafalara selam çakan bir başyapıt
kesinlikle. Her filmiyle olay yaratan Noé, uyuşturucu konusundaki uzmanlık
belgesini bu filmle sonuna kadar hak etmiştir.
Eraserhead – Silgi Kafa (1977)
Yönetmen: David Lynch
Lynch’nin sürrealizmin sularına tamamen daldığı Eraserhead,
siyah- beyaz renkler ve rahatsız edici müzikleriyle de tam bir uyum
içerisindedir. Henry’nin hayatına, onun korkularına bizi ortak eden film,
çizdiği gerçekdışı dünya ile oldukça kasvetli bir atmosfer yaratır. Henry’nin
evlilik, çocuk, endüstrileşme, aldatma ve daha nice korkusunu anlatmayı amaç
edinen film, şüphesiz kolay hazmedilebilenlerden değil. Günübirlik bir ilişki
yaşadığı Mary’dan bir çocuğu (mutant) olan Henry, mecburen evlenir. Fakat
zoraki yaptıkları bununla da sınırlı kalmaz, Mary’in onu terk etmesiyle
durmadan ağlayan yaratığa benzer bebeğe de bakmak zorunda kalır. Böylece bütün
korkularıyla yüzleşen Henry, filmin sonunda da asıl ve en büyük korkusunun
karşısına oldukça şaşırtıcı bir şekilde çıkarak, son noktayı koymayı bilir.
Eraserhead, Lynch’nin diğer filmleri gibi bir bölümü rüyadan
oluşan değil tamamı koca bir rüyayı andıran bir film.
Fear and Loathing in Las Vegas - Vegas’ta Korku ve Nefret (1998)
Yönetmen: Terry
Gilliam
Tıpkı bir ilk yardım kutusu havalarındaki çantalarında çeşit
çeşit nevale taşıyan karakterlerimiz sürekli değişik kafa yapıcı maddeler
kullanıyorlar. Bu maddelerden her kullandıklarında nasıl bir dünyanın içine
girdiklerini, etrafı, insanları neye benzettiklerini, ne hissettirdiklerini
bire bir biz de yaşayıp, şahit oluyoruz. Bir dergide muhabirlik yapan Duke ve
avukatı Dr Gonzo, bir an bile kafalarının normal bir şekilde işlemesine müsaade
etmeyeceklerdir. Bu nedenle Duke,
kendisine verilen işi de beceremeyecektir. Oldukça eğlenceli bir şekilde bize
sunulan bu iki kafadarın hayatı, yaşam tarzlarıyla da seyircinin ilgisini
çekmeyi başarıyor. Asla hesap ödemeyen, sürekli otellerde kalıp keyif çatan bu
ikili bir nevi zenginin parasını yiyip yaşayarak kendilerine Robin Hood’luk
yapıyorlar da diyebiliriz. Kırmızının ve pembenin tonlarının her bir çeşidini
içerisinde barındıran film, maceralı, koşturmalı, müzikli muhteşem bir görsel
şölendir. Üstelik sünger gibi olan beyinlerin etkisini bize yansıtabilmek adına
kullanılan farklı mercekler de etkiyi fazlasıyla arttırıyor. Elbette böyle bir
filme Las Vegas gibi ışıklı, jan janlı bir şehrin ev sahipliği yapması da
tesadüf olmasa gerek. Terry Gilliam, bu kadar artının üzerine bir de Johny Depp
ve Benicio Del Toro gibi iki tapılası oyuncuyu başrole koyarak adeta seyirciyi
mest ediyor.
Gilliam’ın iki keş kafanın ruhunu bize daha iyi yansıtabilme
adına her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bu filmi izlemeden her şey
eksik olur, hem de her şey…
Holy Motors – Kutsal Motorlar (2012)
Yönetmen: Leos Carax
Leos Carax’ın, en çok övgü alan filmiyle baş başayız. 13
yıllık bir suskunluğun meyveleri öyle güzel, öyle olgun oluyor ki, Lavant bile
bir ayrı oynuyor. Bir başka güzel geliyor gözümüze. Denis Lavant’a, Kylie
Minogue ve Eva Mendes eşlik etse de, ikisinin rolleri 6-7 dakikayı geçmiyor
hemen hemen. Carax bir kenarda durup, 13 yıl boyunca bu senaryoyu yazmış, hem
de Lavant için yazmış. Bir sahnede Lavant’a oynaması için kendi kıyafetlerini
veren Carax, Lavant için bu rolleri yazarken, aslında kendisini yazdığını fark
ediyor.
“Yeni yeni dalga” akımının en önemli temsilcisinin sineması,
hepimiz için bir armağan. Aşk ve şehir tasvirleri ile de doyumsuz bir tat
bırakıyor ardında.
Melancholia - Melankoli (2011)
Yönetmen: Lars von
Trier
Danimarkalı aykırı yönetmen Lars von Trier’in Cannes Film
Festivali’nden ödülle dönen filmi Melancolia, en sade tabiriyle bir felaket
filmi aslında. Lakin felaket filmi denilince akıllara bol aksiyonlu bir gerilim
yahut aileyi, insanlığı koruyan, kutsayan bir güzelleme gelmemeli. Zira Trier,
Nihilizm’in izinden yürüyen, kendini görüntülerin, müziğin ve en önemlisi de
sanatın (resim) kollarına bırakan bir dünyanın sonuna yolculuk filmi yaratır.
Daha baştaki prolog sahnesinden tahmin ederiz, biz seyircilerin karşısında
arz-ı endam edecek ve içsel bir yolculuk yapmamızı sağlayacak filmin
hınzırlıklarını. Film boyunca tarihe damga vurmuş eserleri görür, onlara
yapılan incelikli, muazzam göndermelere şahit oluruz. Fakat her anıyla, her perdeye düşen sanat
eseriyle, olağanüstü görüntüleriyle (Sir John Everett Millais’in Ophelia, Pieter
Bruegel’in Jagers in de Sneeuw, Caravaggio’nun David and Goliath ) başka bir
âlemin kapılarını aralayan Melancolia’nın nefesleri kesecek en büyüleyici anlarına,
tartışmasız bir şekilde final sahnesi ev sahipliği yapar.
Yine erkeğin bir teferruat olduğu filmde iki farklı kadının
hayata ve ölüme karşı gösterdikleri tepki filmin en büyük çatışmasını
yaratır.
Pi (1998)
Yönetmen: Darren
Aronofsky
Max, çılgın olduğu kadar dahi bir matematik meraklısıdır.
Matematiğe ve özelikle de pi sayısına karşı oluşturduğu takıntısı, onun tüm
hayatının gidişatını belirlemektedir. Max, on yıldan beri tüm doğanın
ölçülebilir bir kodlanma sistematiğine sahip olduğunu fark etmiştir. Artık tek
amacı doğanın bu büyük sırrını çözmektedir. Max, elindeki verilerle
karşısındaki problemin çözümüne kalkışır. Ancak adım adım vardığı sonuç, onu
problemin tam da ortasındaki değişken yapacaktır. Max’ın vardığı nokta, dünyayı
temellerinden sarsacak kadar yenilikçidir. Max, bu sonuçları saklamalıdır.
Yeni
dönem Amerikan sinemasının en heyecan verici yönetmenlerinden biri olarak kabul
edilen Darren Aronofsky’nin takıntılar odaklı filmi, bir ilk film olarak büyük
bir beğeniyle karşılanmıştı.
Requiem For A Dream - Bir Rüya İçin Ağıt (2000)
Yönetmen: Darren
Aronofsky
1978 tarihli Hubert Selby,
Jr.'ün romanından uyarlanan bu film, listemizin belki de uyuşturucu dışında tv
ve zayıflama ilacı gibi farklı bağımlılıkları da aynı potada eriten tek
filmidir. Requiem For A Dream, bağımlılığın ne olduğunu, insanoğlunun bağımlı
olduğunda neleri ne kadar yapabileceğini en önemlisi ise ne hallere
düşebileceğini en sert en gerçekçi haliyle de yansıtandır aynı zamanda. Tv
bağımlısı anne ve uyuşturucu bağımlısı üç gencin hayatlarının nasıl darmaduman
olduğuna bizi şahit eden yönetmen, seyircinin sinirlerini alt üst edecek denli
ileriye gitmekte çoğu zaman. Hayatlarının baharında, bağımlılıklarının henüz
onlara zevki yaşattığı zamanlarda takibe başladığımız karakterleri hayatlarının
kışında terk ederiz. Lakin bu, özellikle kış mevsimi paralel kurgu ile vakıf
olduğumuz son düzlük nice şiddet içeren filmlerden daha da sert daha da
zorludur. Requiem For A Dream, önce dumanlı ya da aldanan kafalarda biz
seyircilere mutlu anları yaşatıp sonra da tıpkı o karakterler gibi tek tek
acılara da dâhil eder bizleri. Böylece o karakterlerle bağımlı olur, onlarla
vücudumuzu satar, tutuklanır, kolumuzu kaybeder, dibi bulur ve yok oluruz.
Darren
Aronofsky, bizi uçsuz bucaksız dağların zirvesine çıkarmış, bulutları elletmiş
hemen ardından da daha bu anın tadı damağımızda erimeden uçurumdan aşağıya
yuvarlamış, tekrar bir araya gelemeyecek şekilde benliğimizi de vücudumuzu da
paramparça etmiştir. Gerçekleri görmeye ya da duymaya çok da hazır değilseniz,
film sizi epey hırpalayabilir. Demedi demeyin.
Stalker - İz Sürücü (1979)
Yönetmen: Andrey
Tarkovski
Stalker, Tarkovski’nin sinema hayatı boyunca yaşadığı en büyük
talihsizlikleri sarar başına. Radyasyonlu bir bölgede çekim yapıldığından
dolayı kendisinin ve karısının da içerisinde olduğu ekibin hepsinin yavaş yavaş
kanserden öldüğü inkâr edilemeyecek bir gerçek artık. Peki, filmin çekiminin
tamamlanmasından sonra tüm filmin yanması ve tekrar baştan sona filmin
çekilmesi? İnanılır gibi değil değil mi?
Tarkovski’nin imgelerini ve hikâyesini büyük bir detaycılıkla kurduğu
bu film elbette çok farklı okumalara gebe olabilir. Lakin tüm imgelerin bir
metafor tüm hikayenin de bir alegori olduğu gerçeği pek değişmez olmalı. İz
sürücü önderliğinde bilim adamı ve şairin birlikte zone’a yani bölgeye
yaptıkları ve böylece her birinin kendi iç dünyasına yaptığı yolculukta her şey
bir süre sonra yerli yerine oturur. Bölgedeki ulaşılmak istenen odayı Tanrı, iz
sürücüyü peygamber, köpeği melek, şairi duygu, bilim adamını akıl olarak görmek
gerek. Bu uzun ve zorlu yoldan ulaşılması gereken odaya ulaşmak da onunla
yüzleşmekte zor ve meşakkatlidir. Bu nedenle karakterlerden hiçbiri bu
yolculuğun son aşamasını yapamadığı için ne biz ne de onlar tatmine ulaşır.
Zaten Tarkovski’nin yapmayı arzuladığı da bu değil midir hep? Seyircisini ruhani
olarak tatmine götüren değil, onların kafalarını karıştıran, sorgulamaya
başlamalarını amaçlar hep.
Dünya ile ahiret arasındaki bu yolculuğun maneviyatının güçlü
olması sizi rahatsız etmeyecekse telaşa gerek yok. Zira Tarkovski’nin pek
zorlamayan filmlerinden Stalker.
Suspiria (1977)
Yönetmen: Dario Argento
İtalyan b-tipi korku filmi denilince tartışmasız ilk akla gelecek
isim olan Dario Argento’nun başyapıtı olan Suspiria, her ne kadar Le Tre madri
üçlemesinin ilk halkası olsa da diğer iki film arasından fazlasıyla sıyrılan
bir yapıt. Suspiria, cadı mitolojisi üzerine hikâyesini kuran, aynı zamanda
şiddet ile ilişkisini de sınırlandırmayan bir yapım. Malum, şiddetin
pornografisi olarak en net anlamda tanımlanacak bu filmin elbette kırmızı renk
ile olan aşkını söylemeye lüzum bile yok değil mi? Adeta tüm filmin kırmızıya
sıkı sıkıya sarılıp, kuvvetli bir bağlılık yaşadığı Suspiria, maviye de göz
kırpmaktan kendini alamaz. Mavi ile kırmızının müthiş bir renk kontrasına ev
sahipliği yapmasını, her an tedirginliğin eksik olmadığı olay örgüsüyle
izleriz.
Her şey bir yana, bana kalırsa bu kült filmin en bariz artısı
böylesine bir filmde asla karşılaşamayacağımız, eşsiz müzikleri olsa gerek.
İtalyan rock grubu Goblin’in hayat verdiği müzikleri ile etkisini kat be kat
arttıran Suspiria’nın, kadınların dünyasında, erkeklerin sadece bir teferruat
olduğu bir evrende geçtiğini de atlamayalım.
The Exterminating Angel - Yok Edici Melek (1962)
Yönetmen: Luis Buñuel
Buñuel’in bana kalırsa Le Charme Discret De La Bourgeoisie
ile en çok akrabalığının olduğu film El Ángel Exterminador’dir. Zira bu filmde
de burjuvazimiz her zamanki gibi görkemli partilerinden birin dedir ama büyük
bir sükse ile girdikleri mekândan bir türlü çıkamayacak ve tam anlamıyla rezil
duruma düşeceklerdir. Gecenin ilk saatlerinde her taraflarından nezaket akan
insanların evden nedensiz bir şekilde çıkamamalarından sonra her birinin
maskesini düşürdüğüne, olabildiğince çirkinleştiğine hayretler içerisinde şahit
oluruz. Buñuel’in yapmak istediği de tam olarak budur zaten. Yönetmen, evdeki
her bir kişiyi zirve noktasında bize tanıtarak ilerleyen zaman zarfında hepsini
tek tek uçurumdan aşağı bırakır.
Seyirci ise filmin sonunda en derinlerde sefil
bir halde çırpınan insanlara tiksinerek bakar sadece. Zira Buñuel, bir insanın
ne kadar çirkinleşebileceğinin resmini muhteşem bir ustalıkla çizer.
The Holy Mountain – Kutsal Dağ (1973)
Yönetmen: Alejandro
Jodorowsky
Jodorowsky’nin en baştan çıkarıcı filmi La montaña sagrada,
zamansız bir simyacı hikâyesi. İsa temsili bir adamı tanımamızla başlayan film,
simyacı ile yolların kesişmesiyle ölümsüzlük arayışına evriliyor. Simyacı ve
gezegenleri temsil eden karakterleri tanımamızla devam eden film, saykodelik
kültürün çizgisinden ise asla sapmıyor. Hatta film çekilirken Jodorowsky’nin
film ekibi ile birlikte LCD kullanarak filmi tamamladıkları söylenmektedir.
Jodorowsky’nin kült mertebesine erişen bu başyapıtı,
unutulmaz sahneleriyle kelimelerin kifayetsiz kalacağı sürrealist filmlerin
babalarından kesinlikle. Luis Bunuel gibi ustaların yolundan giden
yönetmenimiz, sürrealizm ile yaptığı dans konusunda boynuz kulağa geçer misali
kimi zaman ustaları bile gölgede bırakmayı başarmıştır özellikle bu filmiyle.
The Lost Highway - Kayıp Otoban (1997)
Yönetmen: David Lynch
David Lynch’in en çok konuşulan, adına belgeseller çekilen,
felsefecilerin üzerine kitap yazdığı, günlerce üzerine kafa patlatılan eseri
Lost Highway, bir filmden çok daha ötesi.
Aslında çok basit ve sıradan bir mevzu üzerine doğan, ama anlatım
tarzıyla büyüyen, çetrefilleşen yapımlardan bu film. Zira bir adamın cinsel
anlamda iktidarsız olduğundan dolayı karısına öfke bilemesi ve onun kendisini
aldattığını kafasında kurarak cinayete bile sebep olması tam da bir üçüncü
sayfa haberi gibi. Lakin bu mevzuyu anlatmayı tercih etmiş kişi Lynch olunca
karşımıza rüya, hayal ve gerçeğin birbirine karıştığı, sembollerin havalarda
uçuştuğu, çok bilinmeyenli bir denklem çıkıyor dersek emin olun abartmış
olmayız.
Muhteşem müzikleri, bitmek bilmez otobanları, olağanüstü oyunculukları
ve incelikli kurgusuyla bir başyapıt Lost Highway. Keşfedilmeyi bekleyen büyük
bir bilmece diyebileceğimiz yapıtı, şayet çözümlerseniz yaşayacağınız tatmin
duygusunun tarifi mümkün değil.
The Wicker Man - Lanetli Ada (1973)
Yönetmen: Robin Hardy
The Wicker Man, Lee’nin
en sevdiği filmlerinden biri olduğu biliniyor. Her oynadığı filmin kült olması
gibi bana kalırsa büyük bir şansa sahip Lee’nin The Wicker Man’de de
canlandırdığı karakter oldukça etkileyici. Pagan inanışına sahip, doğayı,
hayvanları ve cinselliği kutsayan sakinlerin yaşadığı küçük ve gözlerden uzak
bir adanın lordu olan Lord Summeris, Lee’nin muhteşem oyunculuğuyla hayat
buluyor. The Wicker Man’in özellikle çekildiği dönem açısından oldukça radikal
ve cesur bir film olduğu inkâr edilemez bir gerçek. Ayrıca Hristiyanlığı
tamamen rafa kaldıran, modern toplumun ahlaki kurallarını hiçe sayan, dış
dünyaya kendilerini kapamış insanların yaşadığı ada, bir nevi ilkel kabileleri
akla getiriyor. Bu modern toplum safsatalarından sıkılmış insanların özellikle sağlam
duruşunu filmin sonunda bile bozmayarak yüreklerine su serpen film, cinsellik
içeren sahnelerindeki yalınlığıyla da göz dolduruyor. Son olarak The Wicker
Man’in bir B film olduğunu, sinefil kafalara daha çok hitap ettiğini eklemeyi
bir borç bilirim.
Wake in Fright – Korkuyla Uyanmak (1971)
Yönetmen: Ted
Kotcheff
Avustralyalı yazar Kenneth Cook’un aynı adlı romanından
uyarlanan Wake in Fright, aşırı şiddet sahneleri nedeniyle sansürlenmiş,
yıllarca aslına ulaşılamamış kısacası büyük badireler atlatmış, gelmiş geçmiş
en dehşetli filmlerden biridir. Kült mertebesinin, alnının teriyle en üst
basamaklarında kendine yer bulan bu film, modern hayata eli kolu bağlı olan
insanın çıkışsızlığını, beyaz insanın istila ettiği topraklarda yaptığı
katliamların dayanılması güç çarpıcılığına bizi ortak ediyor. Noel tatili
sebebiyle öğretmenlik yaptığı taşradan Sidney’e gidecek olan John’un aktarma
durağı olarak kullandığı – bir nevi sırat köprüsü olarak da düşünülebilir-
Yabba’dan çıkamayışı filme Kafkaeks bir hava katıyor. Zira Sidney’e ulaşmaya
çalışan fakat Yabba’nın içinde sıkışıp kalan John’u, Franz Kafka’nın romanı
Şato’daki K.’dan pek de farkı yok. Üstelik filmde John, bu girdaptan
kurtulamadığı gibi içindeki şeytanın da uyanmasına da maruz kalır. Şehre gelen
öğretmen, halkı aydınlatıp, dönüştüremediği gibi kendi o potada erir, en
karanlık yanlarının uyanmasına engel olamaz. Hatta John, ilk olarak
kıyafetlerinden, silahından değil de kitaplarından (kültüründen) vazgeçer.
Gelmiş geçmiş en dayanılmaz sahneleri bünyesinde taşıyan
Wake in Fright, özellikle kangurulara yapılan katliam görüntüleri (gerçek
görüntü) nedeniyle insan türünün rezilliğini gözler önüne seren, çok güçlü bir
belge aynı zamanda. Sömürgeci beyaz insanın gerçek yüzünün dehşet verici
portresi olan filmin iç bulandırıcı yeşil renkten, tekinsiz kamera
kullanımından da asla vazgeçmeyerek, sarsıcılığını sağlamlaştırdığını da
söylemek gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder