9 Ağustos 2018 Perşembe

O AN:The Green Mile



1999 yapımı Frank Darabont’un yönettiği The Green Mile, Stephen King’in aynı adlı eserinin birebir uyarlamasıdır. Bugüne kadar Stephen King’in sayısız eseri defalarca beyaz perde ile buluşmuştur kuşkusuz. Lakin King ile çok yakın arkadaş olan Darabont’un yönettiği The Shawshank Redemption ile The Green Mile eserin hakkını fazlasıyla veren hatta ve hatta eserin de üzerine çıkan yapımlar olmuşlardır. İşte böylesine başarılı bir film, koca cüssesine rağmen bir çocuğun yüreğinin temizliğini ve saflığını taşıyan John Coffey (Michael Clarke Duncan) ile tanışmamızı sağlar öncelikle. İki küçük kızı öldürmekten idama mahkûm olan Coffey, ne yazık ki ön yargıların kurbanı olmuştur. Özel bir takım güçleri olan ve her zaman bu güçlerini insanlara iyilik yapmak için kullanan bu aşırı iyi niyetli dev insan, yine iyilik yapmak isterken yakalanır ve asla aksi düşünülmeden yaftalanır. Hayatında belki çokça defa görünüşünden dolayı (iri yarı, uzun boylu ve siyahî) ön yargıların kurbanı olmuş Coffey’i bu son olaya kadar hiçbir şey yıkmaz. Lakin iki küçük kız çocuğunu öldürmüş olabileceğini düşünen insanlık da, bunları ona yaşatan hayat da artık gözünde kalmaz. Hakkında verilen karara artık o da adeta dört elle sarılır. Ne de olsa bu dünyadan artık kaçmak istemektedir. Bunu onun adına yapacak birilerine hiçbir itirazı yoktur. İşte Coffey, hapishanede geçirdiği iyisiyle kötüsüyle unutulmaz günlerinin ardından sona gelmiştir. İdamının gerçekleştirileceği o sahne, bu filmi izleyen birçok insanın hafızalarından istese de silemeyeceği, her hatırlandığında gayri ihtiyari gözlerinin yaşarmasına engel olamayacağı anlara sahiptir.

Sahne Coffey’in elektirikli sandalyeye oturduğu ve iki kız çocuğunun annesi ile babası da dâhil birçok izleyicinin bulunduğu odada başlar. Bugüne kadar birçok idamın gerçekleştirilmesinde görev alan gardiyanlar yine yerlerini almış, rutin konuşmaları ve hazırlıkları yaparlar. Fakat her zamankinden farklı olan bir şeyler vardır. Gardiyanların tamamen suçsuz olduklarına inandıkları ve kendilerine büyük iyilikler yapmış adamın öldürülmesine, üstelik kendi elleriyle öldürülmesine hala inanamazlar. Hayatlarında yaptıkları en zor görevi, elleri titreye titreye, gözleri yaşlarla dolu gerçekleştirirler. Ama en çok zorlanan da kuşkusuz Paul Edgecomb (Tom Hanks) olsa gerek. İlk günden beri onu anlamaya çalışan, ona bir insan olarak şans veren, dinleyen kişi Paul olmuştur. Coffey’in ona ölümsüzlük bahşettiği Paul, hayatında belki de ilk kez söylemesi gerekenleri söylerken sesinin titremesine, gözlerinin yaşarmasına engel olamaz. Ama ne yazık ki son komutu vermek zorundadır. Son komutun verilmesinden önce yaşanan duygu yüklü anlarıyla, elektriğin verildiği anda ve sonrasında yaşananlarıyla hüzünlenmeden hatırlanmayacak, unutulmaz bir sahne sinemaya bu filmle armağan edilir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder