15 Ağustos 2018 Çarşamba

İFF Mayınlı Bölge: Safari



Bir grup insan müsveddesinin yaptığı katliam tüm çıplaklığıyla belgeleniyor.

Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl, gerek kurmacaları gerekse belgeselleri ile oldukça çarpıcı yapımlara imza atmaya son hızla devam eden bir isim. Özellikle kurmaca uzun metrajlarından Cennet Üçlemesi (Paradies: Liebe, Paradies: Glaube, Paradies: Hoffnung) ile büyük bir başarı yakalayan ve 34. İstanbul Film Festivali’nde bir belgesel olan Im Keller sayesinde buluştuğumuz Seidl, şimdi de yine bir belgesel olan Safari ile karşımızda.

Kendi halkını, onların zaaflarını, onaylanamaz, affedilemez yanlarını objektif bir gözle gözlemleyen ve hiçbir abartıya ya da dalavereye başvurmadan perdeye aktaran Seidl, Paradis: Liebe’de Avusturyalıların seks turizmini, Paradis:Glaube’de fanatik Hıristiyanlığın vardığı sapkınlığı, Paradise: Hoffnung’da umutsuzluğun pençesindeki gençliği, Im Keller’de bodrumlarında gizli saklı yaşamaya devam ettikleri faşizmi gözler önüne sermişti. Kendi halkının bu asla belki de açık edilmek istenmeyecek yanlarını büyük bir gerçekçilikle perdeye yansıtan Seidl, şimdilik son harikası olan Safari’de ise tabiri caizse bir grup insan müsveddesinin yaptığı katliamı tüm çıplaklığıyla belgeliyor.
Safari, yönetmenin tüm filmografisine göz atıldığında tartışmasız bir şekilde Paradise: Liebe ile yakın bir akrabalık taşıyor. Zira Paradise: Liebe’de seks turizmi için Kenya’ya giden ve oradaki siyahî erkekleri adeta bir seks objesi gibi kullanan Avusturyalı kadınlar ile safari yapmak için Namibya’ya giderek hem o toprakların asıl sahibi hayvanları katleden hem de yerli halk olan siyahîleri kullanan (köle mantığından pek de farkı yoktur) Avusturyalıların (beyaz Avrupalılar)birbirinden hiç de farkı yoktur. Tabii bana kalırsa Safari’de perdeye yansıyan insancıkların, Seidl’in karşımıza serdiklerinin en beteri olduğu su götürmez bir gerçek.


Büyük bir utanmazlıkla, soykırımın güzellemesini yapan beyaz insan.

Seidl, belgeselinde kurduğu mizansen ile bana fazlasıyla Joshua Oppenheimer’in 2012 yapımı The Act of Killing filmini hatırlattı. The Act of Killing’da da faşist darbe döneminde oluşan küçük bir çetenin, aradan geçen 45 yıl sonra bile o dönem komünist olarak damgaladıkları insanları nasıl katlettiklerini kameranın karşısında büyük bir gurur ve pervasızlıkla anlatmış hatta ve hatta göstererek canlandırmışlardı. İnsanın kanını donduran bu belgeselde Oppenheimer, anlatılanlara müdahale etmeden, yargılamadan dinlemiş ve kaydetmişti. Seidl de üç kuruşluk zevklerini tatmin etmek için safari yapan insan müsseveddelerini kadrajının tam ortasına konumlandırarak kayda alıyor. Ve anlatmalarını istiyor. Onlar da büyük bir utanmazlık ve cesaretle yaptıkları soykırımı güzelliyorlar. 

Hatta güzellemekle de kalmıyor kendilerince spor olarak addettikleri katliamı aklamak adına sosyolojik çıkarımlarda bulunuyorlar. Lakin yapılan bu çıkarımlar onların beyinlerinde yatan asıl gerçeği açık etmekten öteye gidemiyor ne yazık ki. Anlatıcılardan birinin, zayıf ve hasta olanları avlıyoruz, böylece onların daha sağlıklı nesillere kavuşmasını sağlıyoruz tarzındaki söylemi yapılan açıklamaların en talihsizlerinden biri sanırım. Zira bu açıklama ile üstün ırk yaratma adına hasta, eşcinsel, sakat ve karma ırktan olan insanları sorgusuz sualsiz katleden Nazi fikrinden hiçbir farkları olmadığı anlaşılıyor.

Büyük bir utanmazlıkla soykırım güzellemesi yapan beyaz insan.

Film, daha önce de dediğim gibi siyahîlerin beyaz insan tarafından nasıl göründüğüne, kullanıldığına da oldukça yer veriyor. Aslında Seidl, insanlığın varoluşundan itibaren hep kullanılan, hor görülen, katledilen siyahîler ile hayvanların durumunu, beyaz insanın onlara bakış açısının aynı olduğunu söylüyor. Zira hiç de haksız değil; beyaz insan, siyah insanı da hayvanları da kendi rahatı ve zevki için hunharca kullanmaktan utanmıyor. Safari anlarında da sonrasında, yani hayvanın yüzülüp, parçalanmasında bulunan siyah insan, hep beyaz insanın zevkinin arkasında bıraktığı pisliği temizlemek ya da birkaç adım ötede ayak işlerini yapmakla görevlidir. Seidl ise bu durumu inanılmaz dâhiyane bir fikirle perdeye yansıtıyor tahmin edileceği üzere. Ki hayvanların öldürüldüğü sahneler ne kadar dayanılmaz anlar yaşatıyorsa siyah insanlarla, bu ölen hayvanların uzuvlarının buluştuğu kareler, adeta seyirciyi dehşete düşürüyor. Bir başka açıdan da kendi topraklarında yaşayan hayvanları, ülkelerine gelen yabancıların katletmesine yardım eden, ortak olan, hayvanların katledildikten sonraki kalan pis işlerini gören siyah insanın durumunu, Nazi soykırımında katledilecek Yahudileri gaz odalarına sokan, sonrada cesetleri krematoryumda yakma işin yine kamptaki diğer Yahudilerin yapmasına benzetebiliriz. İki insan ırkı da bunları yapmaya maalesef mecbur bırakılmıştır. Kimi zaman bedenen tutsak alınarak kimi zaman da ekonomik olarak tutsak alınarak, bir grup insan diğer bir grup insanın hükmünde akıl almayacak suçlara ortaklık etmiştir.

Ulric Seidl’inin hiçbir şekilde müdahil olmadığı fakat yarattığı mekân tasarımı, kadraj kullanımı (katledilen hayvanların doldurulmuş heykelleriyle döşenmiş duvarların önünde, kadrajın tam ortasına konumlanan anlatıcılar), yer yer kurmaca izlenimi veren kamera kullanımı, katledilen hayvanları ya da onlardan arta kalan parçaları bir arada buluşturan kareleri bir başyapıtın ortaya çıkmasını sağlıyor. Özellikle sahip olduğu teknoloji sayesinde üstünlük kurabildiği hayvan türüne her şeyi yapma hakkını kendinde gören beyaz insanın rezilliğini, Nazi fikriyatının sadece yön değiştirerek devam ettiğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren Safari, fazlasıyla acımasız ve sorgulatıcı bir belgesel.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder