15 Eylül 2018 Cumartesi

Babasının Kızı: Nefretinle Yüzleşmek


Nefretinle Yüzleşmek

Özellikle ülkemizdeki yeni dönem yönetmenlerin neredeyse hepsinin ilk filmleri kendi hayatlarından oldukça nüve taşımaktadır. Bunda bu örneklerin daha çok başarıya ulaşmasının tecrübeyle sabitlenmesinin de rolü var tabii. Nuri Bilge Ceylan’ın ilk filmleri Koza ve Kasaba’da ailesini, Erol Mintaş’ın Annemin Şarkısı’nda annesini, Melik Saraçoğlu’nun Hakkı Kurtuluş ile birlikte yönettiği Gözümün Nuru’nda anne ile babasını, Pelin Esmer’in 11’e 10 Kala’da amcasını oynattığını biliyoruz. Hatta bu filmlerin büyük oranda yönetmenlerin kendi hayatlarından yola çıkılarak senaryolarının yazıldığını da. Ümit Ünal’ın Teyzem filminin senaryosunu yazarken kendi teyzesinden esinlendiği de unutulmamalı.

Babasının Kızı (Isän tyttö) ise Melisa Üneri ile babası Cengiz Üneri ve babaannesi Edibe Üneri’yi perde ile buluşturan bir ilk film. Tıpkı daha önce bahsi geçen örneklerde olduğu gibi Üneri, ilk filminde daha iyi bildiği sularda yüzmeyi tercih ediyor. Ya da hayatı boyunca eteğinde biriktirdiği taşları dökmek istediği için mi böyle bir tercih yapıyor demeli? Her ne olursa olsun Üneri’nin bu film ile seyirciyi mahremiyetine ortak ettiği bir gerçek. Zira kameranın karşısına geçip de kendi hayatını, aile ilişkilerini ifşa etmek pek de kolay bir iş değil.

İlişkiyi Kayda Almak

Üneri’nin bu hamlesi ile- belki de taze bir örnek olduğu için- ilk olarak akla Xavier Dolan gelmekte. Dolan’ın kendi annesini oynatmasa da ilk filmi Annemi Öldürdüm’de (J'ai tué ma mère) tek esin kaynağının annesi ve onunla olan ilişkisi olduğunu biliyoruz. Yine Alejandro Jodorowsky, kendi hayatını perdeye taşıyan üçlemenin ilk filmi Gerçeğin Dansı’nda (La danza de la realidad) annesine olan sevgisini, babasına olan öfkesini ve diğer aile bireylerine olan mesafesini perdeye yansıtmıştı. Her iki filmde de nefret duygusu ile ilgili bir hesaplaşma söz konusu aslında. Dolan, henüz on dokuz yaşındayken senaryosunu yazıp yönettiği ve oynadığı Annemi Öldürdüm’de annesi ile yaşadığı on dokuz yılın adeta acısını çıkarırcasına ona olan tüm öfkesini kusmaktaydı. Ya da babasını ve onun hayran olduğu devlet lideri Stalin’i hedefine oturtarak perdede bu diktatör erkeklerle hesaplaşan Jodorowsky’nin yaptığı da benzer bir intikam şekliydi yine. 

Dolan da Jodorowsky de aslında fazlasıyla onlar için önemli olan anne ve babalarıyla hesaplaşarak sırtlarındaki yükü atmak ve onlarla daha sağlıklı bir ilişki (Jodorowsky’ninki artık sadece hatıralarda olabilir tabii) sürdürmek istemişlerdir. Çünkü Melisa Üneri’nin de dediği gibi: Sevginin zıttı nefret değil umursamamaktır.* Bir çocuk annesinden ya da babasından nefret ediyorsa bu onu önemsediğini, bir nevi çok sevdiğini gösterir. Tıpkı Üneri’nin babasına olan duyguları gibi. Küçük yaştan itibaren annenin aradan çekilmesiyle babasıyla baş başa kalan ve onun boğucu sevgisiyle sınanan Üneri, bu aşırı ilgiye tepkisel olarak nefret duygusunu geliştirir. Ve tıpkı Dolan ve Jodorowsky gibi ilişkiyi kayda alır. Fakat Üneri babası ile ilişkisini perdeye yansıtmak için belgeseli tercih eder. Böylece seyirci ile hikâyesi arasındaki mesafeyi neredeyse tamamen ortadan kaldırır.

“Bazen birisini sevmeye devam etmenin tek yolu araya mesafe koymaktır.”

İlk olarak Yırtık isimli cinselliğe dair ahlaki temeller üzerinden ilerleyen daha çok kendisi odaklı bir film çekmeyi planlayan Üneri, çekimlerde babasının ve onunla olan hikâyesinin baskın çıkması sonucu filmi bir baba-kız hikâyesine dönüştürür. Üstelik perdede arz-ı endam eden bu ilişki, oldukça sorunlu bir geçmişe sahiptir. Çekimleri dört-beş yıl süren Babasının Kızı’nın Finlandiya’dan Türkiye’ye uzanan bir rotası var. Küçük yaşta annesi ile babasının boşanması nedeniyle babasıyla birlikte yaşamaya başlayan Melisa, bu ilişkinin gel-gitlerinden fazlasıyla sıkılmış ve babaannesinin yanına İstanbul’a gitmeye karar vermiştir. Üneri, tıpkı babasının annesi için yaptığı tanımlamanın aynısını babası için yapar: Manipülatif, baskıcı ve dominant… Bu sebeplerden dolayı babasından kaçan Üneri, neden başka bir ülke değil de Türkiye’ye gelir peki? Çünkü babasının, annesinin yaşadığı ülkeye gelmeyeceğine adı gibi emin Üneri. Zira babası da zamanında annesinden kaçarak Finlandiya’ya gitmiştir.

Bu noktada aslında Babasının Kızı’nı sadece bir baba-kız hikâyesi olarak tanımlamak haksızlık olur. Zira filmin en etkin karakterlerinden biri de Üneri’nin babaannesi. Üneri, hem babası hem de babaannesi arasında konumlanarak üç kuşak arasında yaşanan çatışmayı perdeye yansıtıyor. Ve elbette bu çatışmaları yansıtırken aslında herkesin ne kadar da birbirine benzediğini bizzat ispatlamış oluyor. Üneri bu yaptığıyla Francis Ford Coppola’nın The Godfather’da ve Andrey Zvyagintsev’in Nelbuyov’da anlatmaya çalıştıklarıyla aslında ortak paydada birleşiyor. Diktatörlük de sevgisizlik de dominantlık da ne yazık ki nesilden nesile aktarılan miraslar. Lakin Babasının Kızı en çok da birbirine uzak olan iki jenerasyonun birbirini daha iyi anlaması konusunda Yeşim Ustaoğlu’nun Pandora’nın Kutusu filmiyle benzerlik taşıyor. Yine üç kuşağı merkezine alan Pandora’nın Kutusu’nda da torun, annesinden uzaklaşmak için anneannesinin yanına taşraya kaçıyordu.

“Aileyi kucaklayarak kendim olmalıyım”

Bu kaçma mevzusu üzerinden devam edecek olursak akıllara bir film daha gelmekte. Birbirlerini çok sevseler de bir arada olabilmeyi başaramamaları açısından bu tür bir ilişkiye birkaç yıl önce Maren Ade’nin filmi Tonii Erdmann’da da şahit olmuştuk. Toni Erdmann’da da İnes, babasından uzaklaşmak için zamanında Bükreş’e kaçarak hayatını orada kurmuş; babasıyla olan ilişkisini minimum düzeye indirmiştir. Fakat bu kaçış çok da başarılı olamamış İnes’in babası Winfried, kızının hayatına tekrar girebilmek için Toni Erdmann isimli karikatürvari bir karakter yaratarak İnes’in yaşamına adeta korsan giriş yapmıştır. Bu süreçte İnes, ne kadar babasına sert davransa da her fırsatta ona nefret göstermeye çalışsa da bir süre sonra hem kendi hayatıyla hem de babası ile olan ilişkisiyle yüzleşir. Böylece belki de birçok sıkıntısının sebebi olan babası ile birlikte zaman geçirirken bir süre sonra tüm zırhından kurtularak arınır, huzura erer. İşte Melisa da babası ile olan sorunlu ilişkisi nedeniyle her ne kadar Türkiye’ye gelerek kaçış yolunu seçse de bunun pek de bir şeylere çözüm olmadığını görür. Zira kaçmak sorunları çözememiş sadece bir süreliğine gölgelenmesini sağlamıştır. Üneri, ne zaman kamerayı eline alarak babasıyla, ilişkileriyle ve babasının kökenleri ile yüzleşince iyileşir. 

Bir insanın sorunlarından biraz olsun uzaklaşma ya da sıkıntılarıyla baş etme yönteminin birileriyle konuşmak olduğunu düşünürsek Melisa Üneri’nin babasıyla olan ilişkisini rayına oturtmak ve onunla olan sorunlarını çözüme kavuşturmak için derdini tüm seyircilere açmasında yadırganacak bir şey yok. Birinci tekil şahıs filmini tercih eden Üneri, ilk filminde bu samimiyeti göstererek yönetmenlik konusunda sınırları ileride daha da zorlayacağının sinyallerini veriyor. Üneri’nin bu riskli tercihinde babasının espritüel yapısı ile babaannesinin doğal ve birçoğumuza çok tanıdık gelen samimiyeti filmin akışına çok yardımcı oluyor. Hatta oldukça önemli sorunları perdeye yansıtırken Üneri’nin bakış açısının mizahi olması sebebiyle bir kara komedi diye tanımlayabileceğimiz Babasının Kızı, en çok da üç neslin İstanbul’da bir araya geldiği sahnelerle akıllarda yer edecek gibi.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder