1976 yılında yönetmenlik kariyerine adım atan ve o günden
yana birçok kısa metraj, belgesel, tv dizisi ve uzun metraj filmin mimarı olan
Doris Dörrie, hiç yılmadan zirve basamaklarını çıkmaya devam edenlerden. Almanya’nın yönetmenlerinin arasında
tartışmasız en önemlilerden biri olan Dörrie, bu konumunu yıllardır sinemaya
verdiği birbirinden başarılı eserlere borçlu hiç kuşkusuz. Ülkemizde çok fazla
tanınmayan Dörrie, daha çok kadın filmleri festivalleri sayesinde kısıtlı
seyirciyle de olsa ülkemizde de tanınmaya başlanmıştır. Yakın dönemde çektiği
Glück’i (Mutluluk) Filmmor sayesinde izleyerek tanışma şerefine eriştiğim
Dörris, o günden yana sıkı takipçisi olduğum muhteşem kadınlardan biri olmuştur
benim için. Yaratım konusunda sinemada sayabilecek kadınların başlarında gelen
Dörris, Kirschblüten – Hanami (Kiraz Çiçekleri) , Keiner Liebt Mich(Beni Kimse
Sevmiyor), Männer(Erkekler) gibi filmlerde yeteneğini en çok konuşturmuş ve
geniş kitleler tarafından tanınmasını sağlamıştır. İşte böylesine büyük bir
ustanın prömiyerini 2016 Berlin Film Festivali’nde yapan Grüße aus Fukushima
(Fukuşima Sevgilim) yönetmenin zirvedeki yapımlarının yanında yer almayı sonuna
kadar hak edenlerden.
Bir kadın yönetmen olarak bu kez Dörrie, başrolüne iki
kadını oturtuyor. Henüz hayatının baharında olan fakat gençliğin verdiği
tecrübesizlikle kendi hayatını çıkmaza sokacak bir hata yapan Marie (Rosalie
Thomass) ile hayatının son demlerini yaşayan ve geriye dönüp baktığında
hesaplaşmaktan bile çekindiği pişmanlıklarının altında ezilen Satomi (Kaori
Momoi), hiç olmayacak bir şekilde birbirlerini buluyorlar. Almanyalı Marie,
yaptığı hataların utancının altından kalkabilmek adına çok uzaklara Japonya’ya “Clowns4Help”
adlı örgüte yardıma gidiyor. Fukuşima faciasında zarar görmüş bir grup yaşlının
kaldığı merkezde çalışacak olan Marie, yıllarca profesyonel olarak geyşalık
yapmış fakat faciadan sonra her şeyini kaybetmiş Satomi ile tanışıyor ve
aralarında ilginç bir birliktelik yaşanıyor.
Birbirinden her anlamda farklı olan bu kadınlar, bir süre
birlikte yaşamaya (Satomi’nin faciadan önce yaşadığı harabe olmuş evinde)
başlıyorlar. Marie, tipik bir Alman kadını; iri yarı, rahat giysiler giyen, paspal,
dağınık, savsak… Satomi ise bir Japon olmasının yanı sıra ülkesinin
geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olması gereken bir mesleği yıllarca yapmış,
tavizsiz bir huysuz ihtiyar. Dörrie, özellikle bu iki kadını şu an yaralı
olmaları konusu dışında tamamen farklı olarak karşımıza çıkarıyor. Seyircinin
özdeşlik kuracağı iki kahraman arasındaki uçurumu açarak hem sıkı bir çatışma
ortamı yaratıyor hem de seyircinin iki karakter arasında yorucu bir koşturmaca
yaşamasını tercih ediyor. Böylece hem asla rutinleşmeyen, sürekli karakterlerin
arasındaki çatışma ile hareketlenen, canlanan bir hikâye izlemiş hem de ikisi
ile de yer yer özdeşlik kurarak iki yaralı ruha da dokunmuş oluyoruz.
Film, tüm bu meziyetlerini gerçekleştirirken bu başarıyla
akan hikâyesine, incelikle yazılmış senaryosuna mekân olarak çok etkili bir
tercih yapmaktadır. Yıkık-dökük, terk edilmiş ve hatıralarla dolu bir mekân,
neredeyse filmin hepsine ev sahipliği yapıyor. Öncelikle filmin genel olarak
tek mekânda geçmesi hiçbir şekilde hikâyenin akışını sekteye uğratmıyor. Hatta
ve hatta Satami’nin hatıralarıyla dolu olan ev sürekli olarak hikâyeyi besleyen
bir etken görevi görüyor. Asıl önem arz eden yanlardan biri ise filmin, 21 Mart
2011’de meydana gelen 9 büyüklüğündeki deprem ve ardından yaşanan tsunami
nedeniyle, Fukuşima Bölgesi’nde bulunan nükleer santralin zarar görmesine
böylece radyoaktif sızıntı yaşanmasına neden olarak yerde geçmesidir. Ve
Satami’nin tüm o felaket günlerine, ara ara flashbackler ile hatıralarına
uzanmasıyla biz de bire bir o günlerin acılı, çaresiz havasını soluyoruz.
Satami’nin geçmişe dair hatıraları ve hala onun peşini bırakmayan ruhlar
aracılığıyla beş yıl önceki facia günlerine hem de evinin her bir köşesindeki
objelerle çok daha eski yıllara gidiyoruz. Marie ile ise günümüz neslinin
sıkıntılarına, yaşayışına karşıdan bir göz olarak bakmış oluyoruz.
Lakin ister geçmişin ister günümüzün sıkıntıları olsun
acılar aynı ağırlığıyla tam da karşımızda duruyor. Geçmişinde yaşadığı acılar
ile hesaplaşamamış iki karakter de birlikte geçirdikleri zaman aralığında
istemsizce yaralarına dokunuyor ve birbirlerine iyi geliyorlar. Güzel olanı ise
bunların hiçbirinin planlı olmaması olsa gerek. Ne Marie, Satami’nin ruhlarıyla
hesaplı bir ilişki içerisine giriyor ne de Satami, Marie’nin bir şeyleri fark
etmesi için kasti bir uğraş içine giriyor. Aslında iki karakterde kendini
iyileştirmeye çalışırken birbirlerine de iyi geliyorlar.
Facianın yaşandığı topraklarda, dertleriyle hemhal olmuş iki
karakterin müthiş birlikteliğini, siyah-beyaz görüntüyle ve Ulrike Haage’nin
müzikleriyle bambaşka bir etkiye yaratan filmin, mekânı etkili kullanmaktan,
karakter yaratımına, başarılı oyunculuklardan, asla tökezlemeyen kurgusuna
kadar her şeyiyle tam olarak parlayan Grüße aus Fukushima, sinemaya bir kez
daha âşık olma sebebi kesinlikle. Hüznü ve mutluluğu, acıyı ve tebessümü aynı
anda damarlarımıza zerk eden Dörris usta sen çok yaşa demekten başka ne denir
bilemedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder