Bir grup insan müsveddesinin yaptığı katliam tüm çıplaklığıyla belgeleniyor.
Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl, gerek kurmacaları gerekse
belgeselleri ile oldukça çarpıcı yapımlara imza atmaya son hızla devam eden bir
isim. Özellikle kurmaca uzun metrajlarından Cennet Üçlemesi (Paradies: Liebe, Paradies:
Glaube, Paradies: Hoffnung) ile büyük bir başarı yakalayan ve 34. İstanbul Film
Festivali’nde bir belgesel olan Im Keller sayesinde buluştuğumuz Seidl, şimdi
de yine bir belgesel olan Safari ile karşımızda.
Kendi halkını, onların zaaflarını, onaylanamaz, affedilemez
yanlarını objektif bir gözle gözlemleyen ve hiçbir abartıya ya da dalavereye
başvurmadan perdeye aktaran Seidl, Paradis: Liebe’de Avusturyalıların seks
turizmini, Paradis:Glaube’de fanatik Hıristiyanlığın vardığı sapkınlığı,
Paradise: Hoffnung’da umutsuzluğun pençesindeki gençliği, Im Keller’de
bodrumlarında gizli saklı yaşamaya devam ettikleri faşizmi gözler önüne
sermişti. Kendi halkının bu asla belki de açık edilmek istenmeyecek yanlarını
büyük bir gerçekçilikle perdeye yansıtan Seidl, şimdilik son harikası olan
Safari’de ise tabiri caizse bir grup insan müsveddesinin yaptığı katliamı tüm
çıplaklığıyla belgeliyor.
Safari, yönetmenin tüm filmografisine göz atıldığında
tartışmasız bir şekilde Paradise: Liebe ile yakın bir akrabalık taşıyor. Zira
Paradise: Liebe’de seks turizmi için Kenya’ya giden ve oradaki siyahî erkekleri
adeta bir seks objesi gibi kullanan Avusturyalı kadınlar ile safari yapmak için
Namibya’ya giderek hem o toprakların asıl sahibi hayvanları katleden hem de
yerli halk olan siyahîleri kullanan (köle mantığından pek de farkı yoktur)
Avusturyalıların (beyaz Avrupalılar)birbirinden hiç de farkı yoktur. Tabii bana
kalırsa Safari’de perdeye yansıyan insancıkların, Seidl’in karşımıza
serdiklerinin en beteri olduğu su götürmez bir gerçek.
Büyük bir utanmazlıkla, soykırımın güzellemesini yapan beyaz insan.
Seidl, belgeselinde kurduğu mizansen ile bana fazlasıyla Joshua
Oppenheimer’in 2012 yapımı The Act of Killing filmini hatırlattı. The Act of
Killing’da da faşist darbe döneminde oluşan küçük bir çetenin, aradan geçen 45
yıl sonra bile o dönem komünist olarak damgaladıkları insanları nasıl
katlettiklerini kameranın karşısında büyük bir gurur ve pervasızlıkla anlatmış
hatta ve hatta göstererek canlandırmışlardı. İnsanın kanını donduran bu
belgeselde Oppenheimer, anlatılanlara müdahale etmeden, yargılamadan dinlemiş
ve kaydetmişti. Seidl de üç kuruşluk zevklerini tatmin etmek için safari yapan
insan müsseveddelerini kadrajının tam ortasına konumlandırarak kayda alıyor. Ve
anlatmalarını istiyor. Onlar da büyük bir utanmazlık ve cesaretle yaptıkları
soykırımı güzelliyorlar.
Hatta güzellemekle de kalmıyor kendilerince spor
olarak addettikleri katliamı aklamak adına sosyolojik çıkarımlarda
bulunuyorlar. Lakin yapılan bu çıkarımlar onların beyinlerinde yatan asıl
gerçeği açık etmekten öteye gidemiyor ne yazık ki. Anlatıcılardan birinin,
zayıf ve hasta olanları avlıyoruz, böylece onların daha sağlıklı nesillere kavuşmasını
sağlıyoruz tarzındaki söylemi yapılan açıklamaların en talihsizlerinden biri
sanırım. Zira bu açıklama ile üstün ırk yaratma adına hasta, eşcinsel, sakat ve
karma ırktan olan insanları sorgusuz sualsiz katleden Nazi fikrinden hiçbir
farkları olmadığı anlaşılıyor.
Büyük bir utanmazlıkla soykırım güzellemesi yapan beyaz insan.
Film, daha önce de dediğim gibi siyahîlerin beyaz insan
tarafından nasıl göründüğüne, kullanıldığına da oldukça yer veriyor. Aslında
Seidl, insanlığın varoluşundan itibaren hep kullanılan, hor görülen, katledilen
siyahîler ile hayvanların durumunu, beyaz insanın onlara bakış açısının aynı
olduğunu söylüyor. Zira hiç de haksız değil; beyaz insan, siyah insanı da
hayvanları da kendi rahatı ve zevki için hunharca kullanmaktan utanmıyor.
Safari anlarında da sonrasında, yani hayvanın yüzülüp, parçalanmasında bulunan
siyah insan, hep beyaz insanın zevkinin arkasında bıraktığı pisliği temizlemek
ya da birkaç adım ötede ayak işlerini yapmakla görevlidir. Seidl ise bu durumu
inanılmaz dâhiyane bir fikirle perdeye yansıtıyor tahmin edileceği üzere. Ki
hayvanların öldürüldüğü sahneler ne kadar dayanılmaz anlar yaşatıyorsa siyah
insanlarla, bu ölen hayvanların uzuvlarının buluştuğu kareler, adeta seyirciyi
dehşete düşürüyor. Bir başka açıdan da kendi topraklarında yaşayan hayvanları,
ülkelerine gelen yabancıların katletmesine yardım eden, ortak olan, hayvanların
katledildikten sonraki kalan pis işlerini gören siyah insanın durumunu, Nazi
soykırımında katledilecek Yahudileri gaz odalarına sokan, sonrada cesetleri krematoryumda
yakma işin yine kamptaki diğer Yahudilerin yapmasına benzetebiliriz. İki insan
ırkı da bunları yapmaya maalesef mecbur bırakılmıştır. Kimi zaman bedenen
tutsak alınarak kimi zaman da ekonomik olarak tutsak alınarak, bir grup insan
diğer bir grup insanın hükmünde akıl almayacak suçlara ortaklık etmiştir.
Ulric Seidl’inin hiçbir şekilde müdahil olmadığı fakat
yarattığı mekân tasarımı, kadraj kullanımı (katledilen hayvanların doldurulmuş
heykelleriyle döşenmiş duvarların önünde, kadrajın tam ortasına konumlanan
anlatıcılar), yer yer kurmaca izlenimi veren kamera kullanımı, katledilen
hayvanları ya da onlardan arta kalan parçaları bir arada buluşturan kareleri
bir başyapıtın ortaya çıkmasını sağlıyor. Özellikle sahip olduğu teknoloji
sayesinde üstünlük kurabildiği hayvan türüne her şeyi yapma hakkını kendinde
gören beyaz insanın rezilliğini, Nazi fikriyatının sadece yön değiştirerek
devam ettiğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren Safari, fazlasıyla acımasız
ve sorgulatıcı bir belgesel.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder