Sinema, aşkı merkezine alan filmleri her daim tercih
etmiştir. Ne de olsa aşk, hayattaki en büyük duygulardan biri olmuştur
geçmişten bu yana. Peki, bu durumun tamamen tersine döndüğünü düşünelim mi?
Âşık olmanın yasaklandığı hatta cezalandırıldığı bir hayatı düşlemek bile zor
değil mi? Genelde yaşanan bir felaket ya da 3. Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden
kurulan, duygulara, kültür-sanata ve daha birçok şeye kapalı olan hayatların
anlatılmaya çalışıldığı filmlerin hepsi faşist rejimleri eleştirir aslında.
Gerek isminde sosyalizm olsun, gerek başka şey hepsinin baskı ve yasaklarla
faşist bir düzen kurdukları gerçeğinden kaçılmaz. İşte bu tahayyül dahi
edemediğimiz durumu, yarattıkları distopyalarda işleyen filmlerden yedi
tanesine daha yakından bakalım.
1)The Lobster (Istakoz) – 2015
Yönetmen: Yorgos Lanthimos
Geçen yıl Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos, Kynodontas’tan
sonra ikinci şok etkisini The Lobster ile yarattı. Yönetmenin Yunanistan dışında çektiği
ve tüm dünya tarafından tanındığı, ödüllere boğulduğu film olan The Lobster,
yaşayabilmek için iyi bir eş olabilmenin ya da asla eş olmamanın zorunlu olduğu
bir distopya çizer. İki bölümden oluşan filmin ilk yarısı ya 45 gün içerisinde
kendine uygun bir eş bulacağın ya da istediğin hayvana dönüştürüleceğin bir
otelde, ikinci yarısı ise eş olmanın yasak olduğu bir ormanda geçmektedir.
Filmde öncesinde devletin sonrasında ise ona karşı mücadele veren illegal
oluşumun faşizmine tanık oluruz. Eş
olmanın, âşık olmanın hatta her türlü temasın bile yasak olduğu yalnızlar
topluluğu, sistemin eş olmayı zorunlu kılan baskıcı yapısından kaçmış, fakat
kraldan çok kralcı olmuş bir yapılanma. Koyduğu kurallar, verdiği cezalar ve
işleyiş şekliyle sistemin uygulamalarından hiçbir farkı olmayan bu topluluğa
liderlik eden kadın da fazlasıyla diktatör. Adeta yangından kaçarken doluya tutulan
David ve âşık olduğu kadın her şeye rağmen aşklarını yaşamakta kararlı bir yol
izlerler. Sonunda Yeşilçam klişelerine taş çıkartacak bir manevrayla hem de.
Lanthimos’un sistemi karşısına alıp da ona arsız bir çocuk gibi
türlü komiklikler yaptığı The Lobster, güçlü bir sistem eleştirisi.
2) Alphaville, une étrange aventure de Lemmy Caution (Alfakent) – 1965
Yönetmen: Jean-Luc Godard
Godard ustanın başyapıtlarından olan bilim- kurgu türündeki
Alphaville, aynı zamanda film-noir tadında. Oldukça etkili bir distopyanın
yaratıldığı filmde, Alphaville adlı şehre, 003 kod numaralı Lemmy Caution adlı
bir dedektif gelir. Amacı elbette Alphaville’yi ele geçirmek ve bu şehrin
mimarı olan Prof. Von Bruan’u öldürmektir. Lakin ülkeyi Alpha 60 adlı bir
makinenin yönettiğini öğrenmesi ve profesörün kızı Natasha’ya âşık olması
işlerin planlandığı gibi gitmemesine neden olur. Üstelik tüm duyguların
yasaklandığı ve unutulduğu bu şehirde âşık olduğu kadın, aşktan bile
bihaberdir. Bu sebeple Lemmy, bir yandan Natasha’ya aşkın ve diğer duyguların
ne olduğunu, yasaklanan sözcükleri öğretir bir yandan da Alpha 60 ile mücadele
eder. Mücadelenin en büyük sebeplerinden biri de duygusal yakınlaşmalara bile
tahammülü olmayan Alphaville’dir. Bu esnada sürekli bir makine tarafından
yönetilen şehirde sadece mantık ile hareket eden insanlara karşı Lemmy’nin tek
silahı duyguları olur.
Akıl ile duyguların karşı karşıya getirildiği bu distopyada,
Godard’ın tarafını duygulardan yana belirttiği bu mükemmel film, aşka yazılan
en etkileyici methiyelerdendir aynı zamanda.
3) Nineteen Eighty-Four (1984) – 1984
Yönetmen: Michael Radford
George Orwell’in tüm dünyayı sarsan romanı 1984’den
uyarlanan film, tam da romanda anlatılanların yaşanacağı var sayılan yılda 1984
yılında çekilir. 1984, tüyler ürpertici bir evrende geçmekte. Üçüncü Dünya
Savaşı yeni olmuş ve Dünya üç kutuplu bir duruma gelmiştir. Bunlardan en
güçlüsü Okyanusya’da geçen film, güya diktatör bir sosyalist rejimle yönetilir.
Bu yasaklar ülkesinde, rejimin en büyük tehlike olarak gördüğü şey elbette
aşktır. Her türlü kişisel eşyadan, kültür-sanat ve eğlenceden arındırılmış bu
distopyada asla affedilmeyeceklerden biri ise aşk olur. Sanal döllenme ile
çoğalmanın çok daha tehlikesiz olduğu düşünülen bu evrende elbette bu yasağı
kıracak bireylerde olmalı değil mi? Winston Smith ile Julia, yaşadıkları
sisteme asla inanmayan, bir çıkış yolu arayan iki yalnız olarak birbirlerini
fark etmekte geç kalmazlar. Ne var ki bu iki asi ruhun aşkları onlara çok ama
çok acıya mal olacaktır.
Faşizmin kendini buram buram hissettirdiği bu yapım, aşkın
gücünü de aynı oranda yadsınamayacak olduğunun altını kalınca çizer film.
4)Alpeis (Alps) – 2011
Yönetmen: Yorgos Lanthimos
Alpeis, ölen
kişilerin para ile yerlerine geçerek yakınlarının hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına
devam ettirmelerini sağlayan insanların yaşamına ortak eder bizleri. Bir süre
sonra fazlasıyla sistematik bir şekilde ilerleyen işleyiş, kendini yaptığı işe
fazla kaptıran birinin ayak diremesiyle bozulmaya başlar. Yerine geçtiği kişilerin hayatlarına
kendisini gereğinden fazla koyan hemşire (gerçek ismini bilmeyiz) karısının
yerine geçtiği adamla yasak olmasına rağmen cinsel ilişkiye bile girer. Aslında
karşıdaki adamın buna ihtiyacı olmasından daha çok kendisinin vardır. Âşık
olmaya, sevilmeye, yalnız olmamaya ihtiyaç duyar. Bunu gidermek içinde kendisi
gibi olanlara yardım etme yolunu kendine seçer hem de kuralları bile delme
pahasına.
Alpheis’de bir süre sonra yardımcı olanlar mı yoksa yardıma
ihtiyacı olanlar mı daha zavallı, birbirine karışır. Her şeyin ters yüz olduğu
filmde popüler kültürün kişileri sıradanlaştırmasına ve birey olarak toplumdaki
yerlerimizin aslında ne kadar da vasıfsız olduğuna da şahit oluruz.
5)Equals (Aşk Uğruna) – 2016
Yönetmen: Drake Doremus
Drake Doremus, Equals ile benzerini bugüne kadar çokça
izlediğimiz bir distopya çizer. Yalnız Equals, yaşadığımız dünyadaki birçok
duygunun yok edilmesinden çok bu duygulardan birine, aşka odaklanmakta.
Duygusal yakınlaşmaların zinhar yasak olduğu bu evrende, salgın bir hastalık
her şeyi alt üst eder. Tüm bireylerin adeta duygularını ele geçiren sistem, bir
an önce hissetmeye başlayan hastaları, iyileştirmek için çalışır. Zira bireylerin
hissetmesi demek, her şeyi kontrol altında tutan sistemin tüm istikrarının
sarsılması anlamına gelir. İşte Silas ve Nia bu hastalığa yakalanan iş
arkadaşlarıdır. Fakat bu hastalık onlara, birçoklarına getirdiği gibi ölüm
yerine aşkı getirir. Tüm yasaklara inat aşklarını yaşamaya kararlı olan
ikilimiz, gerekirse sınırları bile aşmayı, bilinmeyene doğru gitmeyi bile
kafalarına koyarlar. Ne yazık ki hiçbir şey o kadar kolay olmayacaktır.
Sistem eleştirisini aşkın gücü ile yapan, her çağın bitmeyen çilesi salgın hastalıklara
ve böylece yine sisteme karşı duruşunu sergileyen bir film Equals.
6)The Giver (Seçilmiş) – 2014
Yönetmen: Philip Noyce
The Giver, yaşanan kaos sonrası değişen bir dünyada
geçmekte. Daha önce yaşanılan acıların tekrar yaşanmaması için hayatta kalan
insanlar duygulardan arındırılmış, tehlikesiz, heyecansız, aşksız bir dünya
yaratmışlardır kendilerine. Adeta bir fanus içerini andıran yaşadıkları yerin
ötesinde, sınırların dışında nasıl bir hayat olduğu ise bilinmemekte.
Yaşlıların her türlü kararı verdiği bu distopyada her sabah alınan bir ilaçla
tüm duygulardan insanlar arındırılır. Buna karşı çıkan ise sınır dışına (ölüme)
yollanır. Hisler olmayınca da ne sinirlenme, kavga, özlem, en önemlisi de aşk
bilinmez bile. Zaten bu hislerin kelime olarak karşılığı da bilinmez. Ama
evdeki hesap çarşıya uymaz, er geç kusursuz düzende de bir çatlak oluşur.
Jonas, seçilmiş kişi olup da geçmiş hayatı aktarıcıdan öğrenince –sadece tek
bir kişiye felaketten önce hayatın nasıl olduğu aktarılır- hem çok etkilenir
hem de çok sevdiği arkadaşına âşık olduğunu anlar. Zira Jonas, hislerini
elinden alan ilaçlarını da almayı bırakmıştır. Aile dışından kişilere
dokunmanın bile yasak olduğu bir sistemde Jonas, aşkın verdiği çılgın duyguyla
çok daha ötesine gitmekten geri kalmaz. Tabiri caizse Ferhat gibi dağları bile
deler.
Her türlü kötülüğüne, felaketlerine, savaşlarına rağmen
duyguların olduğu hayatın tercih edileceğini net bir şekilde vurgulayan The
Giver’da, kurguda araya yerleştirilen, unutulan hayattan görüntülerin de çok
etkileyici olduğunu belirtmek gerek.
7) Equilibrium (İsyan) – 2002
Yönetmen: Kurt Wimmer
Equilibrum, listedeki diğer filmlerin aksine aksiyon yanıyla
da dikkat çeken bir film. Özellikle Matrix’e bir nebze benzeyen filmin bu
yönüne ağırlık verdiği için senaryo kısmında zayıf kaldığını yadsıyamayız. Yine
3. Dünya Savaşı sonrası, bir daha savaş yaşanmaması için yeni düzeni kuranlar
(özellikle rahip) prozium denilen bir ilaç ile tüm insanların duygularını yok
etme kararı alırlar. Yalnız bu kurala uymak istemeyen de büyük bir çoğunluk,
yeraltına girerek kurulan bu yeni düzeni yıkmak için örgütlenirler. Bu
yeraltında örgütlenenleri yok etmek için görevli olanlardan biri olan
başkarakter John Preston, bir gün ilacı yere düştüğü için ilacını içmezse… John’un ilerleyen günlerde de ilacını
almamasıyla büyük bir değişim geçirmesi çok etkileyici anlatılmakta. John,
kendi elleriyle öldürdüğü iş ortağının, idama mahkûm olan sevgilisine bir
şeyler hissetmesiyle de bu var olan düzeni yıkmak için elinden geleni yapar.
Duyguların, hele ki aşk duygusunun önünde hiçbir engelin
durmayacağını ifade eden filmin, aksiyon severleri de mutlu edeceği bir gerçek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder