15 Eylül 2018 Cumartesi

Mary Shelley: Yalnızlıkla Gelen İlham


Yaşanılan Acılar İlham Kaynağı Olur

Film, henüz jenerik kısmında kulağımıza gelen seslerle karşılar seyirciyi: kuşun kalemin kağıdın üzerinde süründükçe çıkardığı sestir duyulan. Mary Shelley’in elinden hiç düşürmediği kurşun kalem ile kâğıdın aşk ile buluşmasının sesi. Başkarakter Mary’nin annesinin mezarın başında hayalet romanı okuduğu sahne ile başlar film. Kendini kaptırmış bir şekilde sesli olarak okuduğu kitabını, birazdan bastırmak üzere olan yağmur nedeniyle yarıda kesmek zorunda kalır Mary. Bir hayalet romanı okuyan genç bir kadının kısacık da olsa heyecanına ortak olduğumuz bu prolog sahnesi, aslında filmin tamamında izleyeceklerimizin ilk kıvılcımıdır. Kitap okumaya, özellikle de hayaletlerle ilgili romanlara meraklı olan, okurken kendini tamamıyla o dünyaya kaptıran, tutkulu bir genç kadın vardır karşımızda. Mezarlık yani ölüm, hayalet yani dirilme, okumak ve yazmak… Prolog sahnesi tüm filmi özetler.

Doktor Frankenstein ya da Modern Prometheus’un yazarı Mary Shelley’in on altı yaşından ilk eserini yazana kadarki dört yıllık sürece odaklanan bir film karşımızdaki. Mary’nin (Elle Fannig) bu dört yıllık süreçte onun sadece büyümesine değil aynı zamanda olgunlaşıp hayatının en büyük eserini ortaya koyduğu sürece şahit oluruz. Kabına sığamayan genç kadının evinden uzaklaştırıldığına, âşık olup hamile kaldığına, evlat acısı yaşayıp, aldatıldığına, hayal kırıklıkları yaşayıp, yıkıldığına şahit oluruz. Mary’i zaten bu yaşadıkları bir yazar olmaya hazırlar en çok. Yaşadığı her hayal kırıklığından ve acıdan sonra bilenir, güçlenir ve en önemlisi biriktirir. Her ne kadar özellikle evlat acısı onun kolunu bacağını kırsa da beyninin içerisinde onu kemirip duran yazma isteğine çok fazla ket vuramaz. Aksine acılar ona ilham kaynağı olur. Zira okuduğu kitapların ışığında yazdıkları basit birer taklitten öteye gidememiştir. Hatta babası onu bu konuda uyarmıştır. Özellikle bu uyarıdan sonra Mary, yeni ve güzel bir şey yaratma kararı alır. Peki, güzel bir şey yaratabilecek midir gerçekten?
*Yazının bundan sonraki kısmı filmin sürpriz gelişmelerini ele verebilir. Filmi izledikten sonra okunması tavsiye edilir.

Başka Bir Yol Mutlaka Vardır!

Wadjda filmiyle tanıdığımız Suudi Arabistan’ın en önemli yönetmenlerinden Haifaa Al-Mansour, yine bir kadın hikâyesi ile karşımıza çıkıyor. Lakin bu kez ülkesinden uzakta ve İngilizce bir filme imza atıyor. Wadjda’da Suudi Arabistan’da bir kız çocuğu olarak yaşamanın ve hayallerine ulaşmanın ne kadar zor olduğunu perdeye yansıtan Haifaa Al-Mansour, bu kez ise on sekizinci yüzyılda Avrupa’nın göbeğindeki İngiltere’de bir kadın olarak mutlu olmanın ve kadın bir yazar olarak varlığını kabul ettirmenin güçlüğüne odaklanıyor. Günümüz şartlarında bile şeriat nedeniyle cehaletin kol gezdiği topraklarda bisiklet sürmek isteyen Wadjda ile bundan neredeyse üç yüzyıl öncenin Avrupa kıtasında kendi ismiyle kitabını yayınlatmak isteyen Mary… Haifaa Al-Mansour, Wadjda’da ne kadar kadından yana bir dil kullanmış, feminist duruşundan taviz vermediyse Mary Shelley’de de aynı yolda ilerleyeceğini ispatlamıştır. Mary Shelley, her sahnesi, her diyaloğu ile kadının eril toplumda var olma savaşının altını çizmekte.

İngiliz yazar, filozof ve kadın hakları savunucusu Mary Wollstonecraft’ın kızı olan Mary’nin güçlü bir kadın karakter olması kaçınılmaz. Filmde tarihin önemli kadın hakları savunucularından birinin kızı olan Mary’nin, büyüme yıllarını izlerken sürekli Wollstonecraft’ın ismini duymaktayız. Haifaa Al-Mansour, feminizm konusunda öncü bir isim olduğundan dolayı özellikle böyle bir şeyi tercih ediyor elbette. Hatta sadece ismini duymakla kalmıyor; yaşamı ve yaptıkları ile bir yazar adayı olan kızının yolunu nasıl aydınlattığını da görüyoruz. Evlilik kurumuna olan inançsızlığından tut da varoluşçuluğa inanmasına kadar en önemlisi ise ne olursa olsun aşkının peşinden koşması konusunda hep annesinin izini takip ediyor aslında. Annesinin evli bir çift ile yaşayıp üçlü bir ilişki sürdürmesi konusundaki tercihini bile çok da farkında olmadan devam ettiriyor: Sevgilisi ve kendileriyle yaşayan kız kardeşi arasında onun dışında gelişen şeyler üçlü bir ilişkiyi ortaya çıkarıyor. Mary,  henüz ilk eserini kaleme bile almaya başlamadan önce toplumda var olma konusundaki kararlı duruşu ile dikkat çekiyor.

Mary’nin en net duruşlarından biri o dönem çokça yapılan anonim kitap yayınlama davranışına karşı çıkmasıdır. Zira kendi adımla kitabım yayınlanmayacaksa yayınlanmasının ne anlamı var diye düşünüyor. Kitabını yazıp bitirdikten sonra da bizzat yayıncılarla kendisi görüşmeye gidiyor. Yayıncılara ağzının payını da vermekten geri kalmıyor. Fakat Mary’nin duruşunu en güzel özetleyen diyaloglardan birisi ise Lord Byron karakteri ile yaşanıyor. Lord Byron, Mary’nin kız kardeşi Claire’yi yüz üstü bıraktığında kendini haklı kılmak amacıyla “Genç kız, olgun erkeğe geldiğinde tek yol vardır.” dediğinde Mary, ona “Başka bir yol mutlaka vardır.” diye cevap veriyor. İşte Mary, bu başka yolu arayıp bulanlardan ve adımlayanlardan oluyor.

Mary’i Esir Alan Karabasan

Onu doğurduktan kısa bir süre sonra hayatını kaybeden annesini ve henüz minicikken ölen bebeğini tekrar diriltmek, Mary’nin hep en büyük arzusu olmuştur. Hayalet hikâyelerine meraklı olmasının da zaten en büyük sebebi budur. O hikâyeleri okutan şey hep annesinin de hayaletiyle bir gün buluşabilme isteğidir aslında. Yine İskoçya’daki arkadaşı ile ruh çağırma seansı ile ilgili sohbetleri, sevgilisi ve kardeşi ile gittikleri gösteride galvanizm yöntemi (İtalyan fizikçi Luigi Galvani’nin keşfettiği yöntem) ile ölü kurbağanın hareket ettirilmesi esnasında yaşadığı büyük heyecan, gördüğü ilginç rüyalar ve fırtınalı günlerde arkadaşlarla yapılan sohbetler…

Tüm bunlar Mary’nin Frankenstein ya da Modern Prometheus’u yazmasına katkı sağlamıştır. Haifaa Al-Mansour’un, özellikle ruh çağırma sohbetinden sonraki ve galvanizm gösterisinden sonraki sahne geçişinden önce gökyüzünde çakan şimşeklerle bizleri buluşturması önemli. Zira yönetmen, bu yaşantıların Mary ve büyük eseri için önemli dönemeçler olduğunun altını çizer. Filmin kurgu konusundaki başarısının en önemli etkeni sahne geçişlerindeki bu anlamlı tercihlerdir aslında biraz da. Yine şimşek ve gök gürlemesi eşliğinde delicesine yağmurun yağdığı gecede romanın ilk tohumu atılmış olmaz mı zaten? Haifaa Al-Mansour, tüm bu bilgilendirici ve teknik detayları itinayla filme yerleştirmiştir. Öyle ki filmi izlerken adım adım Frankenstein hikâyesinin kafalarda şekillenmesi mümkün.

Filmin en can alıcı sahnesi ise Mary’nin Lord Byron’un evindeki Henry Fuseli’nin The Nightmare (Kâbus) isimli tablosunu incelediği anlara ev sahipliği yapar. Fuseli’nin tablosunda kadını esir almış karabasan ve arkada görünen at, Mary’nin hayatının metaforudur. Tablodaki kadın Mary, böğrüne oturmuş ve onu etkisiz hale getirip soluksuz bırakan karabasan başta sevgilisi Percy Shelley (Douglas Booth) olmak üzere çevresindeki yakınları, atı ise koyduğu kurallarla hayatı çekilmez hale getiren ve aslında arka perdede duran ve her şeyin asıl müsebbibi olan güçler (din, sistem, aile…) olarak düşünebiliriz. Mary, bu tabloyu incelediği dönemde gerçekten de tam olarak bu güçlerin esareti altına girmiştir. Mary, sevgilisi Shelley’e hak ettiğinden daha fazla değer biçip esaretine girmiştir. Yine sevgilisi ve kardeşinden dolayı girdiği çevreler de onu kısır bir döngünün içine ve mutsuzluğa sürüklemiştir. Tüm bunların ışığında Mary’nin kaleme aldığı romana gelecek olursak asıl benzerliği orada göreceğiz.

 Mary Kendini Canavar ile Özdeşleştirir

Doktor Frankenstein’ın kadavra parçalarından birleştirilerek yarattığı eseri yine yaratıcısı tarafından terk edilerek büyük bir yalnızlığa sürüklenir. Bu yalnızlık, terk edilmişlik bir süre sonra intikam isteğini doğurur ve önce yaratıcısının sevdiklerini sonra da bizzat yaratıcısını öldürür bu canavar. Fakat en büyük acıyı da kendisi yaşar. Zira yaratıcısını her şeye rağmen çok sever. İşte Mary, kendini bu yaratık ile özdeşleştirir. Mary’nin romanının taslağını ilk okuyan kişi olan sevgilisi Shelley, Doktor Frankestein’in yarattığının neden bir melek olmadığını neden bir canavar olduğunu sorduğunda Mary’nin verdiği cevap her şeyi özetler. Mary, Shelley’e etrafımızda yarattığımız dağınıklığa ve bana bak der. Zaten bu cümlenin devamını getirmesine gerek kalmaz.  Mary, bu dağınıklıktan, ihanetten, sevgisizlikten ancak bir canavar çıkacağını çok güzel bir şekilde özetler.

Onu var eden en başta annesi olmak üzere babası, sevgilisi, kız kardeşi, doğurduğu bebeği hep onu terk etmiş, yalnız bırakmıştır. Kimi ölerek kimi de sırtını dönerek onu büyük bir yalnızlığa sürüklemiştir. Mary, tüm bu yalnızlığının intikamını, yarattığı kahramanı aracılığıyla alır. Doktor Frankestein, Mary’nin mutsuzluğuna sebep olan herkesin temsilidir. Yine başka bir açıdan Doktor Frankestein’i Mary’nin annesi, canavarı da Mary olarak düşünmek pek tabii mümkün. Zira Mary, doğarak yaratıcısının ölümüne sebep olmuş doğuştan bir canavardır aslında. En azından o öyle olduğunu düşünmektedir.

Mary Shelley, bir dönem filmi olarak oldukça titiz bir çalışmanın ürünü olduğunu belli ediyor öncelikle. Yine başta Mary Shelley olmak üzere birçok yazarın, şairin filmde özenle temsil edilmesi meraklı seyirciyi kesinlikle heyecanlandıracak bir etken. Lakin tüm bunlardan daha öne çıkan etken ise filmin, tıpkı Doktor Frankenstein ya da Modern Prometheus romanı gibi gotik bir türüne göz kırptığını da belirtmek gerek. Sürekli yağan yağmur, canavarların, hayaletlerin, vampirlerin mevzu bahis olması, kasvetli ve karanlık mekânlarda geçmesi, mum ışığıyla aydınlanan filmde bu sebeple gölgelerin kol gezmesi ve Mary’nin çıkışsızlığı en önemli etkenler. Mary, tüm bu karanlık ve kasvetli dünyaya inat belki romanında ve hayatında çok da güzel, sevimli bir şey yaratamadı ama yüzyıllar geçse de unutulmayan bir karakteri hayatımıza kazandırır. Üstelik filmin son sahnesinde şahit olduğumuz gibi aynı zamanda bir hak mücadelesini de kazanır.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder