Hayvanlara beklide en yakından bakan film.
Maud Alpi, kısa metrajlarından sonra hayat verdiği ilk uzun
metrajı Still Life (Gorge coeur ventre) ile tabiri caizse sinema dünyasına
adeta oyunbozan bir çocuk gibi giriş yapıyor. Sinemada mutlu olmayı dileyen seyircinin
alt-üst olmasına, sorgulamasına ve bir karar vermesine ön ayak oluyor. Locarno
Film Festivali’nde Sanat Barış Ödülü, Fransız Akademisi’nden Louis Delluc En
İyi İlk Film Ödülü’nü alan Still Life, duymak isteyene çok şey söyleyen,
hayvanlara belki de bugüne kadar en yakından bakan film.
Still Life, kendine mekân olarak bir mezbahayı seçiyor. Zira
meselesi de tam da o mekânlarda işlenen katliamlarla ilgili. Birbirine
bağlantılı labirentleri, demirlerle, zincirlerle birbirinden ayrılan odaları,
kirli duvarları ve aşırı kasvetli havasıyla bu mezbahaları yani hayvan türünün
katledildiği yerleri bir soykırım mekânı olarak görebiliriz. Zira insanlar gibi
doğan, büyüyen, üreyen, beslenen, hisseden ve düşünen bir türün sırf daha üstün
bir teknolojiye ya da daha sistemli düşünen bir zekâya sahip oldukları için
insan türü tarafından sistemli bir şekilde öldürülmeleri tek kelimeyle bir
katliamdır. Üstelik katledilen canlılar, sadece öldürülmekle kalmaz, insan
türünün damak zevki gibi bir sebepten ötürü vahşi yöntemlerle parçalanıp,
yenilmektedir. Bir canlı türü diğer canlı türünü oldukça profesyonel ve
sistemli bir şekilde kıyıma uğratmaktadır.
Kan ve vahşet görüntülerinden uzak bir katliam hikâyesi.
Yalnız Still Life, sanılacağı gibi hayvanların (inek, dana,
domuz, koyun…) kesilip, parçalanma, biçilme kısımlarına, birkaç görüntü
haricinde yer vermiyor. Bu birkaç sahneye de Alpi, kamerasını fazlasıyla
mesafeli tutuyor. Zira Alpi, kan ve vahşet görüntülerinden daha çok o
hayvanların ölüme gitmeden önceki hallerine, gözlerine, hareketlerine
odaklanmamızı istiyor. Gri renkteki demir parmaklıklarla birbirinden ayrılan
bölmeler vasıtasıyla Alpi, mezbahadan bize yansıttığı çoğu genel açıda kadraj
içinde kadraj kullanıyor. Üstelik birbiri ile iç içe geçmiş birçok kadraj…
Böylece her biri farklı bir karakter, farklı hayatlar böylece farklı hikâyeler
barındıran hayvanları ayrı ayrı temsil ediyor. Bu filmde gördüklerimiz bir
hayvanın değil, birbirine eklemlenmiş sayısız hayvanın hikâyesi ne de olsa.
Gösterdikleri farklı tepkiler, bakışlar ile her biri farklı
hayatların sahibi bu hayvanların gözlerindeki ifadelere, nefes alıp
verişlerine, hızlı hızlı atan kalplerine daha çok odaklanalım diye Alpi, filmde
diyaloga çok çok az yer veriyor. Bu tercihiyle görme ve duyma duyusuna vermemiz
gereken tüm dikkati sadece görme duyusuna vererek, vuruculuğunu arttıran film, görüntüleri
bize aktarırken de hiç ama hiç acele etmiyor. Korkuyla bakan bir göze uzun uzun
bakmamızı istiyor. Hatta bizi o göze bakmaya mecbur bırakıyor da diyebiliriz.
Zira hayvanın korkup, paniklediğine şahit olmak istemeyecek seyircinin de, o
gözlere bakmaktan başka şansı yok. Sadece gözler değil elbet. Görme duyumuz
üzerine bu kadar yoğun bir yükleme yapan film, sarı rengin hâkimiyetinden de en
azından mezbaha görüntülerinde hiç çıkmıyor. Bu sarı rengin de zaten
gördüklerinden bitap düşen gözlerimize yaptığı olumsuz etki oldukça vurucu
oluyor.
Köpek katledilen ve katleden arasında köprü görevinde.
Alpi, bu tutsak alınan ve katledilecek olan hayvanların
karşısına ise kısmen daha özgür olan köpeği konumlandırıyor. Köpek kendi
türünden olan canlılara yapılan kıyımı istemeyerek de olsa gözlemek zorunda
kalıyor. Her ne kadar onlarla arada iletişim kurmaya belki de yardım etmeye
çalışsa da elinden gelen tek şey bakmak oluyor. Film, bakan köpek ile bakılan
hayvanlar temelinde kuruyor çerçevesini zaten. Bu hep bakmak ve duymak
(hayvanların korkunç çığlıkları) zorunda kalan köpek, aynı zamanda mezbahada
çalışan ve hayatından pek de memnun olmayan sahibinin de hayata tutunma
sebeplerinden biri oluyor. Çünkü sahibinin yaptığı işi zihninden atmak için ot
içmek ve kendini iyi hissetmek için köpeğine sarılmak, onu öpmek dışında
yaptığı pek de bir şey yok. Aslında Alpi, hem alt sınıftan olan çobanların,
yokluk, yalnızlık içerisinde sürdürdükleri hayatlarına hem insanlığın elinde
harcanan hayvanlara hem de bu arada köprü kuran köpeklere odaklanıyor. Köpek
aslında katledilen ve katleden arasındaki köprü görevini üstleniyor böylece. Tıpkı
Andrey Tarkovski’nin Stalker filmindeki insan ile doğa (ya da Tanrı) arasında
köprü görevi gören köpeği (Haberci) gibi.
Alpi, tüm film
boyunca neredeyse hiç kan göstermeden, oldukça vurucu, tokat gibi, dayak gibi
bir filme imza atıyor. Büyük büyük laflar etmeden, ahkâm kesmeden, seyirciyi
seslere, duygulara, görüntülere ortak ederek anlatıyor derdini. Muhteşem
finaliyle de Tarkovski’ye etkileyici bir selam gönderen Still Life, umarım en
azından bazılarımızın et yemeye son vermesine sebep olmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder