1999 yapımı Frank Darabont’un yönettiği The Green Mile,
Stephen King’in aynı adlı eserinin birebir uyarlamasıdır. Bugüne kadar Stephen
King’in sayısız eseri defalarca beyaz perde ile buluşmuştur kuşkusuz. Lakin
King ile çok yakın arkadaş olan Darabont’un yönettiği The Shawshank Redemption
ile The Green Mile eserin hakkını fazlasıyla veren hatta ve hatta eserin de
üzerine çıkan yapımlar olmuşlardır. İşte böylesine başarılı bir film, koca
cüssesine rağmen bir çocuğun yüreğinin temizliğini ve saflığını taşıyan John
Coffey (Michael Clarke Duncan) ile tanışmamızı sağlar öncelikle. İki küçük kızı
öldürmekten idama mahkûm olan Coffey, ne yazık ki ön yargıların kurbanı
olmuştur. Özel bir takım güçleri olan ve her zaman bu güçlerini insanlara
iyilik yapmak için kullanan bu aşırı iyi niyetli dev insan, yine iyilik yapmak
isterken yakalanır ve asla aksi düşünülmeden yaftalanır. Hayatında belki çokça defa
görünüşünden dolayı (iri yarı, uzun boylu ve siyahî) ön yargıların kurbanı olmuş
Coffey’i bu son olaya kadar hiçbir şey yıkmaz. Lakin iki küçük kız çocuğunu
öldürmüş olabileceğini düşünen insanlık da, bunları ona yaşatan hayat da artık
gözünde kalmaz. Hakkında verilen karara artık o da adeta dört elle sarılır. Ne
de olsa bu dünyadan artık kaçmak istemektedir. Bunu onun adına yapacak
birilerine hiçbir itirazı yoktur. İşte Coffey, hapishanede geçirdiği iyisiyle
kötüsüyle unutulmaz günlerinin ardından sona gelmiştir. İdamının
gerçekleştirileceği o sahne, bu filmi izleyen birçok insanın hafızalarından
istese de silemeyeceği, her hatırlandığında gayri ihtiyari gözlerinin
yaşarmasına engel olamayacağı anlara sahiptir.
Sahne Coffey’in elektirikli sandalyeye oturduğu ve iki kız
çocuğunun annesi ile babası da dâhil birçok izleyicinin bulunduğu odada başlar.
Bugüne kadar birçok idamın gerçekleştirilmesinde görev alan gardiyanlar yine
yerlerini almış, rutin konuşmaları ve hazırlıkları yaparlar. Fakat her
zamankinden farklı olan bir şeyler vardır. Gardiyanların tamamen suçsuz
olduklarına inandıkları ve kendilerine büyük iyilikler yapmış adamın
öldürülmesine, üstelik kendi elleriyle öldürülmesine hala inanamazlar.
Hayatlarında yaptıkları en zor görevi, elleri titreye titreye, gözleri yaşlarla
dolu gerçekleştirirler. Ama en çok zorlanan da kuşkusuz Paul Edgecomb (Tom
Hanks) olsa gerek. İlk günden beri onu anlamaya çalışan, ona bir insan olarak
şans veren, dinleyen kişi Paul olmuştur. Coffey’in ona ölümsüzlük bahşettiği
Paul, hayatında belki de ilk kez söylemesi gerekenleri söylerken sesinin
titremesine, gözlerinin yaşarmasına engel olamaz. Ama ne yazık ki son komutu
vermek zorundadır. Son komutun verilmesinden önce yaşanan duygu yüklü
anlarıyla, elektriğin verildiği anda ve sonrasında yaşananlarıyla hüzünlenmeden
hatırlanmayacak, unutulmaz bir sahne sinemaya bu filmle armağan edilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder