14 Ağustos 2018 Salı

Bu Filmlerde Aşk Yasak



Sinema, aşkı merkezine alan filmleri her daim tercih etmiştir. Ne de olsa aşk, hayattaki en büyük duygulardan biri olmuştur geçmişten bu yana. Peki, bu durumun tamamen tersine döndüğünü düşünelim mi? Âşık olmanın yasaklandığı hatta cezalandırıldığı bir hayatı düşlemek bile zor değil mi? Genelde yaşanan bir felaket ya da 3. Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden kurulan, duygulara, kültür-sanata ve daha birçok şeye kapalı olan hayatların anlatılmaya çalışıldığı filmlerin hepsi faşist rejimleri eleştirir aslında. Gerek isminde sosyalizm olsun, gerek başka şey hepsinin baskı ve yasaklarla faşist bir düzen kurdukları gerçeğinden kaçılmaz. İşte bu tahayyül dahi edemediğimiz durumu, yarattıkları distopyalarda işleyen filmlerden yedi tanesine daha yakından bakalım.


1)The Lobster (Istakoz) – 2015

Yönetmen: Yorgos Lanthimos

Geçen yıl Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos, Kynodontas’tan sonra ikinci şok etkisini The Lobster ile yarattı. Yönetmenin Yunanistan dışında çektiği ve tüm dünya tarafından tanındığı, ödüllere boğulduğu film olan The Lobster, yaşayabilmek için iyi bir eş olabilmenin ya da asla eş olmamanın zorunlu olduğu bir distopya çizer. İki bölümden oluşan filmin ilk yarısı ya 45 gün içerisinde kendine uygun bir eş bulacağın ya da istediğin hayvana dönüştürüleceğin bir otelde, ikinci yarısı ise eş olmanın yasak olduğu bir ormanda geçmektedir. Filmde öncesinde devletin sonrasında ise ona karşı mücadele veren illegal oluşumun faşizmine tanık oluruz.  Eş olmanın, âşık olmanın hatta her türlü temasın bile yasak olduğu yalnızlar topluluğu, sistemin eş olmayı zorunlu kılan baskıcı yapısından kaçmış, fakat kraldan çok kralcı olmuş bir yapılanma. Koyduğu kurallar, verdiği cezalar ve işleyiş şekliyle sistemin uygulamalarından hiçbir farkı olmayan bu topluluğa liderlik eden kadın da fazlasıyla diktatör. Adeta yangından kaçarken doluya tutulan David ve âşık olduğu kadın her şeye rağmen aşklarını yaşamakta kararlı bir yol izlerler. Sonunda Yeşilçam klişelerine taş çıkartacak bir manevrayla hem de.

Lanthimos’un sistemi karşısına alıp da ona arsız bir çocuk gibi türlü komiklikler yaptığı The Lobster, güçlü bir sistem eleştirisi.




2) Alphaville, une étrange aventure de Lemmy Caution (Alfakent) – 1965

Yönetmen: Jean-Luc Godard

Godard ustanın başyapıtlarından olan bilim- kurgu türündeki Alphaville, aynı zamanda film-noir tadında. Oldukça etkili bir distopyanın yaratıldığı filmde, Alphaville adlı şehre, 003 kod numaralı Lemmy Caution adlı bir dedektif gelir. Amacı elbette Alphaville’yi ele geçirmek ve bu şehrin mimarı olan Prof. Von Bruan’u öldürmektir. Lakin ülkeyi Alpha 60 adlı bir makinenin yönettiğini öğrenmesi ve profesörün kızı Natasha’ya âşık olması işlerin planlandığı gibi gitmemesine neden olur. Üstelik tüm duyguların yasaklandığı ve unutulduğu bu şehirde âşık olduğu kadın, aşktan bile bihaberdir. Bu sebeple Lemmy, bir yandan Natasha’ya aşkın ve diğer duyguların ne olduğunu, yasaklanan sözcükleri öğretir bir yandan da Alpha 60 ile mücadele eder. Mücadelenin en büyük sebeplerinden biri de duygusal yakınlaşmalara bile tahammülü olmayan Alphaville’dir. Bu esnada sürekli bir makine tarafından yönetilen şehirde sadece mantık ile hareket eden insanlara karşı Lemmy’nin tek silahı duyguları olur.

Akıl ile duyguların karşı karşıya getirildiği bu distopyada, Godard’ın tarafını duygulardan yana belirttiği bu mükemmel film, aşka yazılan en etkileyici methiyelerdendir aynı zamanda.




3) Nineteen Eighty-Four (1984) – 1984

Yönetmen: Michael Radford 

George Orwell’in tüm dünyayı sarsan romanı 1984’den uyarlanan film, tam da romanda anlatılanların yaşanacağı var sayılan yılda 1984 yılında çekilir. 1984, tüyler ürpertici bir evrende geçmekte. Üçüncü Dünya Savaşı yeni olmuş ve Dünya üç kutuplu bir duruma gelmiştir. Bunlardan en güçlüsü Okyanusya’da geçen film, güya diktatör bir sosyalist rejimle yönetilir. Bu yasaklar ülkesinde, rejimin en büyük tehlike olarak gördüğü şey elbette aşktır. Her türlü kişisel eşyadan, kültür-sanat ve eğlenceden arındırılmış bu distopyada asla affedilmeyeceklerden biri ise aşk olur. Sanal döllenme ile çoğalmanın çok daha tehlikesiz olduğu düşünülen bu evrende elbette bu yasağı kıracak bireylerde olmalı değil mi? Winston Smith ile Julia, yaşadıkları sisteme asla inanmayan, bir çıkış yolu arayan iki yalnız olarak birbirlerini fark etmekte geç kalmazlar. Ne var ki bu iki asi ruhun aşkları onlara çok ama çok acıya mal olacaktır.

Faşizmin kendini buram buram hissettirdiği bu yapım, aşkın gücünü de aynı oranda yadsınamayacak olduğunun altını kalınca çizer film.




4)Alpeis (Alps) – 2011

Yönetmen: Yorgos Lanthimos

Alpeis,  ölen kişilerin para ile yerlerine geçerek yakınlarının hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ettirmelerini sağlayan insanların yaşamına ortak eder bizleri. Bir süre sonra fazlasıyla sistematik bir şekilde ilerleyen işleyiş, kendini yaptığı işe fazla kaptıran birinin ayak diremesiyle bozulmaya başlar.  Yerine geçtiği kişilerin hayatlarına kendisini gereğinden fazla koyan hemşire (gerçek ismini bilmeyiz) karısının yerine geçtiği adamla yasak olmasına rağmen cinsel ilişkiye bile girer. Aslında karşıdaki adamın buna ihtiyacı olmasından daha çok kendisinin vardır. Âşık olmaya, sevilmeye, yalnız olmamaya ihtiyaç duyar. Bunu gidermek içinde kendisi gibi olanlara yardım etme yolunu kendine seçer hem de kuralları bile delme pahasına.

Alpheis’de bir süre sonra yardımcı olanlar mı yoksa yardıma ihtiyacı olanlar mı daha zavallı, birbirine karışır. Her şeyin ters yüz olduğu filmde popüler kültürün kişileri sıradanlaştırmasına ve birey olarak toplumdaki yerlerimizin aslında ne kadar da vasıfsız olduğuna da şahit oluruz.




5)Equals (Aşk Uğruna) – 2016

Yönetmen: Drake Doremus

Drake Doremus, Equals ile benzerini bugüne kadar çokça izlediğimiz bir distopya çizer. Yalnız Equals, yaşadığımız dünyadaki birçok duygunun yok edilmesinden çok bu duygulardan birine, aşka odaklanmakta. Duygusal yakınlaşmaların zinhar yasak olduğu bu evrende, salgın bir hastalık her şeyi alt üst eder. Tüm bireylerin adeta duygularını ele geçiren sistem, bir an önce hissetmeye başlayan hastaları, iyileştirmek için çalışır. Zira bireylerin hissetmesi demek, her şeyi kontrol altında tutan sistemin tüm istikrarının sarsılması anlamına gelir. İşte Silas ve Nia bu hastalığa yakalanan iş arkadaşlarıdır. Fakat bu hastalık onlara, birçoklarına getirdiği gibi ölüm yerine aşkı getirir. Tüm yasaklara inat aşklarını yaşamaya kararlı olan ikilimiz, gerekirse sınırları bile aşmayı, bilinmeyene doğru gitmeyi bile kafalarına koyarlar. Ne yazık ki hiçbir şey o kadar kolay olmayacaktır.

Sistem eleştirisini aşkın gücü ile yapan,  her çağın bitmeyen çilesi salgın hastalıklara ve böylece yine sisteme karşı duruşunu sergileyen bir film Equals.




6)The Giver (Seçilmiş) – 2014

Yönetmen: Philip Noyce

The Giver, yaşanan kaos sonrası değişen bir dünyada geçmekte. Daha önce yaşanılan acıların tekrar yaşanmaması için hayatta kalan insanlar duygulardan arındırılmış, tehlikesiz, heyecansız, aşksız bir dünya yaratmışlardır kendilerine. Adeta bir fanus içerini andıran yaşadıkları yerin ötesinde, sınırların dışında nasıl bir hayat olduğu ise bilinmemekte. Yaşlıların her türlü kararı verdiği bu distopyada her sabah alınan bir ilaçla tüm duygulardan insanlar arındırılır. Buna karşı çıkan ise sınır dışına (ölüme) yollanır. Hisler olmayınca da ne sinirlenme, kavga, özlem, en önemlisi de aşk bilinmez bile. Zaten bu hislerin kelime olarak karşılığı da bilinmez. Ama evdeki hesap çarşıya uymaz, er geç kusursuz düzende de bir çatlak oluşur. Jonas, seçilmiş kişi olup da geçmiş hayatı aktarıcıdan öğrenince –sadece tek bir kişiye felaketten önce hayatın nasıl olduğu aktarılır- hem çok etkilenir hem de çok sevdiği arkadaşına âşık olduğunu anlar. Zira Jonas, hislerini elinden alan ilaçlarını da almayı bırakmıştır. Aile dışından kişilere dokunmanın bile yasak olduğu bir sistemde Jonas, aşkın verdiği çılgın duyguyla çok daha ötesine gitmekten geri kalmaz. Tabiri caizse Ferhat gibi dağları bile deler.

Her türlü kötülüğüne, felaketlerine, savaşlarına rağmen duyguların olduğu hayatın tercih edileceğini net bir şekilde vurgulayan The Giver’da, kurguda araya yerleştirilen, unutulan hayattan görüntülerin de çok etkileyici olduğunu belirtmek gerek.




7) Equilibrium (İsyan) – 2002

Yönetmen: Kurt Wimmer

Equilibrum, listedeki diğer filmlerin aksine aksiyon yanıyla da dikkat çeken bir film. Özellikle Matrix’e bir nebze benzeyen filmin bu yönüne ağırlık verdiği için senaryo kısmında zayıf kaldığını yadsıyamayız. Yine 3. Dünya Savaşı sonrası, bir daha savaş yaşanmaması için yeni düzeni kuranlar (özellikle rahip) prozium denilen bir ilaç ile tüm insanların duygularını yok etme kararı alırlar. Yalnız bu kurala uymak istemeyen de büyük bir çoğunluk, yeraltına girerek kurulan bu yeni düzeni yıkmak için örgütlenirler. Bu yeraltında örgütlenenleri yok etmek için görevli olanlardan biri olan başkarakter John Preston, bir gün ilacı yere düştüğü için ilacını içmezse…  John’un ilerleyen günlerde de ilacını almamasıyla büyük bir değişim geçirmesi çok etkileyici anlatılmakta. John, kendi elleriyle öldürdüğü iş ortağının, idama mahkûm olan sevgilisine bir şeyler hissetmesiyle de bu var olan düzeni yıkmak için elinden geleni yapar.

Duyguların, hele ki aşk duygusunun önünde hiçbir engelin durmayacağını ifade eden filmin, aksiyon severleri de mutlu edeceği bir gerçek.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder