1) The Hateful Eight
Yönetmen: Quentin Tarantino
Tarantino’nun şimdilik son hüneri olan The Hateful Eight,
yine bol kanlı bir ziyafet adeta. Filminin her bir mekânını, nesnesini,
karakterini boş bir tuval gibi düşleyerek onları kırmızı renge boyamaktan büyük
keyif alan Tarantino, bu kez kanlı molalarından birini filmin kadın karakteri
Daisy’nin yüzünde deniyor. Ne yalan söyleyeyim, filmin en etkisinde kaldığım,
unutamadığım anı olmuştur Daisy’nin yüzü önce onu mahkûm alan kelle avcısı
Warren’ın kanıyla sonra da kardeşinin kanıyla bulandığı sahne. Daisy önce
düşmanının kanıyla bir nevi kutsanır, huzur bulur hemen akabinde de kardeşinin
kanıyla lanetlenir, cezalandırılır. Muhteşem değil de ne denir bu an için?
2) The Neon Demon -1
Yönetmen: Nicolas Winding Refn
Refn’in fırından bu yıl çıkan yine yeni bir tarifle denediği
The Neon Demon, bir meleğin şeytana dönüşümünü, mesajına arka fon oluşturacak
hikâye olarak seçiyor. Her bir anı baştan çıkarıcı bu filmin en etkileyici
olanlarından biri ise Jesse’nin kısa sürede tırmandığı zirve noktasında,
kendine âşık olup, pentagram üçlemesini oluşturmasıdır. Bir de kendine âşık
olduğu yetmezmiş gibi kendi aksiyle öpüşmesi, kadar etkileyici ne olabilir.
Akıllara Narkissos’u getiren bu sahnenin maviden, kırmızıya geçişi de renklerin
sahneyi dile getirişi olur.
3) The Neon Demon -2
Yönetmen: Nicolas Winding Refn
Yine The Neon Demon’dan karşımıza çıkan bu sahne, filminde
finali oluyor aynı zamanda. Kurtlar sofrasında yapayalnız bir puma diye
tanımlayacağımız Jesse, rakipleri tarafından çiğ çiğ afiyetle yenilmiştir.
Fakat Sarah’ın midesi pek hazmetmemiş olacak ki, Jesse’nin gözünü önce kusar
sonra da en acımasız şekilde ona bu hazımsızlığı çektiren midesini böylece de
kendini cezalandırır. Peki, Gigi ne yapar? O ormanın en acımasızı olmayı seçer.
4) Que Horos Ela Volta
Yönetmen: Anna Muylaert
Yıllarca zengin bir ailenin yanında çalışan, onların her
işine koşan Val’in, o yaz yanına misafir olarak gelen kızı ile ilişkisi
üzerinden ilerleyen duygusal bir film Que Horos Ela Volta. Lakin bu
duygusallığın içine yerleştirdiği sınıf meselesi ise filmin etkisini arttıran
en önemli etken oluyor. Val, neredeyse bir ömür birlikte yaşadığı insanların
karşısında hep kendini onlardan ayrı tutmuş bir nevi yerini, haddini bilmiştir.
Bu tavrına da güya onu çok seven işverenleri hiç itiraz etmemiş hatta farkına
bile varmamışlardır. Lakin Val’in kızını daha yakından tanımasıyla bir şeyler
kafasına dank etmiştir. Her ne kadar önceleri kabullenmek istemese de kendi
değerini, önemini anlıyor sonunda. İşte bu ayırtına vardıktan sonra kızının
üniversiteyi kazandığı haberini, kızının girmesine asla izin vermediği havuza
gizlice girerek kutluyor Val. Bir yandan ayağıyla suları çırpışı bir yandan da
bu yaptığı hınzırlığı kızına anlatışı biz seyirciler için de bir zafer oluyor
adeta.
5)Elle
Yönetmen: Paul Verhoeven
Isabella Huppert’in tek kelimeyle dudak uçuklatan
performansı ile ayyuka çıkan film, tecavüz sahnesinden tut da birbirinden
unutulmaz, akıllara kazınan sahnelere ev sahipliği yapar. Lakin şimdiden filmi
izlemeyenlerin bile hafızasında yer eden anlar Michèle’nin Patrick ile birlikte
çıkan fırtınadan korunmak amaçlı, panjurları kapamaya çalıştıkları sahnede
saklıdır. Michèle, fırtınadan korunmak için Patrick ile iyice evin içerisine
hapsolurken ne kadar doğru yapmaktadır işe orası büyük bir soru işareti. Lakin
o an rüzgâra karşı birlikte verdikleri mücadele, mükemmel bir kareyi yaratır.
6) Toni Erdmann
Yönetmen: Maren Ade
Bir baba ve kız ilişkisi üzerinden orta sınıfı eleştiri
oklarına hedef seçen Toni Erdmann, bunu yaparken fazlasıyla komik olmayı
kendine bir borç biliyor. Sürekli yüksek gerilim hattında ilerleyen baba ve
kızın ilişkisi, Toni’nin tüm çabalarına rağmen normal seyrine giremiyor. Fakat
İnes’in evinde verdiği partide yolunda gitmeyen sebeplerden ve ruh durumunun
sonucu olarak çıplak bir şekilde misafirleri karşılamaya karar vermesi ve
babasının da kocaman bir tüylü kostümün içerisinde konuk olarak gelmesi filmin
deşarj olduğu anları doğuruyor. Seyirci olarak uzun bir süre kahkahalardan
kırıldığımız bu sahne kesinlikle kült olmaya aday.
7)American Honey
Yönetmen: Andrea Arnold
Bir yol hikâyesi olarak da okuyabileceğimiz film,
Amerika'yı boydan boya dolaşarak bir ülke panoraması çizerken, dibi bulmuş
hayatların dünyasına bizleri konuk ediyor. Bu konuklukta en çok da Star’ın
bambaşka anları bizi adeta büyülüyor. Bazen bir ayı ile burun buruna geldiği,
bazen sigara içtiği, bazen âşık olduğu adamla seviştiği sahnelerde ekranda
büyüyen, büyüdükçe devleşen bu karakter Star. En büyüleyici anı ise üstü açık
bir arabada Jake ile giderken ayağa kalkıp kendini rüzgârın akışına bıraktığı
an olsa gerek. Özgürlüğün, aşkın, mutluluğun, başarmanın hissi en iyi başka
nasıl verilebilirde ki?
8)Neruda
Yönetmen: Pablo Larrain
Yaptığı her filmiyle büyük bir beğeni toplayan Pablo
Larrain’in, adaşı olan şair Pablo Neruda’nın hayatının bir kısmına odaklandığı
Neruda’sı, her anlamda yine seyircileri büyülüyor. Özellikle görüntülerin adeta
dile geldiği bu kusursuz başyapıt her anıyla akılları kazınmayı başarıyor. Lakin
tüm filme damga vuran sahne ise beyazlar içerisindeki Neruda'nın dilenci kıza
sadece sarıldığı sahne olsa gerek. Hiçbir şey demeden sadece sarılmak… Barışın
renkleriyle, sanatın kolları yoksulluğu, çaresizliği kucaklıyor. Umudu ve
özgürlüğü kutsayan bu sahne sinema tarihinde de kendini unutturmamak üzere
yerini alıyor.
9)Nocturnal Animals
Yönetmen: Tom Ford
Özünde yine bir orta sınıf eleştirisi olan film, başlangıç
sahnesiyle seyirciyi kendine bağlamayı, ekrana kilitlemeyi başarıyor. Bir sanat
galerisi açılışında sergilenen görüntüler olduğunu sahnenin sonunda
anlayacağımız görüntüler tartışma götürmez derecede etkileyicidir. Sergilenmeye
ve görülmeye değer olanın genç, zayıf, uzun boylu, güzel kadınlar olduğunun
dikte ettirildiği bir hayatta kırmızı renkte çamaşırlar ve objelerle süslenmiş,
yaşlı, şişman, pörsümüş, kırışmış vücutlu kadınların dans etmesini izlediğimiz
anları yönetmen istesek de istemesek de izlememizi zorunlu kılıyor. Ki bana
kalırsa iyi de yapıyor.
10)Swiss Army Man
Yönetmen: Dan Kwan,
Daniel Scheinert
Bir nevi nekrofili yani ölü sevicilik üzerinden
tanımlayabileceğimiz bir yol üzerinden ilerliyor gibi yapan film aynı zamanda
zombi türüne de dâhil edilecek türden. Adada tek başına kalan bir adam tam
intihar etmek üzereyken ölü mü diri mi yoksa zombi mi olduğu belirsiz birinin
kıyıya vurduğunu görür. Kendisini hayatta tutacak bu ne olduğu pek de anlaşılamayan
dostunun osurmasından yararlanarak onu bir nevi sörf tahtası olarak kullanması
muhteşem bir andır. Zira bu ana sinema tarihinde daha önce şahit olunmamış
olduğuna da kimse karşı çıkamaz sanırım.
11) Allied
Yönetmen: Robert Zemeckis
İkinci Dünya Savaşı yıllarına uzandığımız filmin en büyük
kozu Brad Pitt ve Marion Cotillard’ın aralarında yaşanan aşk olur. Bu iki büyük
arzu nesnesinin aralarında başlayan kıpırdanmaların nihayete erdiği sahne ise
izleyiciyi fazlasıyla tatmin edecek türden olur. Casablanca çölünde bir kum
fırtınasına arabanın içinde denk gelen çiftimiz, tam da çöldeki ihtiraslı
fırtına gibi harekete geçmekten kendilerini alamazlar. Kumların arabaya çarpma
şiddetiyle onların birbirlerine kendilerini kaptırma şiddeti aynı rotada izler.
Allied’in kesinlikle en muhteşem sahnesi diyebileceğimiz o anları bu listede es
geçmem mümkün değildi.
12) Grüße-aus-Fukushima
Yönetmen: Doris Dörrie
Döris Dörrie, izleme şansını yakaladığım bu şimdilik son
filmi ile birbirinden tamamen farklı iki karakteri buluşturarak, insanlığa
kocaman bir umut aşılayacak filme imza atıyor. Yaş, kültür, tarz ve daha bir
dolu konuda farklı olan asla bir araya gelmeleri mümkün değil diyeceğimiz Marie
ve Satomi, Dörrie’nin sayesinde öylesine güzel bir dostluk kurarlar ki… Hele bu
iki acılı karakterimizin bir motorun üzerinde felekten bir gün çalmak için
yollara düştükleri o anlar… İzleyenlerin içini sıcacık, sevgi dolu, umut dolu
yapmaktadır.
13)Land of Mine
Yönetmen: Martin Pieter Zandvliet
Bu yıl izlediğim Land of Mine, şimdiye kadar gördüğüm tüm
İkinci Dünya Savaşı filmlerini tartışmasız alt edecek bir başyapıt. Hem de tüm
dengelerin yerini değiştirerek başarmakta bunu. Mağdur olanlar gencecik hatta
çocuk yaştaki Alman askerleridir. Abartısız her izleyenin yüreğinde derin
yaralar açacak, insanlığı, suçlu-suçsuz ayrımının beyhude bir çaba olduğunu
sorgulayan filmin boğazda koca bir düğüm bırakan sahnesi ise kardeşini yeni
kaybetmiş ve hayata küsmüş askerin, Danimarkalı küçük kızı mayınların
ortasından kurtararak sonsuzluğa uzandığı anlardır.
14)Wild
Yönetmen: Nicolette
Krebitz
Hep mi insanlık hayvanları ya da ilkel toplumları
‘’medeni’’leştirecek. Modern olma adına tüm güzellikleri bırakıp aslında daha
çok özümüzden, değerlerimizden uzaklaştığımız bu dünyada her şeyin tersine
döndüğünü düşünelim. Bana kalırsa bunu düşünmek bile olağanüstü bir duygu. İşte
Wild, en azından bir durum üzerinden bunu gerçekleştiriyor. Karşısına çıkan
kurdu evine alarak onunla hayatı paylaşan Ania, doğanın sesini dinleyip,
kendini kurdun düzenine bırakıyor. Bir süre sonra tamamen vahşileşerek aslında
tam da belki de özünü buluyor. Ania’nın filmin sonlarında kurt ile birlikte
uçsuz bucaksız doğada yürüyüp, tıpkı onun gibi akan sudan birlikte su içtikleri
anların etkileyici olmadığını inkâr edecek yok sanırım.
15)(M)uchenik
Yönetmen: Kirill Serebrennikov
Bir lise öğrencisi olan ve annesiyle birlikte sıradan bir
hayatı olan Venya, kendini sürekli yanından ayırmadığı İncil’e adamış bir genç.
Yavaş yavaş tamamen kendini elindeki kitaba adayan, onun dışında yazılmış diğer
İncillere, Kilise’ye ve din adamlarına karşı tepkili olan Venya, düşüncesini
yaymak, elindeki İncil’in misyonerliğini yapmak için okuduğu liseyi seçiyor.
Yoldan çıkmış okuldaki öğretmen ve öğrencilere karşı kendini bir nevi peygamber
olarak gören Venya, dinini yaymaya, kendine havari toplamaya çalışıyor. Güya,
kâfirlerle mücadele ediyor ve bu uğurda kâfirlerin başı ile (biyoloji
öğretmeni)cihada bile girmeyi planlıyor. İşte bu cihadın en can alıcı
sahnelerinden birisi ise Venya’nın sıranın üzerine çıkıp, soyunduğu ve
öğretmenine karşı bir nevi kendi dinini empoze etmeye çalıştığıdır. Öğretmeni
Elena’nın da bu esnada bilimi tüm inancıyla Venya karşısında savunduğunu
unutmayalım.
16)Geu-Mul
Yönetmen: Kim Ki-duk
Kim Ki-Duk Geu-Mul ile yine oldukça çarpıcı bir filme imza
atar. Güney Kore ile Kuzey Kore arasındaki güç dengelerinin, siyasi rantların
arasında kalan masum bir balıkçının hikâyesi, güçlü bir sistem eleştirisi
yapmakta. İki ülke tarafından da suçlu muamelesi gören balıkçının, tüm yaşadığı
kötü muamelelerden, işkencelerden sonra ülkesine tekrar döndüğünde de aynı
uygulamaların devam ettiğini görmesi sinirlerini alt üst eder. Halka
gösterilmek için üzeri giydirilip, boynuna çiçekler takılarak fotoğrafının
çekilmesi bir de gülümsemesinin istenmesine tükenmiş gücüne rağmen boyun eğer.
Bir yandan gözyaşlarına hâkim olamadığı bir yandan da emri yerine getirmek için
gülümsediği sahne yeterince vurucu anlara ev sahipliği yapar.
17)Demolition
Yönetmen: Jean-Marc
Vallée
Film, mutlu bir
evliliği, ücreti dolgun bir işi, oldukça şık bir evi olan Davis’in hayatının,
bir trafik kazası sonrasında yıkıma uğramasını anlatır. Kaza nedeniyle karısını
kaybeden Davis karakterinin ilk anlardaki umursamaz ve tepkisiz halleri Albert
Camus’un Yabancı eserindeki Meursault’u akla getirse de daha sonra karakterin
çok daha başka bir yöne evrildiğine şahit oluruz. Yine dünya umurunda olmayan
bir adam vardır karşımızda fakat bu kez bu önemsemediği hayata müdahale vardır;
Davis, her şeyi bozma, yıkma mücadelesine girmiştir. Davis, kendine yeni bir
hayat kurmak için eski ve kendisini mutsuz ettiğini gördüğü her şeyi ancak
yıkarak yeni bir hayat kuracağını düşünür. Tıpkı çocukların oynamaktan
sıkıldıkları oyuncaklarını parçalayıp onlardan yeni bir oyuncak yaratması gibi.
Üstelik yine kendisi gibi hayatına mutlu olacağı yönde karar verme aşamasında
olan Chris’i de bu eylemine ortak eder. Chris’de köhnemiş bir hayata attığı her
balyoz darbesi ile kendinde isteyip de gösteremediği yönlerini bir bir açığa
çıkarır. Bir nevi bu yıkım süreci Davis ile Chris’in kendilerini bulmalarını
sağlar.
18)I Daniel Blake
Yönetmen: Ken Loach
I Daniel Blake, devlet kurumlarını, işlemeyen bürokrasiyi, yalnız
kalmış yoksul halkı, çocuklarıyla yaşam mücadelesi veren kadınları odağına alan
bir film. Daniel’in tüm film boyunca izleyeceğimiz mücadelesinde bir noktada
tüm sükûnetine son vererek isyan ettiği sahnede ona hak vermemek elde değil.
Zira Daniel, o kadar büyük bir çaba harcamıştır ki önüne çıkan engelleri aşmak
için. Lakin her çabası onun önüne aşması zor yeni engeller çıkarmış ve Daniel,
tükenmeye başlamıştır. İşte yine çıkmaza girdiği bir an, eline geçirdiği sprey
ile sosyal hizmetlere ait binanın duvarına yazdığı yazı ve sıktığı yumruk,
muazzam bir isyandır. Daniel’in bu eylemi karşısında heyecanlanmayan yoktur
sanırım.
19)Captan Fantastic
Yönetmen: Matt
Ross
Modern yaşamı reddeden ve tamamen doğal bir hayat sürdürmeyi
tercih eden bir ailenin hikâyesini anlatan filmin birçok kesimi etkilediğini
inkâr edemeyiz. Doğada kurdukları kampta yaşayan, tamamen doğal şeyler yiyen,
her anlamda sunileşen hayata karşı çıkan bu ailenin modern toplumun ya da
dinlerin dayatmalarını da kabul etmeleri mümkün değildir. Ailenin bu yaşama
geçmesine en çok ön ayak olan kişinin ölmesi nedeniyle istemeseler de dini bir
tören yapılmasının önüne geçememişlerdir. Bu durumda ya merasime gitmeyecekler
ya da o törenin kurallarını ihlal ederek gideceklerdir. Sonunda ikinci yolu
tercih ederek giderler. Hıristiyanlıkta büyük bir ritüel olarak
gerçekleştirilen, siyah kıyafetler içerisinde gelinen ve pek çok kuralı olan
cenaze merasimine bu çılgın ailemiz rengarenk, şatafatlı kıyafetlerle,
kostümler içerisinde gelirler. Adeta bu halleriyle riyakârlığın içerisine doğan
büyük bir samimiyet örneği gösterirler böylece.
20)Arrival
Yönetmen: Denis Villeneuve
Bu alışılagelmedik bilim-kurgu, beklenildiği üzere efektler
ve aksiyondan beslenmeyen, tam aksine sakin yapısıyla dikkat çeken bir film.
Kahve çekirdeğini andıran, ihtişamdan uzak uzay gemilerinin içerisindeki dost
uzaylıların, neden dünyaya geldiklerinin sebebini arıyormuş gibi yaparak
insanlığın zamanla, kendileriyle, evrenle ve dille olan ilişkisini irdeliyor
Arrival. Bu ezber bozan uzaylı filmi, kuşkusuz şimdiden sinema tarihindeki
unutulmazlar arasına adını yazdırdı. Lakin Louise’nin uzaylılar ile hiçbir
koruma ya da bölme olmadan yüz yüze geldiği ve onların yazdıkları büyüleyici
yazılarının ellerinin arasından aktığı sahne bambaşka bir deneyimdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder