1)The Square (Kare)
Yönetmen: Ruben Östlund
Ruben Östlund'un sanat dünyasını hicvettiği Altın Palmiye
ödüllü The Square, bir grup seyircinin hayranlığını fazlasıyla kazandı. Bir
modern sanat müzesinde ve orada sergilenen bir eserin çevresinde ilerleyen
filmde, bir an var ki... Serginin açılış yemeğinde performans sergilemek
amacıyla Oleg’in (Terry Notary) performansının da ötesine giderek bir nevi
korsan gösteriye soyunması filmin en unutulmaz sahnesini yaratıyor. Sinema
tarihinin şimdiden kült sahneleri içerisinde kendine en müstesna yeri ayırtan
bu sahne üst-orta sınıfa atılan büyük bir tokat. Hatta tokattan da öte acısı kolay
kolay geçmeyecek bir dayak. Terry Notary’nin yıllarını verdiği bu performansın
şahaneliği karşısında şapka çıkarmamak elde değil.
2)Call Me by Your Name (Adınla Çağır Beni)
Yönetmen: Luca Guadagnino
Aşk, kaçamak, arzu, keşfediş gibi birçok kavramın en saf
haliyle vücut bulduğu Guadagnino sineması bu kez tüm bunların çok daha mükemmel
bir buluşmasını gerçekleştiriyor. Call Me By Your Name, aslında sancılı bir
büyüme hikâyesi ile karşımızda. Bu saf hissiyat ile akılları baştan alan filmin
finali ise adeta yürek dağlayan cinsten. Elio’nun ilk ve belki de son kez
böylesine güçlü bir aşk acısını yaşadığı anlar, kelimelerle tarifi edilecek
gibi değildir. Gözyaşlarını sessizce akıtıldığı anlarda Sufjan Stevens’ın
muhteşem Visions Of Gideon adlı parçası, Elio’nun duygularının da tercümanı
olur adeta: Son kez dokunmak, son kez öpmek, son kez sevmek… Son kez…
3)Thelma
Yönetmen: Ildikó Enyedi
Norveçli Joachim Trier, henüz dördüncü uzun metrajında belki
de kariyerinin en kusursuz işlerinden birine imza atar Thelma ile. Gelmiş
geçmiş en etkileyici büyüme hikâyelerinden biri olan Thelma’nın prolog sahnesi
ise kan dondurucu bir etki bırakır seyircide. Henüz filmi yeni izlemeye
başlarken karlar üzerinde, sessizce seyreden bir kaç saniyelik o an adeta
nefesleri keser. Önce yavru ceylana sonra da küçük kıza çevrilen silahın, neyse
ki iki hedefi de pas geçmesi ise derin bir oh çekmemizi sağlayarak, en büyük
sarsıntıyı anlatmamıza vesile olur.
4)Nelyubov (Sevgisiz)
Yönetmen: Andrey Zvyagintsev
Andrey Zvyagintsev’in Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel
ödülüne layık görülen filmi, sevgisizlik meselesine oldukça derinden bakıyor.
Dağılmakta olan bir aile üzerinden toplumun tüm kesimine sirayet eden
sevgisizliği gözlen önüne seren Nelyubov, kaybolan geleceğin altını ise kalınca
çizmekten geri durmuyor. O güne kadar annesi ile babasının sevgisizliğinden
başka bir şeye maruz kalmamış Alyosha, boşanmak üzere olan ebeveynlerinin onu
istemediklerine deair konuşmaya da kulak misafiri olunca büyük bir acının tüm
benliğini ele geçirmesine engel olamaz. Kapının arkasında duyduklarının
ağırlığı altında ezilmiş, adeta duvar ile bütünleşmiş bir halde için için
akıtır gözyaşlarını. Bu yıl seyirci olarak payımıza düşen birkaç yürek dağlayan
ağlama anlarından biridir Alyosha’nın bu anları.
5)Estiu 1993 (93 Yazı)
Yönetmen: Carla Simón
Carla Simon’un küçük bir kızın evlatlık gittiği ailedeki
sıkıntılı günleri anlattığı ilk uzun metrajı Estiu 93, seyirciyi tam anlamıyla
can evinden vuruyor. Annesiyle babasını kaybeden altı yaşındaki Frida’yı taşradaki
evlerine alan dayısıyla yengesinin küçük kızla uyum sürecini ve Frida’nın bu
süreç ile başa çıkışına odaklanıyor fil. Frida’nın bu sürecinde biz seyircileri
derin bir üzüntüye gark eden anları olduğu gibi aynı anda güldürdüğü anları da
yok değil. Frida’nın bu sancılı büyüme hikâyesinde absürd bir makyaj yapıp
takıp takıştırdığı ve çok özlediği annesini kendi bedeninde yaşattığı anlar
güldürürken yürek parçalayan cinstendir.
6)Ah-ga-ssi (Hizmetçi)
Yönetmen: Chan-wook Park
Chan-wook Park ustanın şimdilik sinema dünyasına son
armağanı olan film, cesur sahneleri ile de çok konuşulmuştu. Özellikle eniştesi
tarafından seks ikonu olarak kullanılan Min-hee Kim’in seyircilere sergilediği
performanslardan birindeki anlar akıllardan çıkacak gibi değildir. Sapık bir
grup izleyiciye bir yandan porno masallar okuyup bir yandan da okuduklarını
canlandırdığı anların birinde kendi kendini boğma canlandırması ortaya filmin
önüne geçecek görsellerden de birini çıkarır.
7)American Honey (Amerikan Balı)
Yönetmen: Andrea Arnold
Arnold’un filmografisinin yeni evladı American Honey, yine
bir büyüme hikâyesini karşımıza getiriyor. Star’ın bu hikâyesinde mutlu olduğu,
her an kendine güvenini tazelediği anlarına şahit oluyoruz. Lakin bu süreç onun
çokça da hayal kırıklığına uğramasına sebep oluyor. İşte aşık olduğu Jake’in,
gözünün önünde başka bir kadına masaj yaptığı anlar, bazı şeyleri geri dönüşü
olmayacak şekilde yaralıyor. Patronu Krystal’ın söyledikleri Jake’nin
yaptığının yanında Star için devede kulak kalıyor.
8)Dunkirk
Yönetmen: Christopher Nolan
Christopher Nolan’ın 2. Dünya Savaşı’nın kaderini belirleyen
olaylardan biri olan Dunkirk Tahliyesi’ni konu edinen filmi, savaş
sahnelerinden daha çok genç askerlerin korkularıyla ve savaştan kaçma
çabalarıyla ön plana çıkmıştı. Belki de sırf bu nedenlerden dolayı bile bugüne
kadar çekilen bir çok savaş filminden daha gerçekçi bir yapıya sahip olan
Dunkirk’ün muazzam geniş plan sekansları akıllardan çıkacak gibi değildir.
Üzerlerine bomba yağdırmaya gelmiş bir helikopterin altındaki gencecik
askerlerin yaşadıkları korku ancak bu kadar net anlatılabilirdi.
9)Get Out (Kapan)
Yönetmen: Jordan PeeleJordan Peele’nin bu yıl ödül sezonunda en çok zikredilen filmi olan Get Out, kimilerine göre başyapıt kimilerine göreyse fazla abartıldı. Seyircilerin bu konuda aynı noktada durması mümkün olmasa da herkesin hem fikir olacağını bir nokta yok değil. Chris’in müstakbel kayınvalidesi tarafından hipnoz edildiği sahne itiraf etmek gerekirse oldukça özgün bir yapıya sahipti. Chris’in gözlerinden yaşlar süzülen ifadesi ise film boyunca tekrar tekrar karşımıza çıkıp kabak tadı verse de filmin sembol görüntüsü olmayı başardı.
10)Jackie
Yönetmen: Pablo Larraín
Pablo Larraín ustanın son harikası Jackie, bir suikasta
kurban giden Amerika Başkanı John F. Kennedy’nin karısı Jackie’nin suikast
anlarında ve sonrasında bu durumun üstesinden nasıl geldiğini, nasıl bir duruş
sergilediğini anlatıyordu. Gerçek görüntülerin neredeyse bire bir aynısını
perdeye yansıtarak yer yer belgesel hissiyatı yaratan filmde Jackie’nin
yanıbaşında vurulan kocasının üzerine sıçrayan kanlarını uçağın lavabosunda
temizlemeye çalıştığı anlar… Larraín, aynalar yardımıyla ruh durumu paramparça
olan Jackie’nin duygularını perdeye yansıtır adeta. Tabii Natalie Portman’ın
muazzam oyunculuğunun bu sahnedeki payını unutmamak gerek.
11)Koca Dünya
Yönetmen: Reha Erdem
Reha Erdem’in iki kardeşin çetin bir birlikte olma savaşı
verdiği filmde, özellikle ormanda her gün abisinin gelişini beklemekle zamanını
geçiren Zuhâl’in doğa ile bütünleştiği anlar bambaşkadır. Kimi zaman bir ağaç
dalında kimi zaman da su kenarında buluruz Zuhâl’i. Bir süre sonra iyiden iyiye
gerçek dünyadan kopan karakterimizin yüzünü de örtüp kendini adeta doğanın
kollarına teslim eden anları unutulacak gibi değildir.
12)L’amant double (Tutku Oyunu)
Yönetmen: François Ozon
Ozon, son filmi
L’amant double ile ise sınırlarını zorladığını ispat etmekte. L’amant
double’de, bir kadının cinsellik ve gerilim ile örülmüş, dikenli hayatına ortak
oluyoruz. Ozon sinemasının cesur sahnelerinin yine fazlasıyla arzı endam ettiği
filmde bir sahne var ki… Bir psikolog ile danışanının seansında ikisinin de
anadan doğma halleriyle birbirlerine bakışını gördüğümüz anlar sinema tarihine
geçmemiş olabilir mi? Peki, Ozon’un bu sahnenin etkileyiciliğini arttırmak için
aynaların marifetinden yararlanması? İç içe geçen bu çetrefilli, içinden
çıkılmaz hikâyeyi işaret eden kadraj içinde kadrajın mükemmelliği?
13)Manchester by the Sea (Yaşamın Kıyısında)
Yönetmen: Kenneth Lonergan
Kenneth Lonergan yönetmenliğinde ve Casey Affleck
oyunculuğunda ete kemiğe bürünen Manchester by the Sea, tabiri caizse
yüreğimizi parçalayan, aklımızı başımızdan alan bir başyapıt olarak
unutulmazlar arasında çoktan yerini aldı. Başkarakter Lee, belki de bugüne
kadar perdede izlediğimiz en plansız, en süssüz, gösterişten uzak, en samimi
intiharına şahit eder bizleri. Kısacık bir anda, saniyeler içerisinde cezasını
verir, infazını da gerçekleştirir. Fakat hayatın ona sunduğu zulüm henüz
bitmemiş olacak ki başarıya ulaşamaz. Acısını öğrendikten sonra kalbimizin en
başköşesine oturan bu zavallı adamın ölüp acısından kurtulamadığına üzülsek mi
yoksa ölmediğine sevinsek mi bilemeyiz. Açıkçası yaşadığımız şok, bir şeyler
düşünmemize de izin vermez zaten. Tek emin olduğumuz, sanırım kalbimizin tarifi
mümkünsüz bir acıya esir düşmesidir.
14)Teströl és lélekröl (Beden ve Ruh)
Yönetmen: Ildikó Enyedi
Macar yönetmen Ildiko Enyedi’nin filmi Teströl és lélekröl
bu yıl çok sevilen filmler listelerinin vazgeçilmezi oldu. Sıradışı bir aşk
hikâyesini karşımıza getiren film, toplum içerisinde pek de varolamayan iki
kişinin birbirlerini fark etmeleri ile başlayan sürece bizi ortak etmişti. Kan
donduran mezbaha görüntüleri ve ardından derin bir huzur vadeden karlı orman
görüntüleri ise hafızalara adeta kazınır. Yüzümüzde mutluluk ve bununla
birlikte tebessüm oluşturan sahnelerden biri ise Mária ile Endre’nin aynı
yatakta olmasalar da yan yana yattıkları anlara ev sahipliği yapar. Mária
yatakta Endre ise hemen yanında yer yatağında yatsa da onlar aslında tek vücut
olurlar. Zira fiziken temas olmadan da ruhlar buluşmayı gerçekleştirebilir
değil mi?
15)Zoologiya (Hayvanoloji)
Yönetmen: Ivan I. Tverdovskiy
Modern bir başkalaşım öyküsü olan Zoologiya, sinema
tarihinde sayılı sayıda eser ortaya koymuş, özgün mevzusu ile göz dolduruyor.
Orta yaş bunalımında olan, kaybeden bir karakteri perdeye yansıtan film, evrimi
tersine işleterek karakterimiz Natasha’yı hayvan türüne yaklaştıran ya da insan
ile hayvan arasındaki muğlaştıran bir hamleye imza atıyor: Natasya’nın kuyruğu
çıkıyor. Lakin ilk etapta tahmin edileceği gibi kabus başlamıyor; tam aksine
Natasha’nın hayatı şaşırıtcı bir şekilde iyileşiyor. İşte bu süreçte
mutluluktan dört köşe olan karakterimizin kendine hayran hayran aynaya baktığı
anlar oldukça farklı yorumlara gebe.
16)Pokot (İz)
Yönetmen: Agnieszka Holland
Geçen yıl prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nde
Gümüş Ayı Alfred Bauer Prize ödülünü kazanan Agnieszka Holland imzalı Pokot,
hayvanlara ve doğaya karşı yapılan katliamı gözler önüne sermesi açısından
oldukça önemli bir misyonu yerine getirmişti. Hayvanlara ve doğaya karşı
girişilen katliama karşı diğer filmlerden daha fazla taşın altına elini sokarak
her ne kadar tartışmalara gebe olsa da aykırı bir çözüm önerisi sunmaktan da
geri kalmamıştı film. Filmin birçok seyircide derman bırakmayan sahnelerinin
arasında bir an açıkça sıyrılır. İnsanlık tarafından zevk adına katledilen
hayvana sıkı sıkı sarılarak ağlayan ve onun acısını iliklerine kadar hisseden
Janina Duszejko’ya eşlik etmemek imkânsız.
17)Grave (Mezar)
Yönetmen: Julia Ducournau
Fransız yönetmen Julia Ducournau’nın ilk göz bebeği olan
Raw, geçen yıl perdeden gelip geçen en sarsıcı, ses getiren ve tabiri caizse
sansasyona sebep olan filmiydi. Prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nden
aldığı Fibresci Ödülü başta olmak üzere birçok festivalden aldığı ödüllerle
heybesini tıka basa dolduran Raw, bir yandan da izleyicilerinin birçoğuna
sinema salonlarında zor dakikalar yaşattığı için kendine bir nam sağladı. Daha
filme yeni yeni adapte olmaya çalışırken başkarakter oyuncumuzun ve onunla
birlikte veteriner fakültesi çaylaklarının başından aşağıya dökülen domuz kanı,
seyirci olarak ilerleyen dakikalarda izleyeceklerimizin sadece bir ön
alıştırmasıdır aslında. Akıllara Carie filmini getiren bu sahne, yılın en çok
sevilen sahnelerinden biri oldu bile.
18)Safari
Yönetmen: Ulrich Seidl
Ulrich Seidl’in izleme şansına eriştiğimiz son filmi, bir
belgesel. Safari gibi bir vahşeti gerçekleştiren insanları bu suçu işlerken
-yasalar önünde değil tabii- ya da hunharca yaptıklarını savunurken izlemek
oldukça zorlu. Üstelik film, bununla da kalmayıp avlanan hayvanların kesim ve
parçalanma süreçlerine de bizi ortak eder. Ayrıca bir başka tür olarak
hayvanların katledilmesi kadar önemli bir diğer mevzu olan siyah ırkın da adeta
aynı muameleyi görmesi de filmin en önemli argümanlarından. Bu hadsizliğin en
çarpıcı tanımını ise Seidl, tek bir karede özetler. Avlanan hayvanların
doldurulmuş kafalarının ortasında poz veren siyahi bir kadın…
19)The Killing of a Sacred Deer (Kutsal Geyiğin Ölümü)
Yönetmen: Yorgos Lantimos
Yorgos Lanthimos’un yine bizi distopik bir dünyaya alıp
götürdüğü son filmi The Killing of a Sacred Deer, bir intikam hikâyesi olarak
tanımlanabilir. Bir cerrah olan Steven, içkili olarak operasyona girmiş ve
hastasının ölümüne sebep olmuştur. Oğlu olan Martin ise bozulan aile
saadetlerinin karşılığı olarak Steven’inkinin de bozulmasını ister. Bu nedenle
akıl almaz bir intikam planını uygulamaya koyar. Martin’in bu konuda yolundan
dönmez olduğunu, intikam konusunda ne kadar iştahlı olduğunu en net anlatan
sahne ise durması konusunda onunla konuşmaya çalışan Steven’in karşısında bol
soslu salçalı spagettiyi büyük bir iştahla mideye indirdiği anlar olsa gerek.
20)Toni Erdmann
Yönetmen: Maren Ade
Maren Ade’nin geçen yıla tabiri caizse damga vuran filmi
Toni Erdmann, prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nden sonra istikrarlı
bir şekilde devam ettirdiği çıkışını, Oscar’da Yabancı Dilde En İyi Film
dalında son beşe kalarak sürdürmüştü. Bir baba ve kızı üzerinden oldukça etkili
bir üst orta sınıf eleştirisi yapmaktadır film. Üstelik bunu fazlasıyla ayrık,
çoğu kişi tarafından benimsenmeyecek bir mizah anlayışıyla kotarıyor Toni
Erdmann. Şimdiden kült filmler arasında sayılabileceğinin su götürmez bir
gerçek olduğu Toni Erdmann, en çok da final sahnesi ile akıllara kazınmıştı. Upuzun
tüyleri olan devasa bir kostüm giyili babasının arkasından üzerinde incecik
sabahlığıyla, yalın ayak koşturan İnes’in ne baba deyişi ne de onun kollarına
atlayışı unutulur. Sinema tarihinin en absürd anlarından birine sahip bu final
sahnesi, yıllar geçse de hatırlanmaya devam edecek hiç kuşkusuz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder