Tati’nin Sinema Tarihine Bıraktığı En Değerli Hazine
Fransa en önemli ustalarından Jacques Tati, uzun yönetmenlik
kariyerine sadece altı uzun metraj sığdıran bir yönetmen. Filmlerinin hepsine
aşırı derecede özen gösteren Tati, onları adeta ilmik ilmik dokumuş,
senaryosundan, mekân tasarımına, kullandığı imgelere kadar hepsini tek tek
düşünüp, tasarlamıştır. Üstelik sadece bunlarla da kalmaz ikinci filminden
itibaren yarattığı Mösyö Hulot karakteriyle kamera karşısında da arzı endam
eder. Bu anlamda Charlie Chaplin ve Buster Keaton ile birçok noktada
birleşirler. Fakat Tati, Chaplin ve Keaton gibi sessiz sinema döneminin değil
sinemanın renklendiği ve seslendiği bir döneme denk düşer. Ayrıca yarattığı
Mösyö Hulot karakteri Şarlo ya da Keaton’un karakterlerinden daha sakin, daha
edilgen bir yerde durur. Bu etkenler de zaten Mösyö Hulot’un farkını ortaya
koymaya yeter hiç kuşkusuz.
Lakin edilgen dediysek yanlış anlaşılmasın: Mösyö Hulot,
eleştireceği mevzuları sadece olay üzerinden değil de durumu göstermek
üzerinden ortaya koymayı tercih etmiştir. Kısa pantolonu, uzun pardösüsü,
şapkası, şemsiyesi ve ağzından düşürmediği piposuyla incelikle çizilmiş,
zarafetin tam karşılığı bir karakterdir. Geleneksel olana sahip çıkmış,
moderniteye her daim mesafeli durmuş olan Mösyö Hulot, sakin ve centilmen
yapısını ise hafif öne eğik hareketleri, her an reverans yapacakmış gibi duruşu
ve neredeyse hiç konuşmamasına borçludur. Bu müstesna beyefendinin karşımıza
çıkıp da moderniteye bugüne kadar yapılmış en etkili hicvi icra ettiği Mon
oncle ise muhteşem bir yapımdır. Oscar’da Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü ve
Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nün sahibi olan Mon oncle, Tati
tarafından sinema tarihine bırakılmış en değerli hazinelerden biri olarak
anılmayı fazlasıyla hak eder.
Modern ile Gelenekselin Çatışması
Mon oncle, Tati’nin moderniteye olan öfkesinin en üst
noktası değildir elbette. Tati, Playtime ve Trafic’de daha da tavrını
keskinleştirme yoluna girer. Mon oncle’da ise moderniteye olan eleştirisini
yapmak için kendine geleneksel ile moderniteyi bünyesinde taşıyan bir şehir
seçer. Mösyö Hulot’un yaşadığı mahalle geleneksel olanı; kız kardeşinin
ailesiyle birlikte yaşadığı Arpel malikânesi ise modern dünyayı temsil eder.
Mösyö Hulot sayesinde birbirine yıkılmak üzere olan bir duvar (geleneksel yaşam
ile modern yaşamın arasındaki çizginin ne kadar inceldiğini anlatmak ister bu
çökmekte olan duvar ile Tati) ile bağlı iki dünya arasında gidip geliriz
sürekli. Böylece modern yaşam ile geleneksel yaşam arasındaki farkı, güçlü bir
çatışma ile bizlere sunmuş olur Tati.
Mösyö Hulot’un yaşadığı mahalle insanların birbiriyle
iletişim halinde olduğu, geçmişten bu yana insan ilişkilerinin asıl mekânı
olmuş olan pazar kültürünü hâlâ yaşatan, çocuk seslerinin, kuş seslerinin eksik
olmadığı bir şekilde çizilir. Pis sokaklarıyla üst sınıfın steril hayatından
uzak, iç içe geçmiş evleriyle de birbirinden uzaklaşarak, komşuluk
ilişkilerinin öldüğü burjuva kesimden farklıdır bu mahalle. Üstelik tembelliği
de çok sever mahalle sakinleri (yerleri bir türlü sohbet etmekten süpüremeyen
çöpçü ile müşteri ile ilgilenmek için bile rahatını bozmayan satıcı) çünkü
hırslarının, mülkiyetin ve eşyalarının kölesi olmamış, özgür bireylerdir onlar.
Peki, diğer tarafta hayat nasıl yaşanır?
Mösyö Hulot’un yaşadığı mahalle ne kadar bize tanıdık,
içtense Arpel malikânesi ise bir o kadar yabancı ve uzaktır bizlere. Öncelikle
şunu belirtmek gerek ki: Arpel malikânesi, üzerinden yarım asırdan fazla
geçmesine rağmen şu an bile yaşanılan hayatlara uzak bir şekilde çizilmiştir.
Elbette Tati, üst kesim Fransızların hayatını hicvederken abartıdan sakınmaz. Yüksek
duvarlarla çevrili ev, havuzlu, birkaç katlı bir malikânedir. Buraya kadar her
şey normal elbette. Fakat güya modern tasarımlı olan ama absürt olmaktan öteye
gidemeyen mobilyalar, tamamen düğmelerle, otomatik olarak çalışan eşyalar ve
daha niceleri… Ve tüm bunların kölesi olmuş evin sakinleri. Zira sürekli
bozulan ve aksilik çıkaran bu üstün tasarım eşyalar, her fırsatını bulduklarında
sahipleriyle adeta dalga geçer gibi oynarlar.
Bu eşyaları kullanmak, onları başkalarına adeta bir sergi
gezdiriyormuşçasına göstermek, tanıtmak amacıyla eve hapsolan Arpel ailesi,
güya daha ayrıcalıklı bir hayat yaşayan üst sınıfın zavallılığını gözler önüne
serer. Mösyö Hulot’un mahallesinde ise herkes dışarıdadır. Sürekli gezerler,
eğlenirler. Sürekli dışa doğru bir ilişki var olur. Oysa Arper ailesinin küçük
oğlu Gerard hariç, sadece eğlenmek için bir defa dışarı çıktıklarını görürüz.
Bu durumdan da pek mutlu olduklarını söyleyemeyiz. Gerard ise henüz çocuk
olduğu için bu modern hayatın yapaylığına bulaşmamış, dayısı ile sürekli diğer
dünyaya kaçmanın fırsatını yaratan bir çocuktur.
Ses tasarımı ve Mizansenin Başarısı
Tati bu iki mekân arasındaki geçişleri ise öylesine başarılı
bir şekilde yapar ki… Tati teknik olarak da mekânlar arasındaki uyumsuzluğu
destekler: Mösyö Hulot’un mahallesi renklerin adeta dile geldiği, içimizi
ısıtan müziğin eksik olmadığı, çocuk sesleri ve kuş seslerinin birbirine karıştığı
sahnelere ev sahipliği yaparken; Arpel malikânesinde gri rengin baskınlığı
mekanik seslerin üstünlüğü kendini belli eder. Müzik ise asla duyulmaz. Bu
durum Charles Arpel’in iş yerinde de aynı şekilde devam eder. Tati özellikle
ses kurgusunda oldukça başarılıdır. Zira birçok durumu diyaloglar üzerinden
değil de ses tasarımı üzerinden anlatmayı tercih eder. Zaten Tati filmlerini
izlerken çoğunlukla sessiz film izliyormuşsun gibi hissetmemek mümkün değil.
Özellikle Mösyö Hulot’un nerdeyse hiç konuşmadığını, daha çok konuşan Arpel
ailesinin ya da komşularının ise birbirlerinin yüzlerine bakmadan
konuştuklarını, yani bir nevi diyalog değil monolog kurduklarını da görürüz.
Filmde kendimizi oldukça uzak hissedeceğimiz karakterlerle
özdeşlik kuramadığımız gibi Tati sinemasında aslında hiçbir karakterle bunu
başaramayız. Zira Tati, Mösyö Hulot ile bile tam bir özdeşlik kurmamızı
istemez. Filme ve karakterlere mesafeli durmamızı, böylece anlatılmak
istenenleri kaçırmayıp, meseleyi irdelememizi, düşünmemizi ister. Tıpkı Fransız
Yeni Dalgası’nda olduğu gibi. Bu nedenle de kamerayı asla karakterlere fazla
yaklaştırmaz. Genelde uzak çekim ve sabit kamera tercih eder. Ayrıca yine Yeni
Dalga’nın durum sineması karşımıza çıkar. Tati filmleri giriş-gelişme-sonuç üzerine
kurulu bir sinema anlayışına asla yaklaşmamıştır bile. Çözülmesi gereken bir
meseleyi çözmek gibi bir derdi olmadığı gibi aksine sadece olanı sunarak,
eleştirisini yapmaktır amacı. Tüm bunları Tati gibi bir ustanın hayat verdiği,
nevi şahsına münhasır karakter Mösyö Hulot sayesinde muhteşem bir gözle bizlere
aktaran Mon oncle, hala tanışmayanlar için muhteşem bir deneyim vaat ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder