Din Kavramı Üzerinden Ülke Röntgeni
Andrey Zvyagintsev, Altın Aslan alan 2003 yapımı filmi Dönüş (Vozvrashchenie) ile başladığı yönetmenlik
kariyerinde on beş yıla beş uzun metraj film ve birçok ödül sığdırmıştır. Zvyagintsev
duraklama dönemine giren Rus sinemasının tabiri caizse küllerinden yeniden
doğmasının neredeyse tek müsebbibi. Birçok ustanın mirasından etkilense de
zamanla daha özgün bir dile kavuştuğu gözlemlenen Zvyagintsev’in tüm
filmografisinde temel mesele yaptığı en önemli unsurlardan biri sevgisizlik.
Baba ile oğulları, Tanrı ile kulları, kadın ile erkek arasında sevgisizlik
gözlemlenir. Zvyagintsev’in bu sevgisizlik halini perdeye yansıtırken ise aile
kurumunu, bürokrasiyi ve din kurumunu hedefine almayı tercih eder. Tüm
filmografisinde aile kurumunun çözülmesi, Hıristiyanlık kurumunun riyakârlığı,
devlet kurumlarının kokuşmuşluğu karşımıza çıkar bu nedenle.
İlk filmi Dönüş’te
baba ile oğulları (Tanrı ile kulları) arasındaki ilişki üzerinden ilerleyen bir
büyüme hikâyesine imza atar Zvyagintsev. Anlatmak istediği meseleleri toplumun
en küçük yapı birimi olan aile üzerinden yola çıkarak perdeye yansıtan Zvyagintsev,
yıllardır kayıp olan babanın bir gün ansızın ortaya çıkması ile başlar
hikâyesine. Birden bire ortaya çıkan babanın oğullarıyla çıktığı yolculuk
sırasında babanın oğullarına gösterdiği sevgisizlik her an hissedilir. Babanın
yataktaki görüntüsü, İtalyan Rönesans ressamı Andrea Mantegna’nın Lamentation
of Christ (Ölü İsa) adlı tablosunun neredeyse bire bir yansımasıyken, babanın fotoğrafının
fresklerle dolu dini bir kitabın sayfalarının arasında durması bu yönde bir
diğer göndermedir. Ayrıca babanın uyandıktan sonra ailesi (havarileri) –Andrey
ve İvan da İsa’nın havarilerinden alır isimlerini- ile birlikte şarap
eşliğindeki yemek yeme ritüeli ise İsa’nın son akşam yemeğinin bir türevi gibi okunabilir.
İncil’de müjdelendiği gibi İsa’nın dönüşü olarak da görülebilecek bu hikâyede
Tanrı’nın yeryüzündeki tasvirinin kullarına pek de sevgi gösterdiği söylenemez.
Adeta her fırsatta onları aşağılayan, hor gören, hatta şiddet uygulayan bir
baba tasviri Zvyagintsev’nin sonraki filmlerine de sirayet eder. Son filmi Sevgisiz’in (Nelyubov) ise mihenk taşı olur.
Gizemli Bir Kayboluş
William Saroyan’ın The Laughig Matter isimli kitabından
uyarladığı Sürgün’de (Izgnanie) ise yönetmen daha çok aile
içerisindeki iletişimsizliğe yakından bakmayı tercih eder. Buradaki aile
temsili aslında Rusya toplumunun küçük bir alegorisi olarak görülebilir. İlk
dakikalarda oldukça sorunsuz hatta mutlu bir tablo çizen aile, çok geçmeden
çözülür: Kadının başka birinden hamile olduğunu adama açıklamasıyla aile kurumu
çatırdamaya başlar. Kırsal bir kasabaya sürülen aile içerisindeki
iletişimsizlik bu itiraf ile daha da içinden çıkılmaz bir hal alır. Aslında
başka birinden değil kocasından hamile olan Vera, bile isteye dinamiti ateşler.
Zira burada kadının bu tercihinin altında da kocanın ilgisizliği, sevgisizliği
yatar. Aradaki bu sevgisizlik, onları bencilleştirir de üstelik. Anne ile
babanın çocuklarını hiç düşünmeden kendi aralarında verdikleri kavgaya parantez
açmak gerek. Bir nevi Tanrı ile Meryem (filmde karşımıza çıkan Da Vinci’nin
Annunciation adlı, Cebrail tarafından İsa’nın Meryem’e müjdelenişinin
resmedildiği tablo bu konuda belirleyici unsur olur)arasındaki didişme olarak
da düşünebileceğimiz bu mevzu daha büyük bir çerçevede Sevgisiz’de karşımıza
gelir. Anne ile babanın aralarındaki meseleye dalıp da çocuğu gereksiz bir
ayrıntı olarak görmeleri bu kez telafisi mümkün olmayan sonuçlara neden olur Sevgisiz’de.
Elena’da ise
kırsaldan şehir hayatına döneriz. Bu filmde Zvyagintsev’in minimalist bir
çizgide ilerlediği ve belki de anlatmak istediği mesele açısından kafasının
daha net olduğu görülür. Bu kez yönetmen
kullar arasındaki eşitliksizlikten yola çıkar. Lakin bu kez ortada adaleti
sağlayan ya da hâkimiyet kuran bir Tanrı temsili olmadığı gibi adaletin
sağlayıcısı olarak karşımıza bir kadın gelir. Zvyagintsev, ilk defa bizi güçlü
bir kadın karakter ile baş başa bırakır bu filminde. Her ne kadar film başlarda
gücü elinde bulunduranın bir adam olduğu izlenimi verse de zamanla bu durum
tersine döner. Diğer dünyada adaletin sağlanacağına pek de inanmayan Elena, her
ne olursa olsun bu dünyada adaleti sağlayacak hiçbir eylemden çekinmez. Dönüş ve Sürgün filmlerinde fazlasıyla silik, yenilgiyi kabul eden, biat
eden kadın karakterlerden sonra Elena, adeta şok etkisi yaratır. Zaten Zvyagintsev, Elena’dan sonra kadın karakterlerini
daha güçlü çizmeye başlar: Sevgisiz’deki
ne istediğini bilen ve asla taviz vermeyen kadın karakter, hikâyenin
belirleyici unsuru olur ne de olsa. Zira genel geçer anne tavrı ile Sevgisiz’in ortaya çıkması pek de mümkün
değil.
Anlam Verilemeyen Bir Bilinmezlik
Zvyagintsev’in Altın Küre’de Yabancı Dilde En İyi Film ve
Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödüllerini kazanan filmi Leviathan, adını İncil’deki Eyüp
hikâyesinden alır. Film övgülere boğulduğu kadar eleştiri oklarına maruz kaldı.
Zvyagintsev’in artık iyiden iyiye Rus toplumunu her kurumuyla hedefine
oturttuğu filmin, yine ailedeki çözülmeyi de ihmal etmediği görülür. Bir adamın
bürokrasi ve onun arkasındaki güçler ile verdiği mücadelenin yanında kendi
ailesindeki çözülmeyi engelleyememesini anlatan filmin ana meselesi de aslında
bu çözülmedir. Toplumun en küçük yapı taşı olan ailenin bile varlığını
sürdüremediği, temellerine defalarca kendi vatandaşları tarafından dinamit
döşenmiş bir ülkeden ne beklenebilir? Kadının adamı aldatması sonucu hiçbir şey
yokmuş gibi davranarak her şeyi unutmak mümkün değildir. Tıpkı ülkeye dair artık bir umut
beslenmeyeceği gibi…
Zvyagintsev, bu
konuda ailenin bir araya gelme çabasını beyhude görür ki bu çabanın çok da
uzamasına izin vermez. Kadın tıpkı Sürgün’de
olduğu gibi intihar eder. Üstelik bu kez gerçekten kocasını aldatmış ama kocası
tarafından affedilmiş(!) olmasına rağmen. Burada kadının intihar ettiğini uzun
bir süre öğrenemememiz ve durumun bir kayıp vakası olarak seyretmesi önemli.
Zira Zvyagintsev, bir sonraki filmi Sevgisiz’de
bu kaybolma durumuna çok daha derinlemesine dalacaktır.
Zvyagintsev, filminin çatışmasını ilk anda başkarakter olacakmış
gibi yansıttığı Alyosha’yı kaybederek yaratıyor. Üstelik bu kaybolma
konvansiyonel sinemada olduğu gibi ipuçlarını takip ederek sonuca ulaşılan
cinsten olmuyor. Zvyagintsev, Michelangelo Antonioni’nin Macera’da (L’avventura)
ya da Asghar Farhadi’nin Elly Hakkında’da(Darbareye Elly) yaptığı
gibi bir bilinmezliğe sürüklüyor bizleri. Zaten her fırsatta, sanılanın aksine,
Tarkovski’den değil de Antonioni’den ve en çok da onun Macera adlı filminden etkilendiğini dile getirmiştir Zvyagintsev. Nasıl
ki Macera’da Anna veya Elly Hakkında’da Elly anlam
veremediğimiz bir bilinmezliğe gidiyorsa Alyoşa’nın durumu da tıpa tıp aynıdır.
Zaten bu üç filmin de meselesi kaybolan karakter ve onun bulunması değil arkada
kalan karakterlerin kendi aralarındaki ilişkiyi veya bizzat kendilerini
sorgulamalarıdır. Ya da tüm yaşanılanlara rağmen sorgulamamaları… Bu nedenle
sıkı bir takip gerektiren ve her anı sürprizlere, heyecana gebe olan bir kayıp
aranıyor filmi değil Sevgisiz.
Batmakta Olan Gemiden Kaçış
Macera ve Elly Hakkında ile Sevgisiz’in diğer bir bağıysa kaybolan kişiyi saklayanın doğa
olduğunu işaret etmeleridir. Macera’da
okyanusun, Elly Hakkında’da denizin
hedef gösterilmesi, Sevgisiz’de de
ağaca, göle yönelir. Elbette Antonioni, Farhadi ve Zvyagintsev, hiçbir zaman
bizi gerçek ile yüz yüze getirmediği için bu durum seyircinin algılarıyla
oynamak için yapılan bir hamle aslında. Yine Zvyagintsev’in alametifarikası
olan terk edilmiş, çürümüş bina (Rusya’nın bir metaforu) da tıpkı doğa gibi
aynı görevi üstleniyor. Fakat bu büyük ihtimal geçmişte oldukça işlevsel olan
şu an ise atıl durumdaki binanın varlığı, bina üzerinden yapılan metaforik
anlatımın tek sahibi değil. Ailenin boşanma kararı vermeden önce bir arada
yaşadığı evin de filmde oldukça hatırı sayılır bir görevi var. Boşanma
nedeniyle satışa çıkarılan ev henüz satılmadan çocuğun evi terk etmesi bu
anlamda çok önemli. Batacak bir gemiyi ilk terk eden kişi Alyosha oluyor. Binalar el değiştirse de tıpkı filmdeki gibi
içerlerinde yenileme yapılsa da hepsinin temeli çürük. Evi yenileyerek orada
yeni bir hayatı (yeni ev sahipleri bir bebek beklemektedir) filizlendirecek
ailenin geleceği konusunda da zerre kadar ümit göremeyiz ne yazık ki.
Kitle iletişim araçlarından duyup gördüğümüz haberler de bu
durumun daha da net altını çizer. 2014 yılında Ukrayna ile Rusya arasında
yaşanan gerilimli süreç ve 21 Mayıs 2011’de dünyanın sonunun geleceği
söylentileri, film boyunca tasvir edilen çöküşü besleyen unsurlar olur. Buradan
tekrar biraz önce bahsettiğimiz noktaya gelecek olursak Alyosha, tutunacak bir
dalı kalmayan ülkeden ya da daha büyük ölçekte dünyadan kaçarak bir nevi
kurtulur aslında. Nasıl ki Robert Bresson’un filmi Mouchette’de veya Reha Erdem’in filmi Hayat Var’da başkarakterlerin yaşadıkları evi, aileyi terk edip bir
bilinmezliğe gitmeleri ya da intiharı tercih etmeleri aslında bir başkaldırış,
bir kurtuluş olarak görülmekteyse Alyosha’nın da –kaçtı mı intihar mı etti
bilmesek de- yaptığı tam da böyle bir şey. Alyosha’nın Mouchette ve Hayat ile
olan akrabalığı filmin ilk sahnesinden kendini belli eder. Dışarıda çok da
mutlu ve özgür hisseden Alyosha’nın eve oyalanarak gelmesi ve doğa ile
iletişime geçmesi, akıllara Mouchette ile Hayat’ın yine okul dönüşü yolda
geçirdikleri süreci getirir. Bu sahnelerde Zvyagintsev’in alametifarikası olan
plan sekansların cazibesi de unutulmamalı.
Sevgisizlik ile Heba Olan Nesiller
Alyosha’nın aranma sürecine biraz bakacak olursak, bu süreç
üzerinden de yine Zvyagintsev, ülkesi olan Rusya’nın çürümüş sistemini aşikâr
eder: Kaybolan bir çocuğu aramaktan bile aciz olan kurumlarıyla, acınacak
haldeki ülkenin insanlarına bu kokuşmuşluk içerisinde sağlam kalmış bir grup
gönüllü yardımcı olur. Arama sürecine gönüllüler ile birlikte eşlik eden anne
ile babanın yanlışlarını anlayıp, kendilerini sorguladıklarını ise ne yazık ki
söylemek mümkün değil. Aksine bu sürecin her anında Alyosha’ya olan
sevgisizlikleri ve birbirlerini suçlamaları bir an bile azalmaz. Çünkü bu
sevgisizlik hali onların da kendi anne ya da babalarından gördükleri, sonu başı
belli olmayan bir hastalık gibidir. Zaten filmin sonunda babanın yeni doğan
çocuğuna davranışı bu sevgisizliğin yeni nesillerle devam edeceğinin en büyük habercisi
olur.
Anne ile babaya seyirci olarak belki de tek yakınlaşabildiğimiz
an, morgda parçalanmış cesedin tespit edilme sahnesidir. Cesedi henüz tam
olarak incelemeden inkâra girişen anne ile babanın psikolojisini François
Ozon’un Kumun Altında (Sous le sable) filminde kocasını
kaybeden Marie’ninkine benzetmek mümkün. Marie, kocasının cesedi ile
karşılaştığında, onun yokluğuna henüz kendini hazır hissetmediği için cesedin
kocasına ait olduğunu tamamen inkâr yoluna gider. Gerçi parçalanmış olan
cesedin Alyosha’ya ait olup olmadığını bilemesek de inkâr noktasında
karakterlerin fazlasıyla ortak noktası olduğu bir gerçek. Zira kocasının
depresyonda olduğunu, ilaç kullandığını bile fark etmeyen Marie ile
sevgisizlikleriyle çocuklarını uçuruma yuvarlayan Zhenya ile Boris’in arasında
ne fark var?
Alyosha’ya ne olduğunu asla bilemediğimiz filmde, onu sadece
birkaç sahnede izliyoruz: Okuldan eve
dönerken, odasında zaman geçirirken bir de annesi ile babasının ona karşı olan
sevgisizliklerini kulakları ile duyduktan sonra kapı arkasında için için
ağlarken. Filmde herhangi birine sevgisizlik gösterirken izlemediğimiz belki de
tek karakter olan Alyosha, onu ağlayarak gördüğümüz sahnede, adeta sevgisizliği
miras almış ve alacak olan tüm insanlık için de akıtıyor gözyaşlarını.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder