Yaşanılan Acılar İlham Kaynağı Olur
Film, henüz jenerik kısmında kulağımıza gelen seslerle
karşılar seyirciyi: kuşun kalemin kağıdın üzerinde süründükçe çıkardığı sestir
duyulan. Mary Shelley’in elinden hiç düşürmediği kurşun kalem ile kâğıdın aşk
ile buluşmasının sesi. Başkarakter Mary’nin annesinin mezarın başında hayalet
romanı okuduğu sahne ile başlar film. Kendini kaptırmış bir şekilde sesli
olarak okuduğu kitabını, birazdan bastırmak üzere olan yağmur nedeniyle yarıda
kesmek zorunda kalır Mary. Bir hayalet romanı okuyan genç bir kadının kısacık
da olsa heyecanına ortak olduğumuz bu prolog sahnesi, aslında filmin tamamında
izleyeceklerimizin ilk kıvılcımıdır. Kitap okumaya, özellikle de hayaletlerle
ilgili romanlara meraklı olan, okurken kendini tamamıyla o dünyaya kaptıran,
tutkulu bir genç kadın vardır karşımızda. Mezarlık yani ölüm, hayalet yani
dirilme, okumak ve yazmak… Prolog sahnesi tüm filmi özetler.
Doktor Frankenstein ya da Modern Prometheus’un yazarı Mary
Shelley’in on altı yaşından ilk eserini yazana kadarki dört yıllık sürece
odaklanan bir film karşımızdaki. Mary’nin (Elle Fannig) bu dört yıllık süreçte
onun sadece büyümesine değil aynı zamanda olgunlaşıp hayatının en büyük eserini
ortaya koyduğu sürece şahit oluruz. Kabına sığamayan genç kadının evinden
uzaklaştırıldığına, âşık olup hamile kaldığına, evlat acısı yaşayıp,
aldatıldığına, hayal kırıklıkları yaşayıp, yıkıldığına şahit oluruz. Mary’i
zaten bu yaşadıkları bir yazar olmaya hazırlar en çok. Yaşadığı her hayal kırıklığından
ve acıdan sonra bilenir, güçlenir ve en önemlisi biriktirir. Her ne kadar
özellikle evlat acısı onun kolunu bacağını kırsa da beyninin içerisinde onu
kemirip duran yazma isteğine çok fazla ket vuramaz. Aksine acılar ona ilham
kaynağı olur. Zira okuduğu kitapların ışığında yazdıkları basit birer taklitten
öteye gidememiştir. Hatta babası onu bu konuda uyarmıştır. Özellikle bu
uyarıdan sonra Mary, yeni ve güzel bir şey yaratma kararı alır. Peki, güzel bir
şey yaratabilecek midir gerçekten?
*Yazının bundan sonraki kısmı filmin sürpriz gelişmelerini
ele verebilir. Filmi izledikten sonra okunması tavsiye edilir.
Başka Bir Yol Mutlaka Vardır!
Wadjda filmiyle tanıdığımız Suudi Arabistan’ın en önemli
yönetmenlerinden Haifaa Al-Mansour, yine bir kadın hikâyesi ile karşımıza
çıkıyor. Lakin bu kez ülkesinden uzakta ve İngilizce bir filme imza atıyor. Wadjda’da
Suudi Arabistan’da bir kız çocuğu olarak yaşamanın ve hayallerine ulaşmanın ne
kadar zor olduğunu perdeye yansıtan Haifaa Al-Mansour, bu kez ise on sekizinci
yüzyılda Avrupa’nın göbeğindeki İngiltere’de bir kadın olarak mutlu olmanın ve
kadın bir yazar olarak varlığını kabul ettirmenin güçlüğüne odaklanıyor.
Günümüz şartlarında bile şeriat nedeniyle cehaletin kol gezdiği topraklarda
bisiklet sürmek isteyen Wadjda ile bundan neredeyse üç yüzyıl öncenin Avrupa
kıtasında kendi ismiyle kitabını yayınlatmak isteyen Mary… Haifaa Al-Mansour, Wadjda’da
ne kadar kadından yana bir dil kullanmış, feminist duruşundan taviz vermediyse
Mary Shelley’de de aynı yolda ilerleyeceğini ispatlamıştır. Mary Shelley, her
sahnesi, her diyaloğu ile kadının eril toplumda var olma savaşının altını
çizmekte.
İngiliz yazar, filozof ve kadın hakları savunucusu Mary
Wollstonecraft’ın kızı olan Mary’nin güçlü bir kadın karakter olması kaçınılmaz.
Filmde tarihin önemli kadın hakları savunucularından birinin kızı olan Mary’nin,
büyüme yıllarını izlerken sürekli Wollstonecraft’ın ismini duymaktayız. Haifaa
Al-Mansour, feminizm konusunda öncü bir isim olduğundan dolayı özellikle böyle
bir şeyi tercih ediyor elbette. Hatta sadece ismini duymakla kalmıyor; yaşamı
ve yaptıkları ile bir yazar adayı olan kızının yolunu nasıl aydınlattığını da
görüyoruz. Evlilik kurumuna olan inançsızlığından tut da varoluşçuluğa
inanmasına kadar en önemlisi ise ne olursa olsun aşkının peşinden koşması
konusunda hep annesinin izini takip ediyor aslında. Annesinin evli bir çift ile
yaşayıp üçlü bir ilişki sürdürmesi konusundaki tercihini bile çok da farkında
olmadan devam ettiriyor: Sevgilisi ve kendileriyle yaşayan kız kardeşi arasında
onun dışında gelişen şeyler üçlü bir ilişkiyi ortaya çıkarıyor. Mary, henüz ilk eserini kaleme bile almaya
başlamadan önce toplumda var olma konusundaki kararlı duruşu ile dikkat
çekiyor.
Mary’nin en net duruşlarından biri o dönem çokça yapılan
anonim kitap yayınlama davranışına karşı çıkmasıdır. Zira kendi adımla kitabım
yayınlanmayacaksa yayınlanmasının ne anlamı var diye düşünüyor. Kitabını yazıp
bitirdikten sonra da bizzat yayıncılarla kendisi görüşmeye gidiyor. Yayıncılara
ağzının payını da vermekten geri kalmıyor. Fakat Mary’nin duruşunu en güzel
özetleyen diyaloglardan birisi ise Lord Byron karakteri ile yaşanıyor. Lord
Byron, Mary’nin kız kardeşi Claire’yi yüz üstü bıraktığında kendini haklı
kılmak amacıyla “Genç kız, olgun erkeğe
geldiğinde tek yol vardır.” dediğinde Mary, ona “Başka bir yol mutlaka vardır.” diye cevap veriyor. İşte Mary, bu
başka yolu arayıp bulanlardan ve adımlayanlardan oluyor.
Mary’i Esir Alan Karabasan
Onu doğurduktan kısa bir süre sonra hayatını kaybeden
annesini ve henüz minicikken ölen bebeğini tekrar diriltmek, Mary’nin hep en
büyük arzusu olmuştur. Hayalet hikâyelerine meraklı olmasının da zaten en büyük
sebebi budur. O hikâyeleri okutan şey hep annesinin de hayaletiyle bir gün
buluşabilme isteğidir aslında. Yine İskoçya’daki arkadaşı ile ruh çağırma
seansı ile ilgili sohbetleri, sevgilisi ve kardeşi ile gittikleri gösteride
galvanizm yöntemi (İtalyan fizikçi Luigi Galvani’nin keşfettiği yöntem) ile ölü
kurbağanın hareket ettirilmesi esnasında yaşadığı büyük heyecan, gördüğü ilginç
rüyalar ve fırtınalı günlerde arkadaşlarla yapılan sohbetler…
Tüm bunlar Mary’nin Frankenstein ya da Modern Prometheus’u
yazmasına katkı sağlamıştır. Haifaa Al-Mansour’un, özellikle ruh çağırma
sohbetinden sonraki ve galvanizm gösterisinden sonraki sahne geçişinden önce
gökyüzünde çakan şimşeklerle bizleri buluşturması önemli. Zira yönetmen, bu
yaşantıların Mary ve büyük eseri için önemli dönemeçler olduğunun altını çizer.
Filmin kurgu konusundaki başarısının en önemli etkeni sahne geçişlerindeki bu
anlamlı tercihlerdir aslında biraz da. Yine şimşek ve gök gürlemesi eşliğinde
delicesine yağmurun yağdığı gecede romanın ilk tohumu atılmış olmaz mı zaten? Haifaa
Al-Mansour, tüm bu bilgilendirici ve teknik detayları itinayla filme
yerleştirmiştir. Öyle ki filmi izlerken adım adım Frankenstein hikâyesinin
kafalarda şekillenmesi mümkün.
Filmin en can alıcı sahnesi ise Mary’nin Lord Byron’un
evindeki Henry Fuseli’nin The Nightmare (Kâbus) isimli tablosunu incelediği
anlara ev sahipliği yapar. Fuseli’nin tablosunda kadını esir almış karabasan ve
arkada görünen at, Mary’nin hayatının metaforudur. Tablodaki kadın Mary,
böğrüne oturmuş ve onu etkisiz hale getirip soluksuz bırakan karabasan başta
sevgilisi Percy Shelley (Douglas Booth) olmak üzere çevresindeki yakınları, atı
ise koyduğu kurallarla hayatı çekilmez hale getiren ve aslında arka perdede
duran ve her şeyin asıl müsebbibi olan güçler (din, sistem, aile…) olarak
düşünebiliriz. Mary, bu tabloyu incelediği dönemde gerçekten de tam olarak bu güçlerin
esareti altına girmiştir. Mary, sevgilisi Shelley’e hak ettiğinden daha fazla
değer biçip esaretine girmiştir. Yine sevgilisi ve kardeşinden dolayı girdiği
çevreler de onu kısır bir döngünün içine ve mutsuzluğa sürüklemiştir. Tüm bunların
ışığında Mary’nin kaleme aldığı romana gelecek olursak asıl benzerliği orada
göreceğiz.
Mary Kendini Canavar ile Özdeşleştirir
Doktor Frankenstein’ın kadavra parçalarından birleştirilerek
yarattığı eseri yine yaratıcısı tarafından terk edilerek büyük bir yalnızlığa
sürüklenir. Bu yalnızlık, terk edilmişlik bir süre sonra intikam isteğini
doğurur ve önce yaratıcısının sevdiklerini sonra da bizzat yaratıcısını öldürür
bu canavar. Fakat en büyük acıyı da kendisi yaşar. Zira yaratıcısını her şeye
rağmen çok sever. İşte Mary, kendini bu yaratık ile özdeşleştirir. Mary’nin
romanının taslağını ilk okuyan kişi olan sevgilisi Shelley, Doktor
Frankestein’in yarattığının neden bir melek olmadığını neden bir canavar
olduğunu sorduğunda Mary’nin verdiği cevap her şeyi özetler. Mary, Shelley’e
etrafımızda yarattığımız dağınıklığa ve bana bak der. Zaten bu cümlenin
devamını getirmesine gerek kalmaz. Mary,
bu dağınıklıktan, ihanetten, sevgisizlikten ancak bir canavar çıkacağını çok
güzel bir şekilde özetler.
Onu var eden en başta annesi olmak üzere babası, sevgilisi, kız
kardeşi, doğurduğu bebeği hep onu terk etmiş, yalnız bırakmıştır. Kimi ölerek
kimi de sırtını dönerek onu büyük bir yalnızlığa sürüklemiştir. Mary, tüm bu
yalnızlığının intikamını, yarattığı kahramanı aracılığıyla alır. Doktor
Frankestein, Mary’nin mutsuzluğuna sebep olan herkesin temsilidir. Yine başka
bir açıdan Doktor Frankestein’i Mary’nin annesi, canavarı da Mary olarak
düşünmek pek tabii mümkün. Zira Mary, doğarak yaratıcısının ölümüne sebep olmuş
doğuştan bir canavardır aslında. En azından o öyle olduğunu düşünmektedir.
Mary Shelley, bir dönem filmi olarak oldukça titiz bir
çalışmanın ürünü olduğunu belli ediyor öncelikle. Yine başta Mary Shelley olmak
üzere birçok yazarın, şairin filmde özenle temsil edilmesi meraklı seyirciyi kesinlikle
heyecanlandıracak bir etken. Lakin tüm bunlardan daha öne çıkan etken ise
filmin, tıpkı Doktor Frankenstein ya da Modern Prometheus romanı gibi gotik bir
türüne göz kırptığını da belirtmek gerek. Sürekli yağan yağmur, canavarların,
hayaletlerin, vampirlerin mevzu bahis olması, kasvetli ve karanlık mekânlarda
geçmesi, mum ışığıyla aydınlanan filmde bu sebeple gölgelerin kol gezmesi ve
Mary’nin çıkışsızlığı en önemli etkenler. Mary, tüm bu karanlık ve kasvetli
dünyaya inat belki romanında ve hayatında çok da güzel, sevimli bir şey
yaratamadı ama yüzyıllar geçse de unutulmayan bir karakteri hayatımıza kazandırır.
Üstelik filmin son sahnesinde şahit olduğumuz gibi aynı zamanda bir hak
mücadelesini de kazanır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder