Dünyanın Sonuna Yolculuk
Nihilizm’in izinden yürüyen, kendini görüntülerin, müziğin
ve en önemlisi de sanatın kollarına bırakan bir dünyanın sonuna yolculuk filmi…
Danimarkalı aykırı yönetmen Lars von Trier’in Cannes Film
Festivali’nden ödülle dönen filmi Melancolia, en sade tabiriyle bir felaket
filmi aslında. Lakin felaket filmi denilince akıllara bol aksiyonlu bir gerilim
yahut aileyi, insanlığı koruyan, kutsayan bir güzelleme gelmemeli. Zira Trier,
Nihilizm’in izinden yürüyen, kendini görüntülerin, müziğin ve en önemlisi de
sanatın (resim) kollarına bırakan bir dünyanın sonuna yolculuk filmi yaratır.
Daha baştaki prolog sahnesinden tahmin ederiz, biz seyircilerin karşısında arz-ı
endam edecek ve içsel bir yolculuk yapmamızı sağlayacak filmin hınzırlıklarını.
Film boyunca tarihe damga vurmuş eserleri görür, onlara yapılan incelikli,
muazzam göndermelere şahit oluruz. Fakat
her anıyla, her perdeye düşen sanat eseriyle, olağanüstü görüntüleriyle (Sir
John Everett Millais’in Ophelia, Pieter Bruegel’in Jagers in de Sneeuw, Caravaggio’nun
David and Goliath ) başka bir âlemin kapılarını aralayan Melancolia’nın
nefesleri kesecek en büyüleyici anlarına, tartışmasız bir şekilde final sahnesi
ev sahipliği yapar.
Akıl ile duygunun karşılaşması ve maneviyatın galibiyeti.
Filmin ikinci yarısının yani Clarie’nin (Charlotte
Gainsbourg) hikâyesinin etkin olduğu bölümün çatışmasını yaratan en önemli
etken, Dünya’ya çarpma ihtimali olan Melancolia gezegeninin varlığı olur.
Melancolia, Dünya’ya çarpacak mı çarpmayacak mı ikilemiyle devam eden ikinci
yarı, bir yandan da akıl ile duygunun karşı karşıya gelmesine ev sahipliği
yapar. Lakin bu karşılaşmanın galibi Trier’in kaptanlığında maneviyatın
galibiyetiyle sonuçlanır. Filmde aklın temsili olan Clarie’nin kocası John,
yanılmış ve ne yazık ki korkakça intihar etmiştir. Zira Melancolia, John’un
dediği gibi gezegenimizi ıskalamayıp, çarpacaktır. Peki, geriye kalan Justine,
Clara ve Leo ne yapacaktır?
Sihirli mağaranın korunaklı gölgesinde karşılanan, eşsiz bir
felaket.
İşte tam da bu anda devreye Justine (Kirsten Dunst) girecektir.
Filmin başından itibaren etkin olmayan, hep yenilgilerin, vazgeçişlerin kadını
olan, asla yardımsız bir şey yapamayan Justine, sonsuzluğa uğurlanacakları
anların yakınlaşmasıyla birlikte adeta güçlenmiş, silkinmiştir. Ne de olsa onun
gibi yaşamaktan haz almayan hatta ve hatta aldığı her nefesle adeta işkence
çeken Justine için bu bitiş asla korkulacak, kaygılanacak bir durum değildir.
Peki ya Leo ve Clarie için? Onlar için de özellikle de Leo için bu bitişi daha
az korkusuz ve sakin karşılamanın yolu, Justine’nin uzun zamandır Leo’ya
verdiği sözden geçer. Leo, Çelikkıran teyzesinden hep ona bir mağara yapmasını
istiyordur. İşte Justine, Leo ile birlikte sihirli bir mağara yapacaktır.
Ormandan, doğanın koynundan seçilen ağaç dallarından yapılan mağara, aslında
tam da bir Kızılderili çadırı (tepe) şeklindedir. Filmin başından beri
kahramanlarımızın yaşadığı ihtişamlı malikâne, teknolojik ürünler ve daha
bidolu şeyden uzakta birkaç tane ağaç dalının birbirine tutturulmasıyla meydana
gelmiş bir mağara ya da çadırın içerisinde el ele tutuşarak karşılarla bitişi. İnsanlığın
özüne dönüşünü de ifade eder bu. Sonuçta o mal varlığının, mülkiyetin hiçbir
ehemmiyeti kalmamıştır. Bu felaketi, ister yeni bir başlangıcın öncülü ister
sonsuzluk olarak değerlendirin. Tıpkı gezegenimiz gibi masmavi, ışıl ışıl
Melancolia’nın çarpışının beklenildiği ve gezegenimizle tek vücut olduğu enfes
anların tarifi mümkün değildir. Ve bu çarpıcı anlar esnasındaki tek rahatsız
edici şey ise bir anne ve abla olarak Clarie’nin son anda oğlundan da
kardeşinden de ellerini çekerek tıpkı kocası gibi bencillik içerisinde
sonsuzluğa gitmesi olur. Jon Hopkins’in Abandon Window parçası eşliğinde
izlediğimiz bu sahneyi, bu sahnenin sahibi filmi izlemenizi tüm kalbimle
dilediğimi söylemeden edemeyeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder