1912 yılında Atlantik açıklarında Titanic adlı geminin
batması ve 1514 kişinin hayatını kaybetmesi gibi tarihin en önemli olaylarından
biri James Cameron sayesinde perdeye taşınmıştı. Elbette 1997 yılına kadar
böylesine büyük bir olayın filme çekilmemiş olması mümkün değildi. Fakat
Cameron’un gerçekleştirdiği proje, tıpkı olayın önemine ve büyüklüğüne eşdeğer
düzeyde oldu. Dünya savaşlardan sonra denizde yaşanılan en büyük facia olan Titanic’in
batma öyküsünü filmine taşıyan Cameron, o yıl Oscar ödüllerinde neredeyse
oyunculuklar hariç her şeyi silip süpürmüş, gişeyi adeta patlatmış, tabiri
caizse tüm dünyayı sallamıştı. Tahmin edileceği üzere böylesine ilgi gören bir
filmin, büyük oranda aşktan beslendiğini söylemeye gerek yok sanırım. Üstelik
öylesine ağdalı, öylesine klişelerle dolu ama öylesine de duygularımızın en
derinine dokunan bir aşktır ki bu… Melodramın dibine vurur, hem de en dibine.
Görkemli bir gemide yaşanılan yasak aşkın kıvılcımlarının tutuştuğu sahne,
filmin de önüne geçmiştir.
Sahne Rose’nin kendisine dayatılan hayatı yaşamaya gücünün
kalmadığından dolayı, iyice umutsuzluğa düştüğü ve intiharı düşündüğü anlarda
başlar. Neyse ki Rose’un kalbindeki boşluğu dolduracak olan fakir ama onurlu
delikanlı Jack, ortaya çıkarak güzeller güzeli kızı kurtarır. Evet, çok klişe
olduğunun farkındayım. Ama en özet haliyle olay bu aslında. Lakin Cameron gibi
bir usta bu sahneyi öylesine etkileyici kılıyor ki, ağzımız bir karış açık bir
halde, apışıp kalıyoruz seyirci olarak. Bir geminin bölümünden, okyanustan, gün
batımından ve delicesine birbirleri için atan kalplerden ancak böylesine güzel
faydalanıp, ancak bu kadar nefis bir an ortaya çıkarılabilirdi. Kuşkusuz
üzerinden yirmi yıla yakın zaman geçmesine rağmen hala aklımıza mıh gibi
kazınmış, asla unutamadığımız bu anlar, etkileyiciliği anlamında kolay kolay
taklit edilemeyecek, yerine yenisi konulamayacak bir sahne olarak tarihte
yerini almıştır. Ne de olsa cebinde beş kuruş bile olmayan alt sınıf bir
erkeğin, üst sınıfa ait bir hanımefendiye verebileceği ne olabilir ki diye
düşünürken, Jack’in Rose’u dalgaların üzerinde bir kuş misali uçurup da,
kalbini resmen göklere çıkarması unutulacak ya da inanılacak gibi değildir.
Öyle değil mi? Biliyorum bu filmi ve bu sahneyi hepiniz çok iyi biliyorsunuz.
Fakat tekrardan Céline Dion’un müthiş şarkısıyla hayat bulan o sahneyi izlemeye
değmez mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder