1) The Childhood of a Leader (Bir Liderin Çocukluğu) - 2015
Prescott
The Childhood Of A Leader, bugüne kadar dünyanın farklı bölgelerinde insanlığa zulüm uygulamış faşist liderlerin çocukluğuna gidiyor bir nevi. Bir faşist lider nasıl olur sorusunu cevaplamaya çalışan film, oldukça kasvetli ve karanlık bir atmosferde geçiyor. Filmin seyir zevki tartışmaya açık olsa da oyunculuklar konusunda sınıfı geçtiği inkâr edilemez. Özellikle çocuk oyuncunun oldukça başarılı olduğunu hatta tüm filmi onun sırtlayıp götürdüğü söylenebilir. Güçlü çizilmiş bir çocuk karakter var karşımızda kesinlikle. Faşist bir kafa yapısındaki baba ve aşırı dindar, diktatör annenin ellerinde büyüyen bir çocuk… Elbette ileride insanlığa zulmedecek bir diktatör olur değil mi? Faşist bir ortamda büyüyüp kendisi de faşist olan Prescott’un hikâyesi, kesinlikle çok etkileyici.
2) Ivanovo Detstvo (İvan’ın Çocukluğu) – 1962
İvan
İvan, ailesini dünyadaki
faşizm sonucu, savaşta kaybetmiş ve askerler tarafından büyütülen bir çocuk.
İvan’a her ne kadar çocuk desek de o bu terimi kendi üstünden atmak için
elinden gelen çabayı gösterir. Zira yetişkin olan ebeveynlerini bile elinden
alan hayata karşı güçlü bir duruş sergilemesi gerektiğini çok erken
anlayanlardan o. Aralarında olduğu birçok askerden daha sert bir mizaca bürünen
İvan, sadece çocukluğundan, rüyalarında kaçamaz. Neyse ki kimsenin rüyalarını
göremeyeceği için telaş yapmasına da gerek kalmaz. Bilakis her defasında
annesinin yüzünü gördüğü rüyaları ona can suyu olur. Muhtemelen baya kısıtlı
bütçeyle çekilen filmin gerçek zamandaki sahneleri pek de etkileyici olamıyor
rüyalar kadar. Ivanovo detstvo, İvan’ın rüyalarında böylelikle çocukluğunda
daha zevkli bir seyir sunmakta. Özellikle elma kamyonunun içerisinde bir kız
ile olduğu rüya, bambaşka bir görüntü tekniği ile de farklı bir âleme götürür
izleyenleri. Tek başına o sahnenin bile uzun bir analize gebe olduğu bir
gerçek.
Başrolünde çocuk
olan en sert, en sorgulayıcı ve belki de en etkileyici filmlerden biri olan
Ivanovo Detstvo, sırf bir çocuğun hayat tarafından nasıl bir dönüşüme
uğradığını anlatan İvan’nın son fotoğrafını görmek için dahi izlenir.
3) The Boy in the Striped Pyjamas (Çizgili Pijamalı Çocuk) – 2008
Bruno ve mahkum çocuk
The Boy in the Striped Pyjamas, dünyanın en büyük
katliamlarından birinin yaşandığı Auschwitz’de geçer. Bu kampı Nazi
askerlerinin kaldığı ve toplama kampı olarak ikiye ayıran tel örgülerde çarpıcı
bir arkadaşlık yaşanır. Nazi askerinin oğlu ile toplama kampı tutsağı bir
çocuk… Gerçeklerden, hayatın kötülüklerinden uzakta masum bedenlerin
arkadaşlığına şahit oluruz. Bu film, çocukların kötülüklerden tamamen uzak
olduğunu öylesine çarpıcı bir yolla anlatır ki, ürpermemek elde değildir. İki çocuk
da faşizmin en büyük kurbanlarındandır öyle değil mi?
4) La Vita è Bella (Hayat Güzeldir) – 1997
Joshua
İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi olduklarından dolayı
toplama kampına düşen küçük Joshua ile babası Guido, hayatlarından yürekleri
burkan bir kesitle karşımıza çıkarlar. Guido ile Joshua, koskaca toplama
kampında adeta ikisi varmış gibi yaşarlar tüm film boyuca. Çünkü Guido, oğluna
toplama kampının bir yarış mekânı olduğunu, bir yarışa katıldıklarını ve
kazanana tank hediye edileceğini söyler. Böylece onu, oğlunu gerçeklerden
elinden geldiğince uzak tutmaya çalışan bir baba olarak izleriz. Guido, oğlunu
bu beyaz yalana inandırmak için hayatını feda eder adeta. Yaşanılanlara
hayıflanmaktansa tüm aklını, enerjisini oğlunun bir oyuna inanmasına harcar.
Josjua da bu yarışta galip olmak için bir çocuktan beklenmeyecek çabayı
göstermekten geri durmaz.
Çocuk karakter Joshua’nın tüm filmi baba karakteri ile
birlikte sırtladığı hatta bir adım daha öteye çıktığı bu film, faşizmin en
direk mağduru olan çocuklardan birini izletir bizlere.
5) Schindler's List (Schindlerin Listesi) – 1993
Kırmızı paltolu kız
1993 yılında Steven Spielber’in imza attığı Schindler's
List, gerçekten yaşanmış olaylara dayanan, gelmiş geçmiş en güçlü dramlardan
biri olarak anılmakta. Oscar Schindler adlı bir Nazi üyesi, işadamının, tek
derdi para kazanmakken, 1100 tane Polonya Yahudisi’ni ölümden kurtarması gibi
bir iyiliğe nasıl karar verdiğini ve bu sürecin nasıl işlediğini gözler önüne
serer film. İnsanlığın bilinen en büyük soykırımlarından biri olan Yahudi
soykırımının ve bu süreci azdıran İkinci Dünya Savaşı’nın bugüne kadar sayısız
filmi yapılmış ve yapılmaktadır. Her biri de değindiği konu itibariyle
fazlasıyla çatışması güçlü dramlar olarak akıllardan çıkmaz. Lakin İkinci Dünya
Savaşı, Naziler, Yahudi Soykırımı denilince ilk akla gelen filmlerden biri
kuşkusuz Schindler's List olur. Lakin Schindler's List denilince tüm
izleyicilerin aklına filmden gelecek ilk kare kırmızı paltolu küçük kız olmaz
mı? Belki listedeki tek karakter olmayan, asla tam anlamıyla tanımayacağımız,
daha çok filme etkileyici bir fon olan bu küçük kızın etkileyiciliği hiçbir
filmde yok bana kalırsa.
Sessiz ve sakince sahnelerden akan o kırmızı paltolu kız,
kısa süre sonra öldüğünü öğrenmemizle de bizi can evimizden vurur.
6) Das weiße Band (Beyaz Bant) – 2009
Gustav
Beyaz Bant, ismi gibi masumiyeti değil aksine kötülüğü odağına
alan bir filmdir. Michael Haneke’nin en kasvetli, en soğuk, en kötücül
filmlerinden biridir. Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın durumunu
irdeleyen film, terörizmin nasıl doğduğunun, katliamcı bir ırk haline gelecek
insanların temelinin neye dayandığını gözler önüne serer Haneke bu filmde. Konvansiyonel sinemada olduğu gibi asla kimin
neden köyde gerçekleşen kötülükleri yaptığını anlayamayacağımız bir film Beyaz
Bant. Zira yönetmenin derdi bu değildir; Haneke, kötülüğün doğuşuna odaklanır,
nedenine değil. Üstelik bu doğuşu bir babanın çocuklarını yetiştirme tarzından,
onları eğitmesinden aktarmaya çalışır en çok da. Özellikle belki de dünyanın en
masum yüzlü çocuklarından birineGustav’a uygulanan ağır yasakçı eğitim, her
şeyin sebebini ortaya koymakta.
Haneke, kamerası ve yarattığı atmosfer ile de filmin soğuk
duruşunu ve sert tavrını korur. Asla katharsisi yaşayamayacağımız bu film,
Haneke’nin seyircide en çok yabancılaştırma yarattığı filmi olur kuşkusuz.
7) Salò o le 120 giornate di Sodoma (Salo Ya Da Sosom’un 120 Günü) – 1975
Kurbanlar
Pasolini’nin, Fransız aristokrat Marquis de Sade’nin 1785
yılında yazdığı, gelmiş geçmiş en sıra dışı eserlerden biri olan Les 120
journées de Sodome ou l'école du libertinage’den uyarladığı filmi Salò o le 120
Giornate di Sodoma, sinema tarihinin en çok yasaklanan ve tartışılan
filmlerindendir. Pasolini, kısmen de olsa kitapta anlatılanları hafifleştirerek
İkinci Dünya Savaşı dönemine uyarlar. Salo Cumhuriyeti’ne(Faşist İtalyan Sosyal
Cumhuriyeti) sıkı sıkıya bağlı, dört
seçkinin, dokuz kız çocuğu ve dokuz erkek çocuğunu –castta kurbanlar olarak
geçiyorlar- kaçırarak onlar ile bir kaleye yüz yirmi gün boyunca kapanmaları ve
bu süreçte gelişen olaylara odaklanır film. Uzman fahişelerle birlikte bir
yandan cinsellik eğitimi verilir bir yandan da fiziki ve psikolojik işkence
yapılır bu henüz gençlik öncesi dönemde olan bu çocuklara. Zira bana kalırsa
hepsi de henüz birer çocuktur. Senaryosunu da Pasolini’nin yazdığı film
aslında birçok açıdan da onun yaşadıklarından izler taşır. İtalya’da kısa bir
süre olsa da hüküm süren Mussolini’nin faşist rejiminde yaşadıklarını filmine
yerleştirmeyi ihmal etmez yönetmenimiz.
Değme korku ya da gerilim filmine, seyirciyi zorlama
konusunda fark atacak bu film, herkesin kolay kolay izleyemeyeceği türden. Hala
dünyanın birçok yerinde yasaklı olan film, cinselliğin pek fazla olduğu ama
asla özendirmeyip, aksine tiksindirdiği de bir yapım olma unvanını da taşır.
Film vizyona girmeden birkaç gün önce faşistler tarafından dövülerek öldürülen
Pasolini, kuşkusuz her şeyi göze alarak bu son eserine imza atmıştır. Zira
çocuk yaştaki insanlara faşizm tarafından uygulananları izlemek bile çok zorken
bunları perdeye yansıtma cesareti göstermek…
8)Sweet Movie (Tatlı Film) – 1975
İsimsiz çocuklar…
Dušan Makavejev, Kara Dalga akımının ilk akla gelen yönetmenlerinden biridir kuşkusuz. Kapitalizm ile olduğu kadar Stalinizm ile de problemleri olan Makavejev, filmlerinde her iki sisteme de eleştiri oklarını yöneltir. Lakin bunları yaparken klasik bir politik filmden çok daha farklı bir yol izler Makavejev. Sovyetler’in görünmeyen, gizli meselelerini tıpkı bir hafriyatçı gibi kazır durur. Sweet Movie’yi kapitalist sistem ve Sovyetler olarak iki bölümden ibaret olarak düşünebiliriz. İşte bu film, söylemek istediklerini söylemek için aracı olarak yine çocukları seçen ve onlar üzerinden derdini çok ama çok sert dile getirenlerden. Çocuklara uygulanan hem gayri ahlaki hareketler hem de sonunda katledilmeleri inanılır gibi değildir.
Lakin film, son sahne ile hiçbir zaman akıllardan çıkmayacaktır. Ölü çocukların tekrar uyanışının olduğu anlar, bana kalırsa sinema tarihinin en tüyler ürpertici sekanslarından biridir
Lakin film, son sahne ile hiçbir zaman akıllardan çıkmayacaktır. Ölü çocukların tekrar uyanışının olduğu anlar, bana kalırsa sinema tarihinin en tüyler ürpertici sekanslarından biridir
9)Persepolis – 2007
Marjane
Marjane
Satrapi'nin direk kendi yaşamını konu alan film, İslam rejiminin faşizmi
altında harcanan hayatları gözler önüne serer. Bunu yaparken de yaşanılanlara
yaşından beklenmeyecek bir şekilde duyarlı, daha farklı olan bir çocuk
üzerinden yapmayı tercih eder film. Marjane'i çocukluktan gençliğine, aslında
gerçekten olgun bir genç olana kadar takip ederiz. Öncesinde faşist düzenin
kendi ülkesinde ona yaşam alanı bırakmamasına sonrasında ise kaçış için gittiği
Avusturya'da mutsuz olur. Hayat onu ne kendi topraklarında ne de başka bir
yerde özgürce, mutlu bir hayat yaşatmaz. Marjane, çok zorlu, çetrefilli, hayal
kırıklıklarıyla dolu bir büyüme geçirir. Bizi de bu yorucu ve üzücü büyümesine
ortak eder. Böylesine önemli bir meseleyi siyah beyaz, gayet basit çizimlerden
oluşan bir animasyon ile vermeyi tercih eden Persepolis, etkileyiciliğini kat
be kat arttırıyor. Siyahların dünyasındaki o reprenkli dünyaya sahip kızın
hikâyesini izlemek gerek.
10)Duvar (Le Mur) –
1983
Koğuştaki çocukların hepsi.
Duvar, Güney’in
kanserin pençesine iyice düştüğü sürgün yıllarında adeta direne direne
yarattığı son eseri. Güney gibi sinema sevdalısı nice yönetmenin acılar
içerisinde kıvrana kıvrana, daha söylemek istedikleri bir dolu şeyi anlatma
heveslerine aşinayız ne de olsa. İşte ülkesinin meselelerini yıllardır anlatsa
da bitiremediğini gören Güney, hasta da olsa kolları sıvar Duvar ile tekrar.
Hem de ülkesinden çok uzakta, Paris’te. Çocuk koğuşunda yaşananları anlattığı
film, Güney’in en didaktik de filmidir ne yazık ki. Güney’in yaşla birlikte
sakinleşmesi gereken öfkesi bu filmde daha da alevlenmiştir. Duvar’ın en önemli
handikapı da bu olur zaten. Fakat Güney’in Ankara Hapishanesi’nde tutsakken
şahit olduğu olaydan esinlenerek bu filmi kaleme aldığını bildiğimiz için onu
anlamamak elde değil. Didaktik olması dışında her şeyin gayet başarılı olduğu
film, Güney’in kaybeden çocukların dünyasına kamerasını çevirdiği çok önemli
bir miras. Zira ülke sinemasında hapishanedeki çocukların yaşantısını anlatan
bir film bir daha da yapılmamıştır. 80 darbesinden sonra ülkemizde uygulanan
insanlık dışı uygulamalardan, yüz karalarından biri de çocuk tutsakların
yaşadıklarıysa eğer, Güney’in de bunu anlatması gereklidir değil mi?
Güney’in sinema
dünyasına bıraktığı son eseri olan Duvar’ı, yürek acısı hikâyesine kendinizi
hazırlayarak izlemenizi tavsiye derim.
11)Uçurtmayı Vurmasınlar – 1989
Barış
Yerli sinemamızın gözbebeği olan Uçurtmayı Vurmasınlar, adli
suçlu bir annenin hapishanede büyümüş çocuğu Barış ile yine hapishanedeki
siyasi suçlu İnci’nin arkadaşlığını perdeye yansıtır. Annesinden ilgi göremeyen
ve duvarların ötesindeki hayata dair hiçbir şey bilmeyen Barış’ı hayata
bağlayan tek sebep ona şefkat ve ilgiyle yaklaşan İnci’dir. İnci ile Barış
öylesine güzel bir arkadaşlık yakarlar ki, tıpkı Barış gibi biz seyircileri de
İnci’nin tahliye olması çok üzer. Zira sevinilmesi gereken bir durum geride
İncisiz kalacak olan Barış nedeniyle tam tersine döner. Neyse ki İnci, Barış’a
bir gün bir uçurtmanın kuyruğunda geri dönebileceğini söylemiştir. Ve bu
anlardan sonra oyuna, özgürlüğe hasret Barış’ın tek tesellisi uçurtmayı görmek
olur. Ne olduğunu bile bilmediği, o uçan şeyi görmek… Barış’ın ülkemizin içinde
bulunduğu durumu anlatmak amacıyla bize aracı olduğu film, gerçekten
izleyenlerin en acıtan yerine dokunur.
Senaryosu, alt metni, oyunculukları ve yönetmenliği ile
yerli sinemanın nadide parçalarından biri olan bu film, Barış’ın İnci, İnci
sesleriyle hafızalardan çıkmayacak asla.
12) O Ano em Que Meus Pais Saíram de Férias (Annemler Tatilde) – 2006
Mauro
70'ler
sonrası Brezilya'da faşist rejimden kaçan anne ve babanın Mauro adlı
çocuklarını dedesinin yanına bırakarak kaçmalarıyla başlar film. Yalnız dede
tam da o gün ölürse... Yalnız başına kalan Mauro, anne ve babasını tatile gitti
diye bilerek, dedesinin evinde yaşar. Faşizm sebebiyle tek başına yaşamak
zorunda kalan Mauro, bir yandan gerçek kültürünü öğrenir bir yandan da
çocukluktan çıkar, büyür, gelişir. Listedeki diğer filmlere nazaran daha
yumuşak hatta eğlenceli bir şekilde anlatmayı tercih eder derdini bu film.
Lakin üslup ne kadar sert olmasa da gerçekleri bilen biz seyirciler, yeterince
hisseder yaşanılanların rehavetini. Futbolu da bu çaktırmadan çok şey anlatan
filmine güzellikle nakşeden yönetmen, aynı zamanda da Brezilya-İtalya
derbisinde yaşanılanlarla en net haliyle, aslında hepimiz bir araya gelip, aynı
şeylerle heyecanlanıp, sevinebilir, aynı acıları paylaşabiliriz demekte. Tabii
tüm bu anlatılanları sırtına yükleyip, taşıyabilen, faşizm mağduru Maruosuz olamazdı
hiçbiri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder