11 Eylül 2018 Salı

Sevgisiz: Günümüzün Mirası Sevgisizlik


Din Kavramı Üzerinden Ülke Röntgeni

Andrey Zvyagintsev, Altın Aslan alan 2003 yapımı filmi Dönüş (Vozvrashchenie) ile başladığı yönetmenlik kariyerinde on beş yıla beş uzun metraj film ve birçok ödül sığdırmıştır. Zvyagintsev duraklama dönemine giren Rus sinemasının tabiri caizse küllerinden yeniden doğmasının neredeyse tek müsebbibi. Birçok ustanın mirasından etkilense de zamanla daha özgün bir dile kavuştuğu gözlemlenen Zvyagintsev’in tüm filmografisinde temel mesele yaptığı en önemli unsurlardan biri sevgisizlik. Baba ile oğulları, Tanrı ile kulları, kadın ile erkek arasında sevgisizlik gözlemlenir. Zvyagintsev’in bu sevgisizlik halini perdeye yansıtırken ise aile kurumunu, bürokrasiyi ve din kurumunu hedefine almayı tercih eder. Tüm filmografisinde aile kurumunun çözülmesi, Hıristiyanlık kurumunun riyakârlığı, devlet kurumlarının kokuşmuşluğu karşımıza çıkar bu nedenle. 

İlk filmi Dönüş’te baba ile oğulları (Tanrı ile kulları) arasındaki ilişki üzerinden ilerleyen bir büyüme hikâyesine imza atar Zvyagintsev. Anlatmak istediği meseleleri toplumun en küçük yapı birimi olan aile üzerinden yola çıkarak perdeye yansıtan Zvyagintsev, yıllardır kayıp olan babanın bir gün ansızın ortaya çıkması ile başlar hikâyesine. Birden bire ortaya çıkan babanın oğullarıyla çıktığı yolculuk sırasında babanın oğullarına gösterdiği sevgisizlik her an hissedilir. Babanın yataktaki görüntüsü, İtalyan Rönesans ressamı Andrea Mantegna’nın Lamentation of Christ (Ölü İsa) adlı tablosunun neredeyse bire bir yansımasıyken, babanın fotoğrafının fresklerle dolu dini bir kitabın sayfalarının arasında durması bu yönde bir diğer göndermedir. Ayrıca babanın uyandıktan sonra ailesi (havarileri) –Andrey ve İvan da İsa’nın havarilerinden alır isimlerini- ile birlikte şarap eşliğindeki yemek yeme ritüeli ise İsa’nın son akşam yemeğinin bir türevi gibi okunabilir. İncil’de müjdelendiği gibi İsa’nın dönüşü olarak da görülebilecek bu hikâyede Tanrı’nın yeryüzündeki tasvirinin kullarına pek de sevgi gösterdiği söylenemez. Adeta her fırsatta onları aşağılayan, hor gören, hatta şiddet uygulayan bir baba tasviri Zvyagintsev’nin sonraki filmlerine de sirayet eder. Son filmi Sevgisiz’in (Nelyubov) ise mihenk taşı olur.

Gizemli Bir Kayboluş

William Saroyan’ın The Laughig Matter isimli kitabından uyarladığı Sürgün’de (Izgnanie) ise yönetmen daha çok aile içerisindeki iletişimsizliğe yakından bakmayı tercih eder. Buradaki aile temsili aslında Rusya toplumunun küçük bir alegorisi olarak görülebilir. İlk dakikalarda oldukça sorunsuz hatta mutlu bir tablo çizen aile, çok geçmeden çözülür: Kadının başka birinden hamile olduğunu adama açıklamasıyla aile kurumu çatırdamaya başlar. Kırsal bir kasabaya sürülen aile içerisindeki iletişimsizlik bu itiraf ile daha da içinden çıkılmaz bir hal alır. Aslında başka birinden değil kocasından hamile olan Vera, bile isteye dinamiti ateşler. Zira burada kadının bu tercihinin altında da kocanın ilgisizliği, sevgisizliği yatar. Aradaki bu sevgisizlik, onları bencilleştirir de üstelik. Anne ile babanın çocuklarını hiç düşünmeden kendi aralarında verdikleri kavgaya parantez açmak gerek. Bir nevi Tanrı ile Meryem (filmde karşımıza çıkan Da Vinci’nin Annunciation adlı, Cebrail tarafından İsa’nın Meryem’e müjdelenişinin resmedildiği tablo bu konuda belirleyici unsur olur)arasındaki didişme olarak da düşünebileceğimiz bu mevzu daha büyük bir çerçevede Sevgisiz’de karşımıza gelir. Anne ile babanın aralarındaki meseleye dalıp da çocuğu gereksiz bir ayrıntı olarak görmeleri bu kez telafisi mümkün olmayan sonuçlara neden olur Sevgisiz’de.

Elena’da ise kırsaldan şehir hayatına döneriz. Bu filmde Zvyagintsev’in minimalist bir çizgide ilerlediği ve belki de anlatmak istediği mesele açısından kafasının daha net olduğu görülür.  Bu kez yönetmen kullar arasındaki eşitliksizlikten yola çıkar. Lakin bu kez ortada adaleti sağlayan ya da hâkimiyet kuran bir Tanrı temsili olmadığı gibi adaletin sağlayıcısı olarak karşımıza bir kadın gelir. Zvyagintsev, ilk defa bizi güçlü bir kadın karakter ile baş başa bırakır bu filminde. Her ne kadar film başlarda gücü elinde bulunduranın bir adam olduğu izlenimi verse de zamanla bu durum tersine döner. Diğer dünyada adaletin sağlanacağına pek de inanmayan Elena, her ne olursa olsun bu dünyada adaleti sağlayacak hiçbir eylemden çekinmez. Dönüş ve Sürgün filmlerinde fazlasıyla silik, yenilgiyi kabul eden, biat eden kadın karakterlerden sonra Elena, adeta şok etkisi yaratır. Zaten Zvyagintsev, Elena’dan sonra kadın karakterlerini daha güçlü çizmeye başlar: Sevgisiz’deki ne istediğini bilen ve asla taviz vermeyen kadın karakter, hikâyenin belirleyici unsuru olur ne de olsa. Zira genel geçer anne tavrı ile Sevgisiz’in ortaya çıkması pek de mümkün değil.

Anlam Verilemeyen Bir Bilinmezlik

Zvyagintsev’in Altın Küre’de Yabancı Dilde En İyi Film ve Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödüllerini kazanan filmi Leviathan, adını İncil’deki Eyüp hikâyesinden alır. Film övgülere boğulduğu kadar eleştiri oklarına maruz kaldı. Zvyagintsev’in artık iyiden iyiye Rus toplumunu her kurumuyla hedefine oturttuğu filmin, yine ailedeki çözülmeyi de ihmal etmediği görülür. Bir adamın bürokrasi ve onun arkasındaki güçler ile verdiği mücadelenin yanında kendi ailesindeki çözülmeyi engelleyememesini anlatan filmin ana meselesi de aslında bu çözülmedir. Toplumun en küçük yapı taşı olan ailenin bile varlığını sürdüremediği, temellerine defalarca kendi vatandaşları tarafından dinamit döşenmiş bir ülkeden ne beklenebilir? Kadının adamı aldatması sonucu hiçbir şey yokmuş gibi davranarak her şeyi unutmak mümkün değildir.  Tıpkı ülkeye dair artık bir umut beslenmeyeceği gibi… 

Zvyagintsev, bu konuda ailenin bir araya gelme çabasını beyhude görür ki bu çabanın çok da uzamasına izin vermez. Kadın tıpkı Sürgün’de olduğu gibi intihar eder. Üstelik bu kez gerçekten kocasını aldatmış ama kocası tarafından affedilmiş(!) olmasına rağmen. Burada kadının intihar ettiğini uzun bir süre öğrenemememiz ve durumun bir kayıp vakası olarak seyretmesi önemli. Zira Zvyagintsev, bir sonraki filmi Sevgisiz’de bu kaybolma durumuna çok daha derinlemesine dalacaktır.
Zvyagintsev, filminin çatışmasını ilk anda başkarakter olacakmış gibi yansıttığı Alyosha’yı kaybederek yaratıyor. Üstelik bu kaybolma konvansiyonel sinemada olduğu gibi ipuçlarını takip ederek sonuca ulaşılan cinsten olmuyor. Zvyagintsev, Michelangelo Antonioni’nin Macera’da (L’avventura) ya da Asghar Farhadi’nin  Elly Hakkında’da(Darbareye Elly) yaptığı gibi bir bilinmezliğe sürüklüyor bizleri. Zaten her fırsatta, sanılanın aksine, Tarkovski’den değil de Antonioni’den ve en çok da onun Macera adlı filminden etkilendiğini dile getirmiştir Zvyagintsev. Nasıl ki Macera’da Anna veya Elly Hakkında’da Elly anlam veremediğimiz bir bilinmezliğe gidiyorsa Alyoşa’nın durumu da tıpa tıp aynıdır. Zaten bu üç filmin de meselesi kaybolan karakter ve onun bulunması değil arkada kalan karakterlerin kendi aralarındaki ilişkiyi veya bizzat kendilerini sorgulamalarıdır. Ya da tüm yaşanılanlara rağmen sorgulamamaları… Bu nedenle sıkı bir takip gerektiren ve her anı sürprizlere, heyecana gebe olan bir kayıp aranıyor filmi değil Sevgisiz.

Batmakta Olan Gemiden Kaçış

Macera ve Elly Hakkında ile Sevgisiz’in diğer bir bağıysa kaybolan kişiyi saklayanın doğa olduğunu işaret etmeleridir. Macera’da okyanusun, Elly Hakkında’da denizin hedef gösterilmesi, Sevgisiz’de de ağaca, göle yönelir. Elbette Antonioni, Farhadi ve Zvyagintsev, hiçbir zaman bizi gerçek ile yüz yüze getirmediği için bu durum seyircinin algılarıyla oynamak için yapılan bir hamle aslında. Yine Zvyagintsev’in alametifarikası olan terk edilmiş, çürümüş bina (Rusya’nın bir metaforu) da tıpkı doğa gibi aynı görevi üstleniyor. Fakat bu büyük ihtimal geçmişte oldukça işlevsel olan şu an ise atıl durumdaki binanın varlığı, bina üzerinden yapılan metaforik anlatımın tek sahibi değil. Ailenin boşanma kararı vermeden önce bir arada yaşadığı evin de filmde oldukça hatırı sayılır bir görevi var. Boşanma nedeniyle satışa çıkarılan ev henüz satılmadan çocuğun evi terk etmesi bu anlamda çok önemli. Batacak bir gemiyi ilk terk eden kişi Alyosha oluyor.  Binalar el değiştirse de tıpkı filmdeki gibi içerlerinde yenileme yapılsa da hepsinin temeli çürük. Evi yenileyerek orada yeni bir hayatı (yeni ev sahipleri bir bebek beklemektedir) filizlendirecek ailenin geleceği konusunda da zerre kadar ümit göremeyiz ne yazık ki.

Kitle iletişim araçlarından duyup gördüğümüz haberler de bu durumun daha da net altını çizer. 2014 yılında Ukrayna ile Rusya arasında yaşanan gerilimli süreç ve 21 Mayıs 2011’de dünyanın sonunun geleceği söylentileri, film boyunca tasvir edilen çöküşü besleyen unsurlar olur. Buradan tekrar biraz önce bahsettiğimiz noktaya gelecek olursak Alyosha, tutunacak bir dalı kalmayan ülkeden ya da daha büyük ölçekte dünyadan kaçarak bir nevi kurtulur aslında. Nasıl ki Robert Bresson’un filmi Mouchette’de veya Reha Erdem’in filmi Hayat Var’da başkarakterlerin yaşadıkları evi, aileyi terk edip bir bilinmezliğe gitmeleri ya da intiharı tercih etmeleri aslında bir başkaldırış, bir kurtuluş olarak görülmekteyse Alyosha’nın da –kaçtı mı intihar mı etti bilmesek de- yaptığı tam da böyle bir şey. Alyosha’nın Mouchette ve Hayat ile olan akrabalığı filmin ilk sahnesinden kendini belli eder. Dışarıda çok da mutlu ve özgür hisseden Alyosha’nın eve oyalanarak gelmesi ve doğa ile iletişime geçmesi, akıllara Mouchette ile Hayat’ın yine okul dönüşü yolda geçirdikleri süreci getirir. Bu sahnelerde Zvyagintsev’in alametifarikası olan plan sekansların cazibesi de unutulmamalı.

Sevgisizlik ile Heba Olan Nesiller

Alyosha’nın aranma sürecine biraz bakacak olursak, bu süreç üzerinden de yine Zvyagintsev, ülkesi olan Rusya’nın çürümüş sistemini aşikâr eder: Kaybolan bir çocuğu aramaktan bile aciz olan kurumlarıyla, acınacak haldeki ülkenin insanlarına bu kokuşmuşluk içerisinde sağlam kalmış bir grup gönüllü yardımcı olur. Arama sürecine gönüllüler ile birlikte eşlik eden anne ile babanın yanlışlarını anlayıp, kendilerini sorguladıklarını ise ne yazık ki söylemek mümkün değil. Aksine bu sürecin her anında Alyosha’ya olan sevgisizlikleri ve birbirlerini suçlamaları bir an bile azalmaz. Çünkü bu sevgisizlik hali onların da kendi anne ya da babalarından gördükleri, sonu başı belli olmayan bir hastalık gibidir. Zaten filmin sonunda babanın yeni doğan çocuğuna davranışı bu sevgisizliğin yeni nesillerle devam edeceğinin en büyük habercisi olur.

Anne ile babaya seyirci olarak belki de tek yakınlaşabildiğimiz an, morgda parçalanmış cesedin tespit edilme sahnesidir. Cesedi henüz tam olarak incelemeden inkâra girişen anne ile babanın psikolojisini François Ozon’un Kumun Altında (Sous le sable) filminde kocasını kaybeden Marie’ninkine benzetmek mümkün. Marie, kocasının cesedi ile karşılaştığında, onun yokluğuna henüz kendini hazır hissetmediği için cesedin kocasına ait olduğunu tamamen inkâr yoluna gider. Gerçi parçalanmış olan cesedin Alyosha’ya ait olup olmadığını bilemesek de inkâr noktasında karakterlerin fazlasıyla ortak noktası olduğu bir gerçek. Zira kocasının depresyonda olduğunu, ilaç kullandığını bile fark etmeyen Marie ile sevgisizlikleriyle çocuklarını uçuruma yuvarlayan Zhenya ile Boris’in arasında ne fark var?
Alyosha’ya ne olduğunu asla bilemediğimiz filmde, onu sadece birkaç sahnede izliyoruz:  Okuldan eve dönerken, odasında zaman geçirirken bir de annesi ile babasının ona karşı olan sevgisizliklerini kulakları ile duyduktan sonra kapı arkasında için için ağlarken. Filmde herhangi birine sevgisizlik gösterirken izlemediğimiz belki de tek karakter olan Alyosha, onu ağlayarak gördüğümüz sahnede, adeta sevgisizliği miras almış ve alacak olan tüm insanlık için de akıtıyor gözyaşlarını.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder