Chantal Akerman
Chantal Akerman, henüz on altı yaşındayken Pierro Le Fou filmini izleyerek yönetmen olmaya karar verecek kadar kararlı ve hemen on sekiz yaşında da ilk filmini çekecek kadar da cesur bir insandı. Yahudi, feminist, lezbiyen, kadın, kadın yönetmen gibi birçok tanımın onu anlatmak amacıyla kullanılmasına karşılık, bir kadın olduğunu ve aynı zamanda da filmler çektiğini söyleyerek tıpkı filmlerindeki gibi mevzuyu oldukça sadeleştirmiş biridir. Sinemaya adımını attığı ilk andan itibaren dur durak bilmeyen bu kadın kısa metraj, uzun metraj, belgesel ve sergi enstalâsyonu olmak üzere sayısız eser ortaya koymuştur bu dünyadan kendi isteği ile göçmeden önce. Evet, Akerman son filmi No Home Movie’de yakın zamanda kaybettiği, hayatının en büyük anlamı annesi ve kendisine veda ederek yaşamına son noktayı koymuştur. Filmin gösteriminden- bir nevi çocuğunu doğurup güvenilir ellerde olduğuna emin olması gibi – kısa bir süre sonra aramızdan ayrılmıştır. Belki de daha nice eserlere imza atacak, bu anlatmakla bitirilmeyecek, kelimelerin bir süre sonra kifayetsiz kalacağı kadını anlamak ya da anlatmak için filmlerine başvurmak en mantıklısıdır. Zira her filmine kendisinden bir parça koyan Akerman’ın filmografisine baktığımızda kendini ortaya koyduğunu görürüz aslında.
Jeanne
Dielman, 23, Quai du Commerce, 1080 Bruxelles -1975
Chantal Akerman’ın ikinci uzun metraj filmi Jeanne
Dielman, 23, Quai du Commerce, 1080 Bruxelles, feminist
sinemanın öncülerindendir. Akerman’ın annesinden esinlenerek çektiği filmi bir
ev kadınının ev işçiliği ve seks işçiliğini aynı anda götürmeye çalışırken bir
yerden sonra tüm dengelerin alt üst olmasını anlatır. Jeanne Dielman’ın üç
gününü üç buçuk saatten fazla bir süreye yayarak klasik sinema izleyicisini
oldukça rahatsız etmiştir Akerman. Birçok sahnenin gerçek zamanlı çekildiği
film, adeta gündelik olan her şeyi kutsar. Patates soymak ya da bulaşık yıkamak
gibi fazlasıyla önemsiz işleri önemseyerek onları çekici kılmaktır Akerman’ın
amacı. Filmin en garip tarafı ise bu kadar gündelik işin bir araya gelmiş hali
olan filmin aslında oldukça tedirgin edici bir gerilim filmi havasında
olduğudur. Sakin sakin ilerleyip avını vahşice katleden bir balina gibidir
Jeanne Dielman, 23, Quai du Commerce, 1080 Bruxelles. Akerman,
özellikle kadına bakış açısı sorunlu izleyiciye çaktırmadan, durgun sularda
ilerleyerek haddini bildirir. Akerman’ın bana kalırsa başyapıtı olan bu film,
finaldeki Jeanne Dielman’ın masada uzun süre sadece oturduğu sahneyle akıllardan
çıkmayacak türdendir.
Vera Chytilová
Mimarlık ve felsefe okuyan, edebiyatla da ilgilenen Chytilová, filmlerinde birçok akımdan etkilenmiştir. Çek olan Chytilová. , ülkesindeki yoğun baskılar nedeniyle birçok meslektaşı gibi ülkesini terk etmemiş, adeta filmleriyle savaşmıştır. Birçok kez sansüre takılmış fakat asla yılmamış bir isim o. Devlet başkanına mektup dahi yazarak filminin yasaklanmasını eleştirecek kadar da gözünü budaktan sakınmayan bir kadındır. Kariyeri boyunca yasaklardan çok çekmiş ama her şeye rağmen film yapmaya devam etmiş, muhteşem bir kadındır Chytilová.
Sedmikrásky (Küçük Papatyalar) – 1966
Çek Yeni Dalgası’nın en önemli kadın
yönetmenlerinden Vera Chytilová, 1966 yılında başyapıtı Sedmikrásky
(Daisies) filmini çeker. O dönem iktidarda olan
sosyalizmi eleştirdiği ve yemek israfı yaptığı gerekçesiyle yasaklanan film
sonra tekrar gösterime girer. Güçlü bir sistem eleştirisi yapan film, aynı
zamanda bugüne kadar çekilen en güçlü feminist sinema örneğidir. Başrol
oyuncusu iki kadın üzerinden ilerleyen Daisies, kadını objeleştirmediği gibi
kadına yine kadın bakış açısıyla bakarak Âdem ile Havva hikâyesini, Havva ile
Havva hikâyesine dönüştürür. Sürrealizm, Dadaizm, Fütürizm gibi birçok akımdan
etkilenen ve bunları bünyesinde çok başarılı bir şekilde taşıyan Daisies
ölümsüz yapıtlar arasına katılır.
Agnès Varda
Sans Toit Ni Loi (Yersiz-Yurtsuz) – 1985
Varda’nın tıpkı Cléo de 5 à 7 Souvenirs et Anecdotes’de
olduğu gibi odağına bir kadını aldığı Sans Toit Ni Loi, sadece benzerlik
konusunda, bununla da sınırlı kalmıyor. Yine filmin sonuna saklanan trajedi en
başta bizlere gösterilmektedir. Mona (Sandrine Bonnaire) ilk olarak ölmüş
bedeniyle biz seyircileri karşılıyor. Daha sonra Mona’nın ölmeden önce
yaşadıklarını perdeye getiren film, medeni toplumun bizlere dayattığı birçok
şeyi inkâr eden, hayata, yaşadıklarına karşı oldukça duyarsız bir karakter olarak
çiziyor onu. Mona, Cléo karakterinin tam tersi biri diyebiliriz tek kelimeyle.
O ne kadar görünürse Mona o kadar görünmez. Cléo, ne kadar ölüme karşı
tedirginse Mona o kadar kaygısız, kabullenen konumunda oluyor.
Modern toplumun mülkiyet edinme, iş, aile, düzenli bir
hayat, evlilik, çocuk gibi tüm dayatmalarını elinin tersiyle iten –var olanı,
önüne sunulanı bile reddedecek kadar- ne istediğini bilen, tercihlerinin
getirilerini de aynı kararlılıkla göğüsleyebilen inanılmaz bir kadındır Mona.
Feminist yanıyla da gönüllerde taht kuran Varda’nın belki de düşüncelerini en
çok yansıtan karakterlerinden biridir Mona. Kadın ve özgürlük üzerine yapılan
bu muhteşem güzelleme, Mona’yı yargılamadan izleyenlere büyük bir hediye
olacaktır.
Jane Campion
Yeni Zelandalı Jane Campion, sinema tarihinin en başarılı kadın yönetmenlerinden biridir. Oscar’da En İyi Yönetmen Ödülü’ne aday gösterilen dört kadın yönetmenden biri, Altın Küre sahibi ise tek kadın yönetmendir. Bu şekilde ilklerin ve teklerin ismi olan Campion, sinemasını kadın hikâyeleri üzerine kurmuştur her daim. İlk filminden başlayıp, Hollywood’a transfer olmasından sonra da devam eden bu durum artık Campion’un sinemasını tarif eden durumlardan biri olagelmiştir. Ülkesini hiçbir zaman saf dışı bırakmayan yönetmenimiz, her filminde öyle ya da böyle yolunu Yeni Zelanda’ya, o güzelim topraklara düşürür. Kimi zaman dinmek bilmeyen yağmurun altında, çamurlara bata çıka, kimi zaman ağaçların, çiçeklerin arasında uzanarak kimi zaman da azgın dalgalı kıyılarında bekleyerek uğrarız Yeni Zelanda’ya. Elbette Hollywood yolculuğundan sonra bu uğraklık bir nebze sekteye uğramıştır ne yazık ki. Bir kadın olarak hem cinslerinin hayatlarını perdeye ustalıkla yansıtan Campion, asla onları gerçek dışı bir şekilde yaratmamış, her karakterine iyi ve kötü özelliklerini birlikte vermiştir. Ada’nın da Janet’in de Fanny’in de ya da diğerlerinin de yer yer rahatsız olacağımız, onaylamayacağımız yönleri çıkar karşımıza. Campion’un en büyük başarısı da bu olur zaten. Onları bir ilah değil tıpkı bizim gibi insanlar olarak çizmesidir. Tüm bu maharetlerinin yanında sanata olan düşkünlüğünü de her filminde ayrı ayrı hissederiz. Her eserinde müzikten, resimden, edebiyattan esintiler seyirciyi fazlasıyla ihya eder. Işık kullanımından, tıpkı başkarakterlerin yaptığı gibi her bir nesnesine anına dokunmak isteyeceğimiz görüntülerine, oyuncu seçiminden, karakter yaratımına, kaleme aldığı kusursuz senaryolarına ve kusursuz yönetimine kadar her şeyiyle kıskanılası bir yönetmen.
The Piano (Piano) – 1993
Jane Campion’un 1993 yapımı eşsiz filmi The Piano, gelmiş
geçmiş en önemli kadın filmlerinden biri olarak anılmaktadır. Campion, bu en
büyük başyapıtı ile Altın Palmiye alan ilk ve tek kadın yönetmen unvanını da
taşımaktadır aynı zamanda. Filmin başkarakterlerinden Holly Hunter ve henüz on
bir yaşındaki Anna Paquin’in aldıkları heykelcikler ile Oscar ödüllerine de
damga vuran The Piano, altı yaşında sebebini bilmediğimiz bir sebepten ötürü
susan Ada’nın (Holly Hunter) dili, ruhu, yaşama sebebi yerine koyduğu piyanosu
ile ilişkisi temelinde ilerler.
Campion, aşkının, tutkularının izinden giden güçlü bir kadın
profili çizerek feminist sinemanın en önemli filmlerinden birine imza atar The
Piano ile. Sanatın her dalından da esinlenmekten geri durmayan Campion, resim,
müzik, tiyatroyu film ile başarıyla sentezler. Özellikle Ada ile Baines’in
tutkularını yaşadıkları sahnelerin her biri muhteşem bir resim sergisinde
geziniyormuş hissi vermektedir. Ve elbette Michael Nyman’ın eşsiz besteleri
olmadan The Piano’yu hayal etmek bile mümkün değildir. Zira The Piano’nun bel
kemiğidir film boyunca duymaktan büyük haz duyduğumuz besteler.
Andrea Arnold
Andrea Arnold
Fish Tank – 2009
Bugüne değin çekilmiş birçok büyüme hikâyesi içerisinde en
iyilerinden biri olan Fish Tank, Mia adlı sorunlu, ergen karakterin hayatının
kısa bir sürecine ama aynı zamanda da en önemli dönemecine bizleri şahit
ediyor. Mia, çocuklarına ilgisiz, sorunlu bir kadın olan annesi ve küçük kız
kardeşi ile birlikte yaşayan, okuldan kovulmuş, yaşıtlarıyla anlaşamayan, dans
etmek dışında bir uğraşı ya da arzusu olmayan bir karakter. Topluma
karışamaması, annesiyle olan sorunlu ilişkisi gibi nedenlerle yaşadığı
duyguları hep birilerine, bir yerlere saldırarak aşmaya çalışan Mia’nın hayatı,
annesinin yeni, sevgilisiyle tanışmasıyla değişmeye başlıyor. Lakin bu değişim
ve süreç ona hemencecik büyümesini reva görüyor ne yazık ki. Arnold’un Mia’dan
bir an bile ayırmadığı kamerası ile sürekli onun arkasından koşturduğumuz,
onunla birlikte dans edip, âşık olduğumuz film, seyirci olarak bizleri tamamen
içine alıyor. Mia’nın hayvanlarla kurduğu bağ ise Arnold sinemasına hâkim
olanlar için elbette çok tanıdık bir hamle. Büyümesini, fazlasıyla acılı bir
şekilde gözlerimiz önünde tamamlayarak, kendi hayatını inşa etmek üzere yollara
düşen Mia, hafızalardan silinmeyecek karakter.
Kabına sığmayan bir ergenin tam da hayatın içinden
hikâyesini merak etmemek elde değil. Değil mi? Peki, kariyerinin başlarındaki
Michael Fassbender’i izleme zevki?
Anne Fontaine
Lüksemburg doğumlu Anne Fontaine, dizi oyunculuğuyla başladığı kariyerine yönetmen olarak devam etmeyi tercih etmiştir. Bir kadın yönetmen olarak sadece filmler çekmeyi değil aynı zamanda güçlü, başarılı ve hırslı kadınları ya da haksızlığa uğrayıp, mağdur olmuş kadınları perdeye yansıtarak bir nevi kadın hakları mücadelesinde yerini almayı tercih eder. Her filminde bir ya da birkaç kadının hayatını, onların zaman zaman başarı hikâyelerini zaman zaman da kuralları ve tabuları yıkan tercihlerini dile getirir. Sadece feminist damarıyla da yetinmez, burjuvaziyi, aristokrasiyi hedefine alır ve asla sözünü sakınmaz. Fontaine, kimi zaman edebiyattan, kimi zaman gerçek hayattan, tarihten özellikle kadınları etkileyecek muhteşem karakterlerle bizlerin hem sinema arzusunu hem de feminist damarını besleyen bir yönetmen.
Coco avant Chanel (Coco Chanel’den Önce) - 2009
Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran ünlü modacı Gabriel Coco
Chanel’in henüz kariyerine başlamadan önceki hayatına değinen Coco avant
Chanel, oldukça başarılı bir film. Time: Yüzyılın En Önemli Yüz Kişisi listesine
adını yazdırmış tek moda tasarımcısı olan bir kadının hayatını beyaz perdeye
aktarmak yine bir kadın gözüyle gerçekleşmiştir. Böylece Coco Chanel’in
feminist yanları, bir kadın olarak duruşu, özellikle belirginleşiyor filmde.
Dönemin toplumsal yapısı, kadının bu toplumdaki yeri gibi birçok meseleyi Coco
Chanel’in hayatını anlatırken bizlere oldukça net gösteriyor Fontaine. Üstelik
göstermekle kalmıyor, aristokrasinin zavallı, boş, amaçsız hayatını da
eleştiriyor. Elbette tüm bunları Coco Chanel’in vasıtasıyla yapıyor. Çünkü Coco
Chanel de hayata bakış açısı, tarzı, giyimi ve amaçları göz önüne alındığında
tam olarak bir üst sınıf düşmanı. Ne var ki ilerde kendisi de bir üst sınıf
mensubu olarak toplumda yerini alacak. Lakin Coco avant Chanel, onun tüm bunlara
bulaşmadığı, hayatı ve geleceği için mücadele ettiği, gerektiğinde
aşağılanmayı, hor görülmeyi bile göze almak zorunda kaldığı dönemleri anlatıyor
henüz. Fontaine, hem bir dönem filmi olması hem de dünyanın gelmiş geçmiş en
önemli modacılardan birinin hayatını aktarması açısından kostüm ve sanat
yönetimi konusunda Coco avant Chanel’in ne kadar önemli olduğunun bilinciyle
hareket ediyor kesinlikle.
Başarılı dönem filmleri arasına adını yazdırmayı fazlasıyla
hak eden filmde Coco Chanel’e hayat veren Audrey Tautou’nun rolünün hem
benzerlik hem de oyunculuk açısından fazlasıyla hakkını verdiğini de belirtmek
gerek.
Claire Denis
Tüm çocukluğunu babasının bir sömürge yöneticisi olmasından dolayı Afrika’nın Fransa sömürgelerinde geçiren Claire Denis, o yaşlarda izlediği Amerikan filmleriyle sinema ile tanışıp, çok sever. Hatta dünya görüşünü de filmler üzerine yaptığı analizler ve elbette Afrika’da yaşadıkları üzerine geliştiren Denis, oldukça büyük bir birikimle yola çıkanlardan. Hiçbir zaman sinema eğitimi almayarak izlediği filmler ve edindiği hayat tecrübesi ve usta yönetmenlerin (Wim Wenders, Jim Jarmush, Jacques Rivette ve Costa-Gavras ) yanında çalışmasıyla kendine özgü sinemasını yaratmayı bilmiştir. İlk filmiyle dikkatleri hemen üzerine çeken ve asla çıtayı düşürmeyen, anlattıklarından çark etmeyen bir isim aynı zamanda. Chocolat ile 1988’de anlattığı hikâyeyi daha da sertleştirerek yıllar sonra yine anlatmaktan geri durmayan, birçok siyahî yönetmenden bile daha siyah olan, kadın yönetmen değil de her zaman yönetmen olmayı tercih eden biri. Yine kadın olduğundan dolayı sadece kadınların hikâyelerini anlatmak gibi bir kısıtlı alana hapsolmayı kabul etmeyerek de farkını ortaya koymayı da ihmal etmemiştir.
Filmlerinin senaryolarını Jean-Pol Fargeau ile birlikte kaleme alan, uzun süredir film müziklerini Stuart Staples’e yaptıran ve kemikleşmiş bir oyuncu kadrosu (Alex Descas, Grégoire Colin, Michel Subor, Nicole Dogué…) ile çalışan oldukça takıntılı bir yönetmen Denis aynı zamanda. Farklı türlerde filmlere imza atsa da çalıştığı insanlardan ya da tarzından vazgeçmeyen, hedefinden taviz vermeyen güçlü, kararlı bir savaşçı olarak Fransız sinemasının ve dünya sinemasının hatırı sayılır yönetmenlerinden olan muhteşem bir kadın o.
White Material (Beyaz İnsan) – 2009
21. yüzyılın en iyilerinden biri olarak kabul edilen White
Material, Denis’in yıllar sonra tekrar çocukluğunun geçtiği topraklara
kamerasını taşımasının örneğidir. Fakat Denis, bu kez Chocolat’tan daha çok şey
söylemek istemiştir. Daha sert, hızlı ve karmaşık bir yapısı olan White
Material, Afrika sömürgesinde toprak sahibi olan bir ailenin, özellikle de evin
kadını Maria’nın zorlaşan, tehlikeli koşullarda hem orada kalma mücadelesini
hem de bir yandan kahve hasadını yapmaya çalışmasını perdeye yansıtıyor.
Fransa’nın sömürgelerden çekilmeye başlaması üzerine,
bölgede yerli gerilla güçlerinin iktidarı ele almaya başlamasıyla baş gösteren
karmaşa ortamı beyaz insanlar için fazlasıyla tehlikeli olmaya başlamıştır.
Fakat Maria’nın tıpkı sömürge güçleri gibi pek de mülkiyetini terk etmeye
niyeti yoktur. Maria, bu zorlu koşullarda bir yandan hasat yapmaya çalışırken
bir yandan da oğlunun gerilla güçlerine katılmasına engel olamayacak ya da
gerillaların liderini evinde saklamaktan geri duramayacaktır.
Denis’in tüm filmografisinde olduğu gibi suçlu ile suçsuzun,
beyaz ile siyahın, güçlü ile güçsüzün, sömüren ile sömürülenin açıkçası her
şeyin birbirine karıştığı bu filmi, tam da bu durumundan dolayı takdiri hak
etmekte. Zira Denis, sömürülenin asla aciz durumda göstermeyerek onlara yapılan
haksızlığı gözler önüne sermeye çalışmıştır. Parçalı kurgusu ile seyir zevkini
sekteye uğratmayı tercih eden Denis, belgesele yakın bir tarz yakalamak
istediği için de genelde hareketli kamera tercih ediyor, bana kalırsa şimdilik
bu son başyapıtında. Ayrıca filmin Isabella Huppert gibi bir yeteneğin
omuzlarında şahlandığını belirtmemek olmaz.
Sofia Coppola
Sinema ile güçlü bağları olan Coppola ailesinin bir üyesi olan Sofia Coppola, henüz bebekken yönetmen olan babası Francis Ford Coppola sayesinde sinema ile tanışmıştır. Babasının başyapıtı olan Godfather’da henüz ne olup bittiğini anlamadığı bir yaşta bulunmuş daha sonra da babasının filmleriyle devam eden oyunculuk kariyeri çok da uzun sürmemiştir. Zira Sofia, kamera arkasında çok daha mutlu ve verimli olduğunu düşünmüş ve kariyerini bu yönde çizmiştir. Bu kararında kesinlikle çok haklı olduğunu şimdiye kadar ki filmografisiyle ispatlayan yönetmenimiz, oyunculuğuyla aldığı Razzie Ödülü’nü yönetmenliğiyle Oscar heykelciğine (Lost in Translation ile En İyi Özgün Senaryo Ödülü) taşımayı bilmiş biri olarak bir başarı hikâyesinin kahramanı olmayı hak etmektedir.
Bir kadın olarak genellikle filmlerinde kadınların hayat hikâyelerine yer veren Coppola, erkeklerin bunalımlı hayatlarına da yer vermekten geri durmamıştır. Güçlü, kendi kararlarını kendi verebilen, mücadelesini erkekler olmadan yapabilen kadınları yaratırken erkekleri yalnız, güçsüz ve kaybeden ya da sadece gözlemci olarak çizmeyi tercih ederek tarafını haklı olarak belli etmiştir. Sinema ile ya oyuncu ya da yönetmen olarak her bir taraftan kuşatılmış bir ailede dünyaya gelen Coppola, şöhret dünyasının fazlasıyla sıkıntısını yaşamış olsa gerek ki hep filmlerinde bu durumu karakterlerine yaşatmaktan kendini alamamıştır. Sahne ışıklarının, ilginin, kameraların hep üzerinde hisseden ve bu durumdan oldukça hoşnutsuz olan karakterler Coppola sinemasının ilk akla gelenlerindendir. Sinemanın genel geçer kodlarıyla oynamayı seven, kendine has bir tarz yaratan, filmlerinin senaryosunu bizzat kendisi yazan, müziğin etkisinden ve bazı oyunculardan (Bill Murray) asla vazgeçmeyen bir kadın Sofia Coppola
The Virgin Suicides (Masumiyetin İntiharı) – 1999
Jeffrey Eugenides’in aynı adlı romanından uyarlanan The
Virgin Suicides, seyri oldukça zor, kasvetli ve vurucu bir filmdir. Katolik bir
ailenin baskıcı yapısından dolayı beş kız kardeşin hazin hayatlarını irdeleyen
film, her ne kadar bazı sahnelerinde aşırı abartıya kaçmış gibi düşündürtse de
aslında tüm yaşanılanlar fazlasıyla gerçeğin ta kendisi. Zira aşırı dindar bir
ailenin baskıcı yapısı –babanın bir eğitimci olması bile bu durumu
değiştiremiyor- aralarında birkaç yaş fark olan beş kız kardeşin hayatlarını
zindana çevirir. Tam da ergenlik döneminde olan kardeşler, yaşamın keyfini
çıkaracaklarına katı kurallarla örülmüş bir mabede kapatılmışlardır. Bu
zulümden farksız hayata ilk isyan bayrağını çeken en küçükleri olur. Diğerleri
umutlarını biraz daha zorlasalar da biçare çabalarlar. Ve sonunda toplu isyanı
hep birlikte gerçekleştirirler.
Coppola’nın en umutsuz, en içe dönük filmi olan The Virgin
Suicides, bu yönlerini duygu durumunu oldukça etkileyen müzikleri ve hissedilen
kasveti iki kat etkili kılan görüntüleriyle perçinliyor. Metaforlar üzerinden
giderek de anlatımını güçlendiren filmde en etkili metafor ise bir ağaç oluyor.
Kesilmesi gerektiğini hikâyenin başında öğrendiğimiz, kızların evlerinin
önündeki ağacın sonunda tüm çabalara rağmen makus talihinden kurtulamayarak
kesilmesi tam da kızların hayatını temsil ediyor. Erkeklerin ise sadece
gözlemci olabildiği, etken olmak istediklerinde ise kızların buna izin
vermediği filmin feminist damarı olduğunu da görmezden gelmemek gerek.
Susanne Bier
Danimarka sinemasının gözde yönetmenlerinden Susanne Bier, ülkesinin sinemasını tüm dünyaya sevdiren isimlerden. Hem sevilen dizilerin mimarı olan hem de yaptığı filmlerle Oscar heykelciğine kadar uzanan Bier, aynı zamanda Dogma 95’e de filmleriyle katkı sağlamıştır. Özellikle Elsker dig for Evigt’i tam anlamıyla Dogma 95’e bağlı kalarak çeker. Böylece küçük bir hazine olan Dogma külliyatına katkıda bulunan ender isimlerden biri olduğundan yeri en azından benim nazarımda ayrıdır.
Susanne Bier’ın filmografisi, aslında hikâye açısından bakınca tek bir noktada toplanmaktadır. Sanki başta bir hikâye vardı ve o hikâye üzerinden tüm filmlerin senaryosu ortaya çıktı. Zira genelde senaryolarını Anders Thomas Jensen’e yazdıran ya da birlikte yazan Bier, çok önem verdiği aile kurumunu tüm senaryolarına odak noktası seçmektedir. Sonuçta her ne kadar senaryoları Jensen yazsa da Bier’in belli başlı temel noktaları belirttiğini düşünmekteyim. Örneğin aile (genelde üç çocuklu ve mümkünse ikisi ikiz olur), üçüncü dünya ülkeleri, genelde ölüm sebebiyle çatlak alan aile ve ona yama olan bir başkası ile ailenin yeniden tamamlanması, hareketli kamera, süsten, gösterişten uzak olma, karakterlere yapılan yakın çekim ve özellikle gözlere odaklanan kamera açısı ve daha niceleri… Bier sineması denilince ilk akla gelenlerdir. Bazı konulara ya da ayrıntılara fazlasıyla takıntılı bir yönetmen anlaşılacağı gibi Bier.
Özellikle oldukça seçkin bir ülkede yaşamasına rağmen, üçüncü dünya ülkelerini, orada yaşanılan haksızlıkları, sefaleti az da olsa beyaz perdede dillendirmesi takdiri hak etmekte bana kalırsa. Kimi zaman Hindistan, kimi zaman Afganistan kimi zaman da Afrika düşer perdeye. Elbette filmin odağı olmayan bu mevzular, ana hikâyeyi besleyerek bile az çok derdini aşikâr eder.
Elsker dig for Evigt (Açık Kalpler) – 2002
Bier’ın her şeyiyle Dogma 95 akımının takipçisi olan filmi
Elsker dig for Evigt’in senaryosu yine Anders Thomas Jensen’in kaleminden
kotarılır. Bier, bu filminde her filminin siluetini oluşturan iki ailenin
birbirlerindeki eksik parçaları tamamlaması takıntısını tam anlamıyla ete
kemiğe büründürür. Birbirine âşık iki genç evlenmek üzerelerdir. Fakat ansızın
gelen görünmez kaza tüm planları alt-üst eder. Felç olan Joachim (Nikolaj Lie
Kaas), sevgilisi Cæcilie (Sonja Richter), Joachim’e arabasıyla çarpan Marie (Paprika
Steen ) ve Marie’nin doktor olan kocası Niels (Mads Mikkelsen) arasında gelişen
ilişki var olan düzenin yıkılmasına sebep olur. Belki de zaten çürümüş olan bir
evliliği ayakta tutan tek sağlam taşın aradan çekilmesine neden olur
beklenmedik kaza. Kim bilir?
Bier’in Dogma kurallarının hepsini sadık bir şekilde
uyguladığına bizzat şahit olduğumuz filmde yer yer gerçek kişilerin kayda
geçmiş hayatını izliyormuş hissine kapılmamak imkânsız. Gereksiz müziklerden,
yapmacık mekânlardan, göz alıcı, aldatıcı ışık oyunlarından uzak olan filmde
Bier kamerası ile karakterlerine oldukça yakın mesafeden bakıyor. Hareketli
kamerasıyla istediği oyunları yapmaktan kendini men etmeyen yönetmenimiz
seyircide yabancılaşmayı sağlamak için en çok karakterlerin fiziksel
bütünlüğünü bozmayı tercih ediyor. Karakterleri genelde sadece göz olarak
gördüğümüz anlar, kulağımıza sürekli izlenenlerin bir film olduğunu, kendimizi
kaptırmamız gerektiğini hatırlatıyor.
Yeşim Ustaoğlu
Ödüllü kısa filmlerle kariyerine başlayan Yeşim Ustaoğlu, ilk uzun metrajı İz ile başarıyı yakalamış bir isim. Genelde büyüdüğü topraklar olan Karadeniz’de filmler çeken Ustaoğlu, her filmiyle karakterlere odaklanan bir tarz izledi. Karakterlerin içsel yolculuklarına bizi ortak ettiği filmler, her zaman onu ödüle götürdü. Filmlerinde gerçekçiliğe çok önem veren yönetmenimiz, profesyonel olmayan oyuncularla da çalışmayı da ihmal etmedi. Gerek Karadeniz’de gerekse İstanbul’da çektiği filmlerde güçlü bir atmosfer çizdi Ustaoğlu.
Bulutları Beklerken – 2003
Ustaoğlu’nun sayısız festival gezen ve Sundance Film
Festivali’nden ödül alan filmi, aslen Yorgo Andreadis’in ‘’Tamama’’ adlı
otobiyografik çalışmasından esinlenir. Yakın tarihin en büyük yaralarından biri
olan mübadeleyi yaşananlardan biri de Ayşe’nin (Eleni’nin) hikâyesidir.
Karadeniz’de yaşayan Rum bir ailenin kızı olan Eleni, ailesi ile birlikte
mübadele kapsamında Yunanistan’a sürülürler. Zorlu koşullarda Mersin’e kadar
ulaştıklarında ailesinden çoğunu kaybetmiş, kardeşi Niko kalmıştır bir tek. Ne
var ki hayatta tutunacağı, ona kökünü hatırlatacak son dalını da kaybeder;
Mersinli bir aile onu yanlarına alır. Ama Niko, Selanik’e devam eder. Bu aile
ona kendi soy ismini verir ve yıllar sonra bu ailenin son ferdi olan, ablası
gibi bildiği kişiyle doğduğu topraklara hatta evine yerleşir. Fakat ablası da
ölünce, aslında hiç unutmadığı ama üstünü örttüğü geçmişini tekrar hatırlar.
Geçmişin izlerini, yaşanmışlıkların asla silinemeyeceğini, mübadele gibi büyük
bir acının üzerinden anlatan Ustaoğlu, her filminde yaptığı gibi yine gerçeklik
olgusuna çok eğilir. Birkaç profesyonel oyuncu dışında genelde yörenin
halkından seçtiği amatör oyuncuların kullanıldığı film, Karadeniz’in mükemmel
atmosferinden de fazlasıyla faydalanır. Tıpkı İz’de olduğu gibi başkarakterin
içe yönelik yolculuğuna, sisli atmosfer mükemmel bir uyum sağlar.
Karadeniz dağlarında anlatılan birçok hikâyeden biri olan
Eleni’nin yaşadıklarının, izleyenleri etkilememesi mümkün olmasa gerek. Ayrıca
80’li yıllarda geçen film, dönemin siyasi atmosferini de filme yedirmeyi ihmal
etmez. Bu yalın ama etkileyici bir film Bulutları Beklerken müthiş bir içsel
yolculuk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder