Nefretinle Yüzleşmek
Özellikle ülkemizdeki yeni dönem yönetmenlerin neredeyse
hepsinin ilk filmleri kendi hayatlarından oldukça nüve taşımaktadır. Bunda bu
örneklerin daha çok başarıya ulaşmasının tecrübeyle sabitlenmesinin de rolü var
tabii. Nuri Bilge Ceylan’ın ilk filmleri Koza
ve Kasaba’da ailesini, Erol Mintaş’ın
Annemin Şarkısı’nda annesini, Melik
Saraçoğlu’nun Hakkı Kurtuluş ile birlikte yönettiği Gözümün Nuru’nda anne ile babasını, Pelin Esmer’in 11’e 10 Kala’da amcasını oynattığını
biliyoruz. Hatta bu filmlerin büyük oranda yönetmenlerin kendi hayatlarından yola
çıkılarak senaryolarının yazıldığını da. Ümit Ünal’ın Teyzem filminin
senaryosunu yazarken kendi teyzesinden esinlendiği de unutulmamalı.
Babasının Kızı (Isän
tyttö) ise Melisa Üneri ile babası Cengiz Üneri ve babaannesi Edibe Üneri’yi
perde ile buluşturan bir ilk film. Tıpkı daha önce bahsi geçen örneklerde
olduğu gibi Üneri, ilk filminde daha iyi bildiği sularda yüzmeyi tercih ediyor.
Ya da hayatı boyunca eteğinde biriktirdiği taşları dökmek istediği için mi
böyle bir tercih yapıyor demeli? Her ne olursa olsun Üneri’nin bu film ile
seyirciyi mahremiyetine ortak ettiği bir gerçek. Zira kameranın karşısına geçip
de kendi hayatını, aile ilişkilerini ifşa etmek pek de kolay bir iş değil.
İlişkiyi Kayda Almak
Üneri’nin bu hamlesi ile- belki de taze bir örnek olduğu
için- ilk olarak akla Xavier Dolan gelmekte. Dolan’ın kendi annesini oynatmasa
da ilk filmi Annemi Öldürdüm’de (J'ai tué ma mère) tek esin kaynağının
annesi ve onunla olan ilişkisi olduğunu biliyoruz. Yine Alejandro Jodorowsky,
kendi hayatını perdeye taşıyan üçlemenin ilk filmi Gerçeğin Dansı’nda (La danza
de la realidad) annesine olan sevgisini, babasına olan öfkesini ve diğer
aile bireylerine olan mesafesini perdeye yansıtmıştı. Her iki filmde de nefret
duygusu ile ilgili bir hesaplaşma söz konusu aslında. Dolan, henüz on dokuz
yaşındayken senaryosunu yazıp yönettiği ve oynadığı Annemi Öldürdüm’de annesi ile yaşadığı on dokuz yılın adeta acısını
çıkarırcasına ona olan tüm öfkesini kusmaktaydı. Ya da babasını ve onun hayran
olduğu devlet lideri Stalin’i hedefine oturtarak perdede bu diktatör erkeklerle
hesaplaşan Jodorowsky’nin yaptığı da benzer bir intikam şekliydi yine.
Dolan da
Jodorowsky de aslında fazlasıyla onlar için önemli olan anne ve babalarıyla
hesaplaşarak sırtlarındaki yükü atmak ve onlarla daha sağlıklı bir ilişki
(Jodorowsky’ninki artık sadece hatıralarda olabilir tabii) sürdürmek
istemişlerdir. Çünkü Melisa Üneri’nin de dediği gibi: Sevginin zıttı nefret
değil umursamamaktır.* Bir çocuk annesinden ya da babasından nefret ediyorsa bu
onu önemsediğini, bir nevi çok sevdiğini gösterir. Tıpkı Üneri’nin babasına olan
duyguları gibi. Küçük yaştan itibaren annenin aradan çekilmesiyle babasıyla baş
başa kalan ve onun boğucu sevgisiyle sınanan Üneri, bu aşırı ilgiye tepkisel
olarak nefret duygusunu geliştirir. Ve tıpkı Dolan ve Jodorowsky gibi ilişkiyi
kayda alır. Fakat Üneri babası ile ilişkisini perdeye yansıtmak için belgeseli
tercih eder. Böylece seyirci ile hikâyesi arasındaki mesafeyi neredeyse tamamen
ortadan kaldırır.
“Bazen birisini sevmeye devam etmenin tek yolu araya mesafe koymaktır.”
İlk olarak Yırtık isimli cinselliğe dair ahlaki temeller
üzerinden ilerleyen daha çok kendisi odaklı bir film çekmeyi planlayan Üneri,
çekimlerde babasının ve onunla olan hikâyesinin baskın çıkması sonucu filmi bir
baba-kız hikâyesine dönüştürür. Üstelik perdede arz-ı endam eden bu ilişki,
oldukça sorunlu bir geçmişe sahiptir. Çekimleri dört-beş yıl süren Babasının Kızı’nın Finlandiya’dan
Türkiye’ye uzanan bir rotası var. Küçük yaşta annesi ile babasının boşanması
nedeniyle babasıyla birlikte yaşamaya başlayan Melisa, bu ilişkinin
gel-gitlerinden fazlasıyla sıkılmış ve babaannesinin yanına İstanbul’a gitmeye
karar vermiştir. Üneri, tıpkı babasının annesi için yaptığı tanımlamanın
aynısını babası için yapar: Manipülatif, baskıcı ve dominant… Bu sebeplerden
dolayı babasından kaçan Üneri, neden başka bir ülke değil de Türkiye’ye gelir
peki? Çünkü babasının, annesinin yaşadığı ülkeye gelmeyeceğine adı gibi emin
Üneri. Zira babası da zamanında annesinden kaçarak Finlandiya’ya gitmiştir.
Bu noktada aslında Babasının Kızı’nı sadece bir baba-kız hikâyesi
olarak tanımlamak haksızlık olur. Zira filmin en etkin karakterlerinden biri de
Üneri’nin babaannesi. Üneri, hem babası hem de babaannesi arasında konumlanarak
üç kuşak arasında yaşanan çatışmayı perdeye yansıtıyor. Ve elbette bu
çatışmaları yansıtırken aslında herkesin ne kadar da birbirine benzediğini
bizzat ispatlamış oluyor. Üneri bu yaptığıyla Francis Ford Coppola’nın The Godfather’da ve Andrey Zvyagintsev’in
Nelbuyov’da anlatmaya çalıştıklarıyla
aslında ortak paydada birleşiyor. Diktatörlük de sevgisizlik de dominantlık da ne
yazık ki nesilden nesile aktarılan miraslar. Lakin Babasının Kızı en çok da birbirine uzak olan iki jenerasyonun
birbirini daha iyi anlaması konusunda Yeşim Ustaoğlu’nun Pandora’nın Kutusu filmiyle benzerlik taşıyor. Yine üç kuşağı
merkezine alan Pandora’nın Kutusu’nda
da torun, annesinden uzaklaşmak için anneannesinin yanına taşraya kaçıyordu.
“Aileyi kucaklayarak kendim olmalıyım”
Bu kaçma mevzusu üzerinden devam edecek olursak akıllara bir
film daha gelmekte. Birbirlerini çok sevseler de bir arada olabilmeyi
başaramamaları açısından bu tür bir ilişkiye birkaç yıl önce Maren Ade’nin
filmi Tonii Erdmann’da da şahit
olmuştuk. Toni Erdmann’da da İnes,
babasından uzaklaşmak için zamanında Bükreş’e kaçarak hayatını orada kurmuş;
babasıyla olan ilişkisini minimum düzeye indirmiştir. Fakat bu kaçış çok da
başarılı olamamış İnes’in babası Winfried, kızının hayatına tekrar girebilmek
için Toni Erdmann isimli karikatürvari bir karakter yaratarak İnes’in yaşamına adeta
korsan giriş yapmıştır. Bu süreçte İnes, ne kadar babasına sert davransa da her
fırsatta ona nefret göstermeye çalışsa da bir süre sonra hem kendi hayatıyla
hem de babası ile olan ilişkisiyle yüzleşir. Böylece belki de birçok
sıkıntısının sebebi olan babası ile birlikte zaman geçirirken bir süre sonra tüm
zırhından kurtularak arınır, huzura erer. İşte Melisa da babası ile olan
sorunlu ilişkisi nedeniyle her ne kadar Türkiye’ye gelerek kaçış yolunu seçse
de bunun pek de bir şeylere çözüm olmadığını görür. Zira kaçmak sorunları
çözememiş sadece bir süreliğine gölgelenmesini sağlamıştır. Üneri, ne zaman
kamerayı eline alarak babasıyla, ilişkileriyle ve babasının kökenleri ile
yüzleşince iyileşir.
Bir insanın sorunlarından biraz olsun uzaklaşma ya da
sıkıntılarıyla baş etme yönteminin birileriyle konuşmak olduğunu düşünürsek
Melisa Üneri’nin babasıyla olan ilişkisini rayına oturtmak ve onunla olan
sorunlarını çözüme kavuşturmak için derdini tüm seyircilere açmasında
yadırganacak bir şey yok. Birinci tekil şahıs filmini tercih eden Üneri, ilk
filminde bu samimiyeti göstererek yönetmenlik konusunda sınırları ileride daha
da zorlayacağının sinyallerini veriyor. Üneri’nin bu riskli tercihinde
babasının espritüel yapısı ile babaannesinin doğal ve birçoğumuza çok tanıdık
gelen samimiyeti filmin akışına çok yardımcı oluyor. Hatta oldukça önemli
sorunları perdeye yansıtırken Üneri’nin bakış açısının mizahi olması sebebiyle
bir kara komedi diye tanımlayabileceğimiz Babasının
Kızı, en çok da üç neslin İstanbul’da bir araya geldiği sahnelerle
akıllarda yer edecek gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder