1996 yılında yönetmenlik, senaristlik hatta oyunculuk
yaptığı Pusher filmiyle sinema dünyasına başarılıyla giriş yapan bir isim Nicolas
Winding Refn. Bu oldukça ilgi uyandıran filmin ardından Pusher’in ikisi ve üçü
dâhil olmak üzere birçok filme imza atan, Danimarkalı yönetmen, asıl çıkışını
ise daha çok 2011 yapımı Driver ile yaptı. Ülkemizde vizyon şansı bulan bu
film, Winding Refn’in 64. Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü
kucaklamasını sağladı. Ne yazık ki çoğu yönetmenin düştüğü tuzağa düşerek,
Drive’dan sonra belki de aceleci davranarak oldukça vasat bir film olan Only
God Forgives’a imza atarak hayranlarını hayal kırıklığına uğratmıştı. Neyse ki
filmografisinde yaptığı bu affedilebilir hatayı son filmi The Neon Demon ile
fazlasıyla telafi etmişe benziyor.
Prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan ve çoğu filmin
yaşadığı kaderi paylaşarak yuhalanan The Neon Demon, yönetmenin iyi bildiği
sularda yüzen bir film. Zira yönetmenin Pusher serisinde, kendisini ispatladığı
gerilim türünde olan film, elbette Pusher’den çok daha fazlasını yapıyor.
Senaryosuna da kendisinin imza attığı The Neon Demon, konu olarak aslında
tabiri caizse tam bir Yeşilçam klasiği. Taşrasından kalkıp da genç yaşta güzelliğine
güvenerek şöhret basamaklarını tırmanmak isteyen Jesse’nin (Elle Fannig) ve ona
bağlı olarak o dünyanın içerisindeki diğerlerinin hikâyesi, denilince çok da
ilgi çekici değil. Lakin bu oldukça sıradan ve klişe mevzu, usta bir kalemle
işlenerek bambaşka bir düzeye ulaşmayı başarıyor. Senaryo konusunda tek
eleştirilecek şey ise yan karakterlerin hikâyesine fazla girilmesi olsa gerek.
Zira tek başına bir filme konu olacak hayatları, derinliğe girmeden üstün körü
ana hikâyeye bağlamak biraz talihsiz bir tercih.
Los Angeles’a adım atar atmaz, genç ve masum güzelliğinin de
sayesinde şöhret basamaklarını hızlıca tırmanan Jesse, başardıkça kendi
etrafına ördüğü kozayı yırtarak bir nevi evrim geçirir. Tabii bu evrim Jesse’nin
duygu dünyasında gerçekleştirir. Kendisi de dâhil nasıl olduğunu anlamadan
zirveye yerleşen melek gibi bir kız olan Jesse, hayalini çok çabuk
gerçekleştirmiştir. Yıllarca dirsek çürütmüş modellerle aynı podyumda mankenlik
yapması her şeyin tepetaklak olmasının fitilini ateşler. Filmde etkin olan dört
kadın olsa da bunlardan Ruby (Jena Malone) daha çok cinselliği simgeleyen
pentegram üçgenini tamamlayacak olan Jesse, Gigi (Bella Heathcote) ve
Sarah’ı (Abbey Lee) buluşturma görevini
üstleniyor. Gigi ve Sarah, Jesse’nin bir nevi içinde saklanmış olan kötülüğün
temsililer. Jesse onlarla tanışınca kendi içindeki şeytani yönü keşfeder. İşte
tam da bu yönünden dolayı, balerin olan Nina’nın başarıyı yakalamak adına
yaşadığı kişilik bölünmesi ve akabinde gelişen olaylara odaklanan Darren Aronofsky’nin
unutulmazlarından Black Swan ile The Neon Demon’un benzerliğinin dikkatlerden
kaçması adeta mümkün değil.
The Neon Demon’u sadece bir korku- gerilim filmi olarak tarif
etmek büyük haksızlık olur. Öncelikle söylemek gerek ki film, kadınların dünyasında
geçen –erkek karakterler az sayıda ve filmin anlattığı meselenin gidişatına
direk etki eden değil sadece piyon görevindeler- slasher, yamyam ve vampir
filmleri gibi korku türünün sonuna kadar ekmeğini yemeği de bilen, tıpkı Lars
Von Trier, Stanley Kubrick David Lynch gibi yönetmenlerin filmlerinden aşina
olduğumuz sembolizmi de oldukça başarılıyla kotaran bir yapım. Yine rüya ile
gerçek arasındaki ince çizgiyi muğlâklaştırmasıyla da Lynch’den izler taşıyan
filmin, kendine has olan en ayırt edici yanı ise neon renklerin ve tekno
müziğin filme mükemmel bir şekilde sirayet etmesi olmalı. Zira filmi izlerken
birbirinden çarpıcı renklerin içerisinde, kalbinizi yerinden sökercesine,
damarlarınızdaki kanın her bir zerresine hissedercesine tekno müzikle dans ediyorsunuz
adeta. Son olarak ise sahne ışıkları ile deklanşör seslerinin ürkütücü bir
efekt yarattığını da söylemek gerek.
Refn, film henüz kırılma noktasına gelmemişken Jesse’nin odasına
giren bir puma ile öncül bir gerilim yaratıyor. Daha sonra da göreceğimiz bu
puma muhtemelen Jesse’yi simgeliyor. Ne var ki kedigiller içerisinde kısmen
daha az vahşi olan puma yani Jesse, kurtlar sofrasında tehlikededir. Her an
kurtların bir araya gelmesiyle avlanabilir. Tabii Jesse’nin kurtlar sofrasında
nelerle karşılaşacağı, nelerin yaşanacağına filmi izleyerek şahit olacaksınız.
Henüz iki yaşındayken sinema dünyasına adım atan, on sekiz
yaşındaki Elle Fannig dudak uçuklatacak bir performans sergileyerek, hayat
verdiği karakteri fazlasıyla etkileyici kılıyor. Filme varlığıyla bile renk
katan Keanu Reeves ve tüm filmin kadrosu son derece başaralı. Her insanın
içinde var olan şeytana dikkat çeken The Neon Demon, müziklerinden,
sinematografisine, senaryosundan yönetmenliğine tam anlamıyla kusursuz
denilebilecek bir film. Uzun süresine rağmen asla sıkılmayacağınız, nefes
almakta zorlanacağınızı hissedeceğiniz bir seyir zevki tatmak isteyenler için
biçilmiş kaftan The Neon Demon.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder