10 Ağustos 2018 Cuma

2016’nın Unutulmaz Anları


1) The Hateful Eight

Yönetmen: Quentin Tarantino

Tarantino’nun şimdilik son hüneri olan The Hateful Eight, yine bol kanlı bir ziyafet adeta. Filminin her bir mekânını, nesnesini, karakterini boş bir tuval gibi düşleyerek onları kırmızı renge boyamaktan büyük keyif alan Tarantino, bu kez kanlı molalarından birini filmin kadın karakteri Daisy’nin yüzünde deniyor. Ne yalan söyleyeyim, filmin en etkisinde kaldığım, unutamadığım anı olmuştur Daisy’nin yüzü önce onu mahkûm alan kelle avcısı Warren’ın kanıyla sonra da kardeşinin kanıyla bulandığı sahne. Daisy önce düşmanının kanıyla bir nevi kutsanır, huzur bulur hemen akabinde de kardeşinin kanıyla lanetlenir, cezalandırılır. Muhteşem değil de ne denir bu an için?


2) The Neon Demon -1

Yönetmen: Nicolas Winding Refn

Refn’in fırından bu yıl çıkan yine yeni bir tarifle denediği The Neon Demon, bir meleğin şeytana dönüşümünü, mesajına arka fon oluşturacak hikâye olarak seçiyor. Her bir anı baştan çıkarıcı bu filmin en etkileyici olanlarından biri ise Jesse’nin kısa sürede tırmandığı zirve noktasında, kendine âşık olup, pentagram üçlemesini oluşturmasıdır. Bir de kendine âşık olduğu yetmezmiş gibi kendi aksiyle öpüşmesi, kadar etkileyici ne olabilir. Akıllara Narkissos’u getiren bu sahnenin maviden, kırmızıya geçişi de renklerin sahneyi dile getirişi olur.


3) The Neon Demon -2

Yönetmen: Nicolas Winding Refn

Yine The Neon Demon’dan karşımıza çıkan bu sahne, filminde finali oluyor aynı zamanda. Kurtlar sofrasında yapayalnız bir puma diye tanımlayacağımız Jesse, rakipleri tarafından çiğ çiğ afiyetle yenilmiştir. Fakat Sarah’ın midesi pek hazmetmemiş olacak ki, Jesse’nin gözünü önce kusar sonra da en acımasız şekilde ona bu hazımsızlığı çektiren midesini böylece de kendini cezalandırır. Peki, Gigi ne yapar? O ormanın en acımasızı olmayı seçer.


4) Que Horos Ela Volta

Yönetmen: Anna Muylaert

Yıllarca zengin bir ailenin yanında çalışan, onların her işine koşan Val’in, o yaz yanına misafir olarak gelen kızı ile ilişkisi üzerinden ilerleyen duygusal bir film Que Horos Ela Volta. Lakin bu duygusallığın içine yerleştirdiği sınıf meselesi ise filmin etkisini arttıran en önemli etken oluyor. Val, neredeyse bir ömür birlikte yaşadığı insanların karşısında hep kendini onlardan ayrı tutmuş bir nevi yerini, haddini bilmiştir. Bu tavrına da güya onu çok seven işverenleri hiç itiraz etmemiş hatta farkına bile varmamışlardır. Lakin Val’in kızını daha yakından tanımasıyla bir şeyler kafasına dank etmiştir. Her ne kadar önceleri kabullenmek istemese de kendi değerini, önemini anlıyor sonunda. İşte bu ayırtına vardıktan sonra kızının üniversiteyi kazandığı haberini, kızının girmesine asla izin vermediği havuza gizlice girerek kutluyor Val. Bir yandan ayağıyla suları çırpışı bir yandan da bu yaptığı hınzırlığı kızına anlatışı biz seyirciler için de bir zafer oluyor adeta.

5)Elle

Yönetmen: Paul Verhoeven

Isabella Huppert’in tek kelimeyle dudak uçuklatan performansı ile ayyuka çıkan film, tecavüz sahnesinden tut da birbirinden unutulmaz, akıllara kazınan sahnelere ev sahipliği yapar. Lakin şimdiden filmi izlemeyenlerin bile hafızasında yer eden anlar Michèle’nin Patrick ile birlikte çıkan fırtınadan korunmak amaçlı, panjurları kapamaya çalıştıkları sahnede saklıdır. Michèle, fırtınadan korunmak için Patrick ile iyice evin içerisine hapsolurken ne kadar doğru yapmaktadır işe orası büyük bir soru işareti. Lakin o an rüzgâra karşı birlikte verdikleri mücadele, mükemmel bir kareyi yaratır.

6) Toni Erdmann

Yönetmen: Maren Ade

Bir baba ve kız ilişkisi üzerinden orta sınıfı eleştiri oklarına hedef seçen Toni Erdmann, bunu yaparken fazlasıyla komik olmayı kendine bir borç biliyor. Sürekli yüksek gerilim hattında ilerleyen baba ve kızın ilişkisi, Toni’nin tüm çabalarına rağmen normal seyrine giremiyor. Fakat İnes’in evinde verdiği partide yolunda gitmeyen sebeplerden ve ruh durumunun sonucu olarak çıplak bir şekilde misafirleri karşılamaya karar vermesi ve babasının da kocaman bir tüylü kostümün içerisinde konuk olarak gelmesi filmin deşarj olduğu anları doğuruyor. Seyirci olarak uzun bir süre kahkahalardan kırıldığımız bu sahne kesinlikle kült olmaya aday.

7)American Honey

Yönetmen: Andrea Arnold

Bir yol hikâyesi olarak da okuyabileceğimiz film, Amerika'yı boydan boya dolaşarak bir ülke panoraması çizerken, dibi bulmuş hayatların dünyasına bizleri konuk ediyor. Bu konuklukta en çok da Star’ın bambaşka anları bizi adeta büyülüyor. Bazen bir ayı ile burun buruna geldiği, bazen sigara içtiği, bazen âşık olduğu adamla seviştiği sahnelerde ekranda büyüyen, büyüdükçe devleşen bu karakter Star. En büyüleyici anı ise üstü açık bir arabada Jake ile giderken ayağa kalkıp kendini rüzgârın akışına bıraktığı an olsa gerek. Özgürlüğün, aşkın, mutluluğun, başarmanın hissi en iyi başka nasıl verilebilirde ki?

8)Neruda

Yönetmen: Pablo Larrain

Yaptığı her filmiyle büyük bir beğeni toplayan Pablo Larrain’in, adaşı olan şair Pablo Neruda’nın hayatının bir kısmına odaklandığı Neruda’sı, her anlamda yine seyircileri büyülüyor. Özellikle görüntülerin adeta dile geldiği bu kusursuz başyapıt her anıyla akılları kazınmayı başarıyor. Lakin tüm filme damga vuran sahne ise beyazlar içerisindeki Neruda'nın dilenci kıza sadece sarıldığı sahne olsa gerek. Hiçbir şey demeden sadece sarılmak… Barışın renkleriyle, sanatın kolları yoksulluğu, çaresizliği kucaklıyor. Umudu ve özgürlüğü kutsayan bu sahne sinema tarihinde de kendini unutturmamak üzere yerini alıyor.


9)Nocturnal Animals

Yönetmen: Tom Ford

Özünde yine bir orta sınıf eleştirisi olan film, başlangıç sahnesiyle seyirciyi kendine bağlamayı, ekrana kilitlemeyi başarıyor. Bir sanat galerisi açılışında sergilenen görüntüler olduğunu sahnenin sonunda anlayacağımız görüntüler tartışma götürmez derecede etkileyicidir. Sergilenmeye ve görülmeye değer olanın genç, zayıf, uzun boylu, güzel kadınlar olduğunun dikte ettirildiği bir hayatta kırmızı renkte çamaşırlar ve objelerle süslenmiş, yaşlı, şişman, pörsümüş, kırışmış vücutlu kadınların dans etmesini izlediğimiz anları yönetmen istesek de istemesek de izlememizi zorunlu kılıyor. Ki bana kalırsa iyi de yapıyor.

10)Swiss Army Man

Yönetmen: Dan Kwan, Daniel Scheinert

Bir nevi nekrofili yani ölü sevicilik üzerinden tanımlayabileceğimiz bir yol üzerinden ilerliyor gibi yapan film aynı zamanda zombi türüne de dâhil edilecek türden. Adada tek başına kalan bir adam tam intihar etmek üzereyken ölü mü diri mi yoksa zombi mi olduğu belirsiz birinin kıyıya vurduğunu görür. Kendisini hayatta tutacak bu ne olduğu pek de anlaşılamayan dostunun osurmasından yararlanarak onu bir nevi sörf tahtası olarak kullanması muhteşem bir andır. Zira bu ana sinema tarihinde daha önce şahit olunmamış olduğuna da kimse karşı çıkamaz sanırım.

11) Allied

Yönetmen: Robert Zemeckis
İkinci Dünya Savaşı yıllarına uzandığımız filmin en büyük kozu Brad Pitt ve Marion Cotillard’ın aralarında yaşanan aşk olur. Bu iki büyük arzu nesnesinin aralarında başlayan kıpırdanmaların nihayete erdiği sahne ise izleyiciyi fazlasıyla tatmin edecek türden olur. Casablanca çölünde bir kum fırtınasına arabanın içinde denk gelen çiftimiz, tam da çöldeki ihtiraslı fırtına gibi harekete geçmekten kendilerini alamazlar. Kumların arabaya çarpma şiddetiyle onların birbirlerine kendilerini kaptırma şiddeti aynı rotada izler. Allied’in kesinlikle en muhteşem sahnesi diyebileceğimiz o anları bu listede es geçmem mümkün değildi.


12) Grüße-aus-Fukushima

Yönetmen: Doris Dörrie

Döris Dörrie, izleme şansını yakaladığım bu şimdilik son filmi ile birbirinden tamamen farklı iki karakteri buluşturarak, insanlığa kocaman bir umut aşılayacak filme imza atıyor. Yaş, kültür, tarz ve daha bir dolu konuda farklı olan asla bir araya gelmeleri mümkün değil diyeceğimiz Marie ve Satomi, Dörrie’nin sayesinde öylesine güzel bir dostluk kurarlar ki… Hele bu iki acılı karakterimizin bir motorun üzerinde felekten bir gün çalmak için yollara düştükleri o anlar… İzleyenlerin içini sıcacık, sevgi dolu, umut dolu yapmaktadır.


13)Land of Mine

Yönetmen: Martin Pieter Zandvliet

Bu yıl izlediğim Land of Mine, şimdiye kadar gördüğüm tüm İkinci Dünya Savaşı filmlerini tartışmasız alt edecek bir başyapıt. Hem de tüm dengelerin yerini değiştirerek başarmakta bunu. Mağdur olanlar gencecik hatta çocuk yaştaki Alman askerleridir. Abartısız her izleyenin yüreğinde derin yaralar açacak, insanlığı, suçlu-suçsuz ayrımının beyhude bir çaba olduğunu sorgulayan filmin boğazda koca bir düğüm bırakan sahnesi ise kardeşini yeni kaybetmiş ve hayata küsmüş askerin, Danimarkalı küçük kızı mayınların ortasından kurtararak sonsuzluğa uzandığı anlardır.

14)Wild

Yönetmen: Nicolette Krebitz
Hep mi insanlık hayvanları ya da ilkel toplumları ‘’medeni’’leştirecek. Modern olma adına tüm güzellikleri bırakıp aslında daha çok özümüzden, değerlerimizden uzaklaştığımız bu dünyada her şeyin tersine döndüğünü düşünelim. Bana kalırsa bunu düşünmek bile olağanüstü bir duygu. İşte Wild, en azından bir durum üzerinden bunu gerçekleştiriyor. Karşısına çıkan kurdu evine alarak onunla hayatı paylaşan Ania, doğanın sesini dinleyip, kendini kurdun düzenine bırakıyor. Bir süre sonra tamamen vahşileşerek aslında tam da belki de özünü buluyor. Ania’nın filmin sonlarında kurt ile birlikte uçsuz bucaksız doğada yürüyüp, tıpkı onun gibi akan sudan birlikte su içtikleri anların etkileyici olmadığını inkâr edecek yok sanırım.

15)(M)uchenik

Yönetmen: Kirill Serebrennikov
Bir lise öğrencisi olan ve annesiyle birlikte sıradan bir hayatı olan Venya, kendini sürekli yanından ayırmadığı İncil’e adamış bir genç. Yavaş yavaş tamamen kendini elindeki kitaba adayan, onun dışında yazılmış diğer İncillere, Kilise’ye ve din adamlarına karşı tepkili olan Venya, düşüncesini yaymak, elindeki İncil’in misyonerliğini yapmak için okuduğu liseyi seçiyor. Yoldan çıkmış okuldaki öğretmen ve öğrencilere karşı kendini bir nevi peygamber olarak gören Venya, dinini yaymaya, kendine havari toplamaya çalışıyor. Güya, kâfirlerle mücadele ediyor ve bu uğurda kâfirlerin başı ile (biyoloji öğretmeni)cihada bile girmeyi planlıyor. İşte bu cihadın en can alıcı sahnelerinden birisi ise Venya’nın sıranın üzerine çıkıp, soyunduğu ve öğretmenine karşı bir nevi kendi dinini empoze etmeye çalıştığıdır. Öğretmeni Elena’nın da bu esnada bilimi tüm inancıyla Venya karşısında savunduğunu unutmayalım.

16)Geu-Mul

Yönetmen: Kim Ki-duk

Kim Ki-Duk Geu-Mul ile yine oldukça çarpıcı bir filme imza atar. Güney Kore ile Kuzey Kore arasındaki güç dengelerinin, siyasi rantların arasında kalan masum bir balıkçının hikâyesi, güçlü bir sistem eleştirisi yapmakta. İki ülke tarafından da suçlu muamelesi gören balıkçının, tüm yaşadığı kötü muamelelerden, işkencelerden sonra ülkesine tekrar döndüğünde de aynı uygulamaların devam ettiğini görmesi sinirlerini alt üst eder. Halka gösterilmek için üzeri giydirilip, boynuna çiçekler takılarak fotoğrafının çekilmesi bir de gülümsemesinin istenmesine tükenmiş gücüne rağmen boyun eğer. Bir yandan gözyaşlarına hâkim olamadığı bir yandan da emri yerine getirmek için gülümsediği sahne yeterince vurucu anlara ev sahipliği yapar.

17)Demolition

Yönetmen: Jean-Marc Vallée

Film, mutlu bir evliliği, ücreti dolgun bir işi, oldukça şık bir evi olan Davis’in hayatının, bir trafik kazası sonrasında yıkıma uğramasını anlatır. Kaza nedeniyle karısını kaybeden Davis karakterinin ilk anlardaki umursamaz ve tepkisiz halleri Albert Camus’un Yabancı eserindeki Meursault’u akla getirse de daha sonra karakterin çok daha başka bir yöne evrildiğine şahit oluruz. Yine dünya umurunda olmayan bir adam vardır karşımızda fakat bu kez bu önemsemediği hayata müdahale vardır; Davis, her şeyi bozma, yıkma mücadelesine girmiştir. Davis, kendine yeni bir hayat kurmak için eski ve kendisini mutsuz ettiğini gördüğü her şeyi ancak yıkarak yeni bir hayat kuracağını düşünür. Tıpkı çocukların oynamaktan sıkıldıkları oyuncaklarını parçalayıp onlardan yeni bir oyuncak yaratması gibi. Üstelik yine kendisi gibi hayatına mutlu olacağı yönde karar verme aşamasında olan Chris’i de bu eylemine ortak eder. Chris’de köhnemiş bir hayata attığı her balyoz darbesi ile kendinde isteyip de gösteremediği yönlerini bir bir açığa çıkarır. Bir nevi bu yıkım süreci Davis ile Chris’in kendilerini bulmalarını sağlar.


18)I Daniel Blake

Yönetmen: Ken Loach

I Daniel Blake, devlet kurumlarını, işlemeyen bürokrasiyi, yalnız kalmış yoksul halkı, çocuklarıyla yaşam mücadelesi veren kadınları odağına alan bir film. Daniel’in tüm film boyunca izleyeceğimiz mücadelesinde bir noktada tüm sükûnetine son vererek isyan ettiği sahnede ona hak vermemek elde değil. Zira Daniel, o kadar büyük bir çaba harcamıştır ki önüne çıkan engelleri aşmak için. Lakin her çabası onun önüne aşması zor yeni engeller çıkarmış ve Daniel, tükenmeye başlamıştır. İşte yine çıkmaza girdiği bir an, eline geçirdiği sprey ile sosyal hizmetlere ait binanın duvarına yazdığı yazı ve sıktığı yumruk, muazzam bir isyandır. Daniel’in bu eylemi karşısında heyecanlanmayan yoktur sanırım.


19)Captan Fantastic

Yönetmen: Matt Ross

Modern yaşamı reddeden ve tamamen doğal bir hayat sürdürmeyi tercih eden bir ailenin hikâyesini anlatan filmin birçok kesimi etkilediğini inkâr edemeyiz. Doğada kurdukları kampta yaşayan, tamamen doğal şeyler yiyen, her anlamda sunileşen hayata karşı çıkan bu ailenin modern toplumun ya da dinlerin dayatmalarını da kabul etmeleri mümkün değildir. Ailenin bu yaşama geçmesine en çok ön ayak olan kişinin ölmesi nedeniyle istemeseler de dini bir tören yapılmasının önüne geçememişlerdir. Bu durumda ya merasime gitmeyecekler ya da o törenin kurallarını ihlal ederek gideceklerdir. Sonunda ikinci yolu tercih ederek giderler. Hıristiyanlıkta büyük bir ritüel olarak gerçekleştirilen, siyah kıyafetler içerisinde gelinen ve pek çok kuralı olan cenaze merasimine bu çılgın ailemiz rengarenk, şatafatlı kıyafetlerle, kostümler içerisinde gelirler. Adeta bu halleriyle riyakârlığın içerisine doğan büyük bir samimiyet örneği gösterirler böylece.

20)Arrival

Yönetmen: Denis Villeneuve

Bu alışılagelmedik bilim-kurgu, beklenildiği üzere efektler ve aksiyondan beslenmeyen, tam aksine sakin yapısıyla dikkat çeken bir film. Kahve çekirdeğini andıran, ihtişamdan uzak uzay gemilerinin içerisindeki dost uzaylıların, neden dünyaya geldiklerinin sebebini arıyormuş gibi yaparak insanlığın zamanla, kendileriyle, evrenle ve dille olan ilişkisini irdeliyor Arrival. Bu ezber bozan uzaylı filmi, kuşkusuz şimdiden sinema tarihindeki unutulmazlar arasına adını yazdırdı. Lakin Louise’nin uzaylılar ile hiçbir koruma ya da bölme olmadan yüz yüze geldiği ve onların yazdıkları büyüleyici yazılarının ellerinin arasından aktığı sahne bambaşka bir deneyimdi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder