9 Eylül 2018 Pazar

Fitzcarraldo




Deliliğin Sınırlarında Gezen Bir Yönetmen Herzog

Genç Alman Sineması’nın en önemli temsilcilerinden biri olan Werner Herzog, Alexander Kluge, Rainer Werner Fassbinder, Wim Wenders gibi isimlerle birlikte 1920’lerdeki Alman Dışavurumculuk’tan etkilenerek birbirinden başarılı yapımlara imza atmıştır. Genç yaşta başladığı yönetmenlik kariyerinde yetmişten fazla film çeken Herzog, yetmiş beş yaşına gelmesine rağmen yaratmaya devam eden arsız bir sinemacıdır. Cüretkârlığıyla kıskanılası belgesellerden zor şartlar altında çekilen uzun metraj kurmacalara kadar birçok film ile bizleri buluşturan Herzog, kariyerinin en saygın ödülüne ise Fitzcarraldo ile ulaşır. Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü hakkıyla kucaklar bu filmiyle Herzog.

Herzog hayatını tehlikeye atacak belgesellere imza atmış, asla gözünü budaktan sakınmamış bir delidir aslında. Kimi zaman patlamak üzere olan bir yanardağın tepesine çıkmış, kimi zaman da eksi yetmiş derecedeki Antartikaya gitmiştir. Üstelik Herzog, bu cesur ruhunu kurmacalarına da yansıtmak istemiş, her zaman zorların adamı olmaktan çekinmemiş biridir. Birçok filminde Amazonlara uzanmış oradaki zorlu şartlara, sömürüye, talana yakından bakmak ve biz seyircilere de bu gerçekleri göstermek en büyük amaçlarından biri olmuştur. Özellikle 1972 yılında Aguirre, der Zorn Gottes adlı film ile İspanya’nın sömürgeciliğini, kan emiciliğini Aguirre adlı karakter özelinde, oldukça çarpıcı bir şekilde eleştirir. Aguirre’nin bu deliliğe varan, diktatörlüğü filmi izleyenleri dehşete düşürerek bir kesimin filme aşırı bir hayranlık duymasını sağlar böylece. Kült mertebesine erişen ve birçok filme esin kaynağı olan bu yapım, aslında on yıl sonra hayat bulacak Fitzcarraldo’nun da bir nevi habercisi olur. Herzog, on yıl sonra bir kez daha yönünü Amazon’a çevirerek, baştan çıkarıcı bir başyapıta imza atar. Yanına da elbette Aguirre, der Zorn Gottes başta olmak üzere birçok defa Herzog filmlerinde karşımızda arzı endam eden Klaus Kinki’yi almayı da ihmal etmez.

Sömürgeci İnsan Müsveddelerinin Arasında Bir Opera Sevdalısı

Kauçuk avcılarının istila ettiği Peru’ya misafir etmekte bu kez Herzog bizleri. Peru’ya gelerek, hadsizce toprakları istila eden, kauçuğu sahiplenerek zengin olan insan müsveddleri ile karşılaşırız. Toprakların asıl sahiplerini köleleştirmiş, doğanın olanı da hadsizce sömürmektedir bu insanlar. Lakin bizim kahramanımız Fitzcarraldo, asla bu insanlardan biri değildir. Açıkçası böylesine nevi şahsına münhasır bir kişiliğin istilacılarla birlikte Peru’da ne işi olduğunu anlamak güç. Geçmişine dönük bir bilgiye sahip olmadığımız için bunu anlayamamaktayız. Kültür-sanat ile hiçbir ilgileri olmayan istilacıların arasında bir opera binası yapmayı düşleyen Fitzcarraldo, hep dışlanır. Ama Fitzcarraldo, öylesine büyük bir hayranlık besliyordur ki operaya, ne horlanması ne de başarısızlıkla sonuçlanan girişimleri onu yıldırır. Ve sonunda akıl almaz bir işe girişir.

Herzog, daha filmin başlangıcında operaya yetişmeye çalışan Fitzcarraldo karakteriyle bizi karşılaştırır. Saatlerce kürek çektiği için elleri yara olmuş, ter içinde kalmış karakterimizin tüm bu zahmete girişmesinin sebebi, izlemek istediği opera gösterisine yetişebilmektir. Fitzcarrolda, geç de olsa gösteriye yetişir. Fakat hem bir kısmını kaçırmış hem de ayakta izlemek zorunda kalmıştır. İşte bu başlangıç, aslında tüm film boyunca yaşanacakların bir özeti niteliğindedir. Çarpıcı bir prolog olarak da görebileceğimiz bu sahneden sonra yaşanılacaklar ise çok daha etkileyici, akıl almaz bir yol izler. Fitzcarraldo, yaşadığı yere bir opera binası yapmak için tıpkı opera temsiline yetişmek adına gösterdiği gayreti göstererek, aklın sınırlarını aşacak işlere soyunur. Kauçuk ticareti ile opera binasını yapmak için gereken parayı biriktirip, hayaline kavuşmak isteyen kabına sığmaz bir tutkuya sahip bu adam, bu uğurda bir gemiyi kayadan rayların üzerinde kıyıya indirmek gibi imkânsız denilecek bir şeye girişir.

Sinemanın Gelmiş Geçmiş En Büyük Tutkunu

Fitzcarraldo’nun tüm bu süreç boyunca en büyük desteği genel ev işleten bir fahişeden alır. Herzog bu noktada hayran olunası bir gerçeğe parmak basar böylelikle. Zira Peru’daki kauçuğu sömürmek amacıyla gelen insanların hepsi kültür-sanattan anlamaz hatta sanatı küçümseyen, görgüsüz, boş insanlar olarak resmedilirken, modern toplumlarda çoğunlukla hor görülen bir fahişenin Fitzcarraldo’nun tutkusunu anlayıp desteklemesi hatta varını yoğunu eline teslim etmesi muhteşem bir tercih değil midir? Fitzcarraldo’nun Inez ile kimseyi umursamadan sevgili hayatı yaşaması, evlilik, çocuk gibi modern toplumun mecburiyetlerine bel bağlamamaları da yine Herzog’un filmini ne kadar muhalif bir çizgiden yarattığını, alt metnine ne çok özen gösterdiğinin kanıtıdır.

Herzog, bu başyapıtında elbette başarısını sadece senaryosunda, karakter yaratımında yakalamıyor. En önemlisi Klaus Kinski’nin performansının hakkını vermemiz gerekiyor. Zira Kinski gibi karakteristik bir fiziğe, baş döndürücü bir yeteneğe sahip oyuncu ile Fitzcarraldo ve onun amacı, bizlerin her bir hücresine zerk olmaktadır. Kinski’nin oyunculuğundan bahsetmişken adeta Kinski kadar büyük bir role sahip müzikleri de unutmamak gerek. Herzog, muhteşem opera müzikleriyle sadece bizleri ihya etmiyor aynı zamanda hikâyenin gidişatını belirleyen ana unsurlardan biri görevini yükler muhteşem müziklere.

Herzog, kapitalizm, sömürgecilik, yerli halkların köleleştirilmesi, ekolojik kriz gibi birçok meseleyi odağına alarak aynı zamanda çok büyük bir sosyal sorumluluk bilinciyle de hareket etmektedir bu filmde. Sömürgecileri, görgüsüz para babaları olarak çizmekten tut da balta girmemiş ormanlarda yapılan kıyımın görüntülerine kadar her anıyla hem baş döndürücü hem de iç karartıcı anlara sahiptir film. Fitzcarraldo isimli, sinemanın gelmiş geçmiş en büyük tutkunu ile tanıştığımız filmin finali ise tek kelime ile muazzamdır. Son olarak filmde kullanılan opera müziklerinin güzelliği ve tüm hikâyeye eşlik etmesi de unutulmamalı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder