Deliliğin Sınırlarında Gezen Bir Yönetmen Herzog
Genç Alman Sineması’nın en önemli temsilcilerinden biri olan
Werner Herzog, Alexander Kluge, Rainer Werner Fassbinder, Wim Wenders gibi
isimlerle birlikte 1920’lerdeki Alman Dışavurumculuk’tan etkilenerek
birbirinden başarılı yapımlara imza atmıştır. Genç yaşta başladığı yönetmenlik
kariyerinde yetmişten fazla film çeken Herzog, yetmiş beş yaşına gelmesine
rağmen yaratmaya devam eden arsız bir sinemacıdır. Cüretkârlığıyla kıskanılası
belgesellerden zor şartlar altında çekilen uzun metraj kurmacalara kadar birçok
film ile bizleri buluşturan Herzog, kariyerinin en saygın ödülüne ise
Fitzcarraldo ile ulaşır. Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü
hakkıyla kucaklar bu filmiyle Herzog.
Herzog hayatını tehlikeye atacak belgesellere imza atmış,
asla gözünü budaktan sakınmamış bir delidir aslında. Kimi zaman patlamak üzere
olan bir yanardağın tepesine çıkmış, kimi zaman da eksi yetmiş derecedeki
Antartikaya gitmiştir. Üstelik Herzog, bu cesur ruhunu kurmacalarına da
yansıtmak istemiş, her zaman zorların adamı olmaktan çekinmemiş biridir. Birçok
filminde Amazonlara uzanmış oradaki zorlu şartlara, sömürüye, talana yakından
bakmak ve biz seyircilere de bu gerçekleri göstermek en büyük amaçlarından biri
olmuştur. Özellikle 1972 yılında Aguirre, der Zorn Gottes adlı film ile
İspanya’nın sömürgeciliğini, kan emiciliğini Aguirre adlı karakter özelinde,
oldukça çarpıcı bir şekilde eleştirir. Aguirre’nin bu deliliğe varan,
diktatörlüğü filmi izleyenleri dehşete düşürerek bir kesimin filme aşırı bir
hayranlık duymasını sağlar böylece. Kült mertebesine erişen ve birçok filme
esin kaynağı olan bu yapım, aslında on yıl sonra hayat bulacak Fitzcarraldo’nun
da bir nevi habercisi olur. Herzog, on yıl sonra bir kez daha yönünü Amazon’a
çevirerek, baştan çıkarıcı bir başyapıta imza atar. Yanına da elbette Aguirre,
der Zorn Gottes başta olmak üzere birçok defa Herzog filmlerinde karşımızda
arzı endam eden Klaus Kinki’yi almayı da ihmal etmez.
Sömürgeci İnsan Müsveddelerinin Arasında Bir Opera Sevdalısı
Kauçuk avcılarının istila ettiği Peru’ya misafir etmekte bu
kez Herzog bizleri. Peru’ya gelerek, hadsizce toprakları istila eden, kauçuğu
sahiplenerek zengin olan insan müsveddleri ile karşılaşırız. Toprakların asıl
sahiplerini köleleştirmiş, doğanın olanı da hadsizce sömürmektedir bu insanlar.
Lakin bizim kahramanımız Fitzcarraldo, asla bu insanlardan biri değildir.
Açıkçası böylesine nevi şahsına münhasır bir kişiliğin istilacılarla birlikte
Peru’da ne işi olduğunu anlamak güç. Geçmişine dönük bir bilgiye sahip olmadığımız
için bunu anlayamamaktayız. Kültür-sanat ile hiçbir ilgileri olmayan
istilacıların arasında bir opera binası yapmayı düşleyen Fitzcarraldo, hep
dışlanır. Ama Fitzcarraldo, öylesine büyük bir hayranlık besliyordur ki
operaya, ne horlanması ne de başarısızlıkla sonuçlanan girişimleri onu
yıldırır. Ve sonunda akıl almaz bir işe girişir.
Herzog, daha filmin başlangıcında operaya yetişmeye çalışan
Fitzcarraldo karakteriyle bizi karşılaştırır. Saatlerce kürek çektiği için
elleri yara olmuş, ter içinde kalmış karakterimizin tüm bu zahmete girişmesinin
sebebi, izlemek istediği opera gösterisine yetişebilmektir. Fitzcarrolda, geç
de olsa gösteriye yetişir. Fakat hem bir kısmını kaçırmış hem de ayakta izlemek
zorunda kalmıştır. İşte bu başlangıç, aslında tüm film boyunca yaşanacakların
bir özeti niteliğindedir. Çarpıcı bir prolog olarak da görebileceğimiz bu
sahneden sonra yaşanılacaklar ise çok daha etkileyici, akıl almaz bir yol
izler. Fitzcarraldo, yaşadığı yere bir opera binası yapmak için tıpkı opera
temsiline yetişmek adına gösterdiği gayreti göstererek, aklın sınırlarını
aşacak işlere soyunur. Kauçuk ticareti ile opera binasını yapmak için gereken
parayı biriktirip, hayaline kavuşmak isteyen kabına sığmaz bir tutkuya sahip bu
adam, bu uğurda bir gemiyi kayadan rayların üzerinde kıyıya indirmek gibi
imkânsız denilecek bir şeye girişir.
Fitzcarraldo’nun tüm bu süreç boyunca en büyük desteği genel
ev işleten bir fahişeden alır. Herzog bu noktada hayran olunası bir gerçeğe
parmak basar böylelikle. Zira Peru’daki kauçuğu sömürmek amacıyla gelen
insanların hepsi kültür-sanattan anlamaz hatta sanatı küçümseyen, görgüsüz, boş
insanlar olarak resmedilirken, modern toplumlarda çoğunlukla hor görülen bir
fahişenin Fitzcarraldo’nun tutkusunu anlayıp desteklemesi hatta varını yoğunu
eline teslim etmesi muhteşem bir tercih değil midir? Fitzcarraldo’nun Inez ile
kimseyi umursamadan sevgili hayatı yaşaması, evlilik, çocuk gibi modern
toplumun mecburiyetlerine bel bağlamamaları da yine Herzog’un filmini ne kadar
muhalif bir çizgiden yarattığını, alt metnine ne çok özen gösterdiğinin
kanıtıdır.
Herzog, bu başyapıtında elbette başarısını sadece
senaryosunda, karakter yaratımında yakalamıyor. En önemlisi Klaus Kinski’nin
performansının hakkını vermemiz gerekiyor. Zira Kinski gibi karakteristik bir
fiziğe, baş döndürücü bir yeteneğe sahip oyuncu ile Fitzcarraldo ve onun amacı,
bizlerin her bir hücresine zerk olmaktadır. Kinski’nin oyunculuğundan
bahsetmişken adeta Kinski kadar büyük bir role sahip müzikleri de unutmamak
gerek. Herzog, muhteşem opera müzikleriyle sadece bizleri ihya etmiyor aynı
zamanda hikâyenin gidişatını belirleyen ana unsurlardan biri görevini yükler
muhteşem müziklere.
Herzog, kapitalizm, sömürgecilik, yerli halkların
köleleştirilmesi, ekolojik kriz gibi birçok meseleyi odağına alarak aynı
zamanda çok büyük bir sosyal sorumluluk bilinciyle de hareket etmektedir bu
filmde. Sömürgecileri, görgüsüz para babaları olarak çizmekten tut da balta
girmemiş ormanlarda yapılan kıyımın görüntülerine kadar her anıyla hem baş
döndürücü hem de iç karartıcı anlara sahiptir film. Fitzcarraldo isimli,
sinemanın gelmiş geçmiş en büyük tutkunu ile tanıştığımız filmin finali ise tek
kelime ile muazzamdır. Son olarak filmde kullanılan opera müziklerinin
güzelliği ve tüm hikâyeye eşlik etmesi de unutulmamalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder