Tam Bir Hayal Kırıklığı
2000’li yıllarda kısa filmlerle yönetmenlik kariyerine adım
atan Marc Webb, 2009 yılında yönettiği (500) Days of Summer ile muhteşem bir
romantik komediye imza atmıştı. Özellikle alışılagelmiş romantik komedilerden
farklı bir rota izleyerek, unutulmazlar arasında yerini almıştı bu film.Böylesine
bir yapımdan sonra ise takipçilerini şaşırtan bir hamle ile The Amazing Spider-Man
ve The Amazing Spider Man – 2 için kamera arkasına geçen Webb, klasik Hollywood
aksiyonu gibi güvenli sularda yüzmenin cazibesine kapılmıştı. Açıkçası klasik
sinema seyircisinin her halükarda afiyet ile yiyeceği, süper kahraman türünde
yönetmenlik yaparak kendini pek de geliştirebilme şansı bulamayan
yönetmenimizden bir aile draması geldiğini duyunca tedirgin olmamak elde
değildi. Ve bu tedirginliğin boşuna olmadığı, Gifred’ı izleyince ne yazık ki
ortaya çıktı. Webb, kısır kaldığı yönetmenlik tecrübesinde, seyirciye
umduğundan da daha azını sunan bir yapım ile hayal kırıklığı yaratmakta.
Özellikle 2000’li yıllardan itibaren deha insanların
biyografilerini perdeye aktaran filmler çok sevilmiş, bu nedenle de tutan bir
formül olarak raflarda yerini almıştır. 2001 yapımı A Beautiful Mind, 2006
yapımı Copying Beethoven, 2014 yapımı The Theory of Everything ve The Imitation
Game, 2015 yapımı The Man Who Knew Infinity, 2016 yapımı Hidden Figures bu
biyografilerden sadece bir kaçı. Yalnız bu yapımların oldukça ustalıklı işler
olduğunu ve Oscar’da da gerek ödüllerde gerek adaylıklarda isimlerinin
geçtiğini belirtmek gerek. Seyircinin en azından film süresince özdeşlik
kurarak, geçici bir tatmin yaşadığı bu hayat hikâyeleri tutunca ardı arkası
gelmeyen dâhi hayatlar, perdede arz-ı endam etmek için sıraya dizilmiş
durumdayken Webb de bu durumu fırsata çevirmek isteyenlerden oluyor. Kurmaca
bir hikâye olması ve küçük bir çocuğun hayatına odaklanmasıyla en çok 1991’de
Jodie Foster yönetmenliğinde hayat bulan Little Man Tate ile benzerlik taşıyan
Gifted, bu kez dâhi olan torunu için mücadele veren dede yerine yeğeni için
mücadele veren amcayı çıkarmakta karşımıza. Yalnız Gifted, Foster’ın başrolü de üstlendiği ilk
yönetmenlik denemesi olan Little Man Tate’in bile başarısını yakalayamıyor.
Mary’in Sayılarla Tatmin Etmeyen İlişkisi
Dâhi olan kız kardeşi tarafından kendisine emanet edilen
yeğenine ebeveynlik yapan Frank Adler (Chris Evans), Mary’nin de dâhi olduğunu
bilmesine rağmen kız kardeşi ile aynı kaderi paylaşmaması için onu normal
çocukların okuduğu, sıradan bir okula gönderiyor. Amacı, yeğeninin, hayatı
boyunca sayılara boğulan ve bu nedenle de asosyal bir hayat yaşayan kız kardeşi
ile aynı şeyleri yaşamamasıdır. Fakat Frank’in planları yolunda gitmeyecek,
anneanne Evelyn’nin de sahneye çıkmasıyla, film çekişmeli bir vekâlet sürecine
evrilecektir. Bu süreçte ne yazık ki
Evelyn ile Frank arasındaki soğukluğun tam olarak sebebini anlayamadığımız gibi
hukuksal sürecin de tam olarak içerisine giremiyoruz. Üstelik ani bir kararla,
pat diye bağlanan süreç, inandırıcılığını iyice kaybediyor. Peki, tüm bu
hengâmenin içerisinde Mary’nin sayılarla olan ilişkisine ne kadar şahit
oluyoruz. Ne yazık ki çok az.
Film, anneanne, anne ve çocuk olmak üzere üç nesil üzerinden
devam eden dâhilik hikâyesine, her birinin çözümüne vaad edilmiş milyon
dolarlık ödülle bilinen milenyum problemlerini ortak ediyor. Bir tanesi Rus
matematikçi Gregory Parelman tarafından çözülen bu problemlerden bir diğerinin
de Mary’nin annesi tarafından çözülmeye çalışıldığını öğreniyoruz. Ve tabii ki
Mary de matematiğe olan sonsuz tutkusunu, problemlerden birini çözerek nihayete
erdirmek istiyor. Peki, biz filmde bu problemlerle ne kadar haşır neşir
oluyoruz? Ya da sürekli bilgisayarın, kitapların başından kalkmayan Mary’nin sayılarla
olan diyaloglarına bir sahne hariç neredeyse hiç şahit oluyor muyuz? Ne yazık
ki hayır. Her söylediği ve yaptığıyla kabına sığmayan bir zekâya sahip olduğunu
aşikâr eden Mary’nin agresif tavırlar göstermesine sayılarla olan münasebetinden
daha çok şahit olmak ya da amcasının sevimsizce iliştirilmiş aşk macerası
elbette can sıkıcı. Hikâyeyi sürekli şişiren bu eklentiler yetmezmiş gibi
filmin çatışmasını hiçbir şekilde beslemeyen siyahî komşu(Oktavia Spencer),
biyolojik baba, Mary’i evlatlık alan aile ise safra görevinden öteye gidemiyor.
Aileyi Kutsarken Vermek İstediği Mesajın Altında Ezilmek
Mary’e hayat veren Mckenna Grace’nin başarılı oyunculuğu
önünde şapka çıkarmak gerektiğini düşünmem kadar süper kahramanlar evreninde
dolaşırken yolunu şaşırmış Chris Evans’ın oyunculuğundan da bir o kadar
rahatsız olduğumu söylemem gerek. Zira yıllardır rol aldığı bol aksiyonlu
filmlerde işine çok yarayan kaslı vücudu ve botokslular gibi yüz mimiklerini
kullanamayan oyunculuğuyla Evans, Frank olarak hiç inandırıcı olamıyor. Üstelik
bu uyumsuz oyunculuğa bir de artık klişeleşmiş looser karakter de eklenince
başarısızlık kaçınılmaz oluyor. Karşımızda tüm heybetiyle arz-ı endam eden
vücuduyla her an bizi başka bir evrene taşıyacağını düşündüren Evans ile hayat
bulan Frank’in yakın zamanda izleyip de büyülendiğimiz Manchester by The
Sea’daki amcadan birazcık da olsa nasiplenme gibi bir durumu olsaydı ne iyi
olurdu. Oysa bu durumda Frank’in içinde bulunduğu ruh hali, looser kişiliği ve
Mary ile arasındaki bağın kuvvetinin altı doldurulamadığı için hep bir havada
kalma durumu yaşanıyor.
Gifted, büyük bir iştahla izlenmek istenen fakat hikâyesini
anlatmaya devam ettikçe vaad ettiği hızdan irtifa kaybeden bir yapım. Filmden
geriye küçük oyuncunun başarılı performansı, dâhilik ile ilgili bildiğimiz
şeylerin tekrarı ve bilmeyenler için milenyum problemleri hakkında ufak bilgi
kırıntıları kalıyor. Alttan alta evlenmeyi ve çocuk yapmayı yani aileyi
kutsadığını da es geçmeyeceğim film, alt metinde bunu kutsadıktan sonra vermek
istediği mesajında altında eziliyor böylece.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder