8 Ağustos 2018 Çarşamba

23. Adana Film Festivali Günlükleri



Gelin 

Lütfi Akad’ın Köyden Kente Göç üçlemesinin ilk filmi Gelin, sadece yaptığı sosyo-kültürel tespitleri ile bile yönetmenin başyapıtı olmayı hak ediyor. Yozgat’dan İstanbul’a gelip, yerleşen bir aile üzerinden göç olgusunu tüm yönleriyle masaya yatırıyor Akad. Cahilliğin, feodal yapının, dini inanışların bir hayatı nasıl el birliğiyle kurban ettiğinin çarpıcı bir portresini sunan film, Akad’ın gözünden oldukça naif bir şekilde aktarılıyor. Filmin çatışmasını destekleyen Kurban Bayramı, meseleyi çok güzel kapsayan bir metafor görevini üsteleniyor ayrıca. Akad’ın genelde kapalı mekânlarda, sabit kamera ile çektiği Gelin, teknik olarak da ataerkil düzenin mağrur ve hantal kafa yapısını yansıtıyor. Gelin, sonunda verdiği mesaj ile de oldukça anlamlı bir yerde duran, yıllar geçse de yerine getirdiği misyonundan dolayı unutulmayacak gerçek bir şaheseridir.


Julieta

Pedro Almodovar, La piel que habito ile tırmandığı everestinin zirvesini görmüş sadece İspanyol sinemasının değil, dünya sinemasının önemli yönetmenlerinden biri. Yarattığı sinema ile kendisinden sonraki kuşağa ilham perisi olan Almodovar, son iki filmiyle daha çok soluklanma evresine girmiş gibi. Los amantes pasajeros ile çerezlik bir seyir zevki ile bizi buluşturan yönetmenimiz son filminde ise güçlü bir dram yapma arzusuyla yola çıkmış, fakat çatışmasını bana kalırsa çok da etkili kuramamış sanki. Elbette usta bir göz tarafından çekilen her film gibi soluksuz bir şekilde, kırpılmayan gözlerle izleniyor Julieta. Lakin yine kırmızılarla sarıp sarmalanmış, birbirinden renkli kadının hikâyesiyle örülmüş, kurgusu ustalıkla kurulmuş tertemiz, kusursuz, jilet gibi bir film olan Julieta, kurduğu çatışma noktasında etkileyiciliğini sağlayamıyor. Bir anne ile kız ilişkisini yine perdeye yansıtan Almodovar, unutulmaz tatlardan sonra biraz damakta kekremsi bir tat bırakıyor. Alışılagelmiş Almodovar kadınlarına göre daha sakin olan karakterleri de belki yabancılık çekmemize sebep oluyor kim bilir?

The Student (Öğrenci)

The Student, Rus yönetmen Kirill Serebrennikov’un muhteşem bir başyapıtı tek kelimeyle. Anlattığı birçok şeyi kısaca toparlamak gerekirse, The Student, ayakları yere sağlam basan, durduğu yerden emin olan, güçlü bir faşizm eleştirisi. Liseye giden,  kendini sorgusuz sualsiz elindeki İncil’e veren bir genç ve onun yaptıkları, sebep oldukları üzerinde ilerliyor film. Lakin film, dini temsil eden gencin karşısına bilimi ve aklı temsilen de biyoloji öğretmenini konumlandırıyor. Film, böylece tüm süresi boyunca din ile bilimi sürekli olarak karşı karşıya getirerek muhteşem bir çatışma yaratmayı başarıyor. En önemlisi ise yönetmenin yan karakterler üzerinden toplumun kafa yapısını fazlasıyla sert bir şekilde eleştirmesi olsa gerek.  İncil’den ayetleri ve bunun yanında birçok bilimsel gerçeği duyacağınız, kasvetli havasıyla daralacağınız, güçlü finali ile de oldukça tatmin olacağınız hakkının bilinmesi gereken bir eser The Student.


I Daniel Blake (Ben Daniel Blake)

Ken Loach ustanın Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü kucakladığı son yapımı I Daniel Blake, şüphesiz izleyeni fazlasıyla etkiliyor. Yönetmenin filmografisinin belki de en duygusalı olan I Daniel Blake, yine devlet kurumlarını, işlemeyen bürokrasiyi, yalnız kalmış yoksul halkı, çocuklarıyla yaşam mücadelesi veren kadınları odağına alıyor. Üstelik bu kez çocuklarıyla yapayalnız hayat mücadelesi veren kadına, en az onun kadar çaresiz, onun kadar yalnız yaşlı bir adam olan Daniel yol arkadaşlığı yapıyor. Aslında izlediğimiz de Daniel’in hayatı. Bu, yakın zamanda kalp krizi geçirdiği için doktoru tarafından çalışması yasaklanan Daniel’in işsizlik maaşı almak için verdiği amansız mücadele insanın tabir caizse adeta kanını donduruyor. Böylesine bir hayata eşlik eden bir de Kattie ve çocuklarının dramı, üzerine tuz biber ekiyor. Loach hep başarılı, yine başarılı… Fakat alacağı olsun ki bu defa bizleri ağlatmayı da bir borç bilmiş. Ne diyelim, ustanın yaptığından sual olunmaz.


Mehmet Salih

Adanalı Güven Beklen’in ilk filmi olan Mehmet Salih, bir nevi memleketine vefa borcunu ödüyor. Son zamanlarda artarak devam eden kadın sorunlarına parmak basmak amacıyla yola çıktığını ifade eden Beklen, sonradan kendi çocukluğunu vs işin içine sokunca kafası iyice karışmış anlaşılan. Zira isminden de anlaşılacağı üzere Mehmet Salih ismindeki çocuğun hayatını mı izliyoruz yoksa Mehmet Salih’in hayatına dâhil olan kadınların mı bulanıklaşıyor. Bu oldukça kafası karışık filmin, bazı oyuncuları gerçekten takdiri hak ederken bazılarıysa ciddi anlamda performansları ile filme kan kaybettiriyorlar. Adana’nın kenar mahalleleri, buralardaki insanların yaşadıkları, kadınların sorunları, yoksulluk vs gibi mevzuların hepsi elbette çok önemli. Böylesine önemli konuları perdeye aktarmaya çalışmak da kuşkusuz iyi niyet göstergesidir. Fakat niyetin iyi olması ne yazık ki bir filmin iyi olması için yeterli bir neden olamıyor.

Ağustos Böcekleri ve Karıncalar

Erhan Tuncer’in Ağustos Böceği ve Karıncalar adlı yapımı, örneklerini sinemamızda çokça gördüğümüz bir aile çözümlemesi filmi. Uzun zamandır görüşmeyen, bir vesile için mecburen bir araya gelen aile bireylerinin eteklerindeki taşları bir bir ortaya dökmelerini, ufak farklılıklarla yine izliyoruz. Bu kriterlerde izlediğimiz yerli ve yabancı birçok iyi örnek tabii ki var. Fakat Ağustos Böceği ile Karıncalar, ne yazık ki tam olarak iyi örneklerin içerisinde sayabileceğimiz bir film olamıyor. Zira fazlasıyla uzun süresi, hikâyedeki gereksiz dallanıp budaklanmalar, iyi oyunculukların (Bennu Yıldırımlar, Erdem Akakçe) karşısındaki yetersiz performanslar, safra diyaloglar ve daha neler neler filmin yol alışını zorladıkça zorluyor. Ölüm döşeğinde olan babanın evinde buluşan kardeşlerin birbirleriyle ve geçmişleriyle yaşanan hesaplaşmaları finale doğru sırtındaki yük iyice ağırlaştıran, bile bile sırtını kamburlaştıran bir yapım maalesef.

Frantz

Bizleri kendine hasret bırakmadan bir sonraki filmiyle hemencecik karşımızda arzı endam eden François Ozon, yine estetik anlayışı, dili, bakışı, görüşü ile etkilemeyi başarıyor. Ozon bu kez biz seyircileri, yıllar öncesine,  Birinci Dünya Savaşı’nın bitimine götürüyor. Savaşın, Almanya ile Fransa arasında geçen kısmıyla ilgilenen film, mecburiyetten orduya yazılan bir Alman ve Fransız asker üzerinden yaratığı çatışma ile tek kelimeyle çok etkileyici. Böylesine güçlü bir çatışma üzerine kurulan filmde tüm karakterler oldukça anlamlı ve yerinde. Oyunculuklar, karakterler, sinematografi, senaryo ve kurgu hepsi ama hepsi tek kelimeyle kusursuz. Siyah- beyaz ile renkli görüntüler arasında gidip gelen, bu yaptığıyla bile söyleyeceklerini dillendirmeye devam eden Ozon’un en güzel yaptığı şeylerden biri ise şiiri, müziği, operayı, resmi kısacası sanatı incelikle eserine nakşetmesi olsa gerek.

Tarla

Tarla, esas meselesini, ödenmekte zorlanılan bir borcun varlığı üzerine kurmuş bir film. Daha önceki Eylül ve Özür Dilerim filmleriyle tanınan Cemil Ağacıkoğlu, bana kalırsa filmografisinin en zayıf halkasına imza atmış. Zira yeterince güçlü olmayan bir meseleyle yazılan senaryo Tarla’yı ne yazık ki yarı yolda bırakıyor. Her ne kadar oyunculuklar ya da teknik anlamlarda başarılı bir yapım olsa da, Tarla, seyirciye yaşatması gereken tatmin duygusunu veremiyor. Büyük bir kısmı arabanın içerisinde karşılıklı konuşarak, susarak geçen film, aynı zamanda aile bağlarını, özellikle de iki kardeş arasındaki ilişkiyi yansıtmaya çalışıyor.

Geçmiş

Çağdaş Çağrı’nın ilk filmi olan Geçmiş, bir sinema sevdalısının, sinema ile vakit geçirmesinden, onunla oyun oynamasından başka bir şey değil bana kalırsa. Zira Çağrı, filminin ne bir senaryosunun ne de bir çatışmasının olması gibi dertlere girmiş. Tam anlamıyla bir loser karakter olan Yusuf adlı fotoğrafçının hayatından bir kesit izliyoruz filmde. Pulitzer Ödülü bile alan bu adamın hayatı, meslekteki kadar başarılı bir seyir izlemiyor. Hatta meslekteki başarısının tamamen aksi yönde seyreden özel yaşamı onu, adeta bizim izlediğimiz süreçte yiyip bitiriyor. Yıllar önce Mardin Nusaybin’de çektiği bir kızın fotoğrafını görünce onun izinden tekrar yollara düşen karakterimiz, ne yazık ki kendi hayatını yiyip bitirirken bizim de sabrımızı tüketiyor. Kızı arama kararından sonra bir yol hikâyesi de olan Geçmiş, ne yaparsa yapsın sıkıntılı yapısından kurtulamıyor. Akmayan, adeta ıkınan bu film, en çok da salonda kahkahaların atılmasına neden olan başarısız yazılmış diyaloglarıyla hatırlanacak. Bülent Emin Yarar gibi başarılı bir oyuncunun ellerinde bile hayat bulamayan Geçmiş, yerli sinemanın unutulacakları arasında kendine yer bulacak gibi.

Babamın Kanatları

Festivalin dördüncü gününe girmişken şu ana kadar izlenilen yerli filmler içerisinde seyirci olarak yüzümüzü güldüren, bizlere sinemamız adına hala umut olduğunu gösteren ilk film Babamın Kanatları oldu. Kıvanç Sezer’in ilk gözbebeği olan yapım, incelikle yazılmış bir senaryo, rolünün hakkını fazlasıyla veren performanslara imza atan oyunculuklar ve adeta usta bir göz tarafından çekilmiş gibi duran yönetmenliğiyle alkışı hak ediyor. Bir rezidans inşaatını kendine mekan seçen Babamın Kanatları, işçi hakları, yoksulluk, işlemeyen sosyal güvenceler ve daha birçok şeyi kendine mevzu olarak seçiyor. Üstelik hepsini de kararında, hakkıyla filmine incelikle işlemeyi biliyor. Kanser olduğunu öğrenen inşaat ustası İbrahim (Menderes Samancılar) ekseninde dönen film, inşaatta çalışmak zorunda kalan üniversite öğrencisini de, işçilikten kalfalığa yırtmaya çalışan saf, hayalperest genci de hikâyeye eklemeyi ihmal etmiyor. İranlı yönetmen Mecid Mecidi’nin başyapıtlarından Baran’ı bana anımsatan Babamın Kanatları, en az onun kadar dile getirmek istediklerini başarıyla perdeye aktarıyor.


Rüya

Bir Derviş Zaim sineması seveni olarak büyük umutlarla izlemeye girdiğim Rüya, tek kelimeyle hayal kırıklığı yarattı. Bugüne kadar birçok başarılı filme imza atmış olan Zaim, bir önceki filmi Balık’tan tam iki yıl sonra çektiği Rüya ile karşımıza oldukça kafası karışık çıkıyor ne yazık ki. Filler ve Çimen, Tabutta Rövaşata gibi başyapıtlarla tanıyıp, benimsediğimiz Zaim, dupduru olan hikâyelerinden sıkılmış olacak ki, oldukça karmaşık bir yol izlemeyi tercih ediyor son yapımı ile. Fakat bu karmaşık yolda hem oyuncuları, hem senaryosu, hem kurgusu hem de kendisi kayboluyor bana kalırsa. İnşaat sektörünü, yanlış ve bilinçsiz kentleşmeyi eleştirmek adına, elbette çok iyi niyetlerle çıkılan yolda yolunu kaybeden bir usta görmek beni fazlasıyla üzdü. Film, ilerledikçe karmaşık yapısını toparlayamadığı gibi onun esiri olarak iyice dağılmaktan da kendini kurtaramıyor. Bir süre sonra mantık hataları, kurguda devamsızlık, gülünç duruma düşen diyaloglarıyla maalesef ki dibi buluyor. Rüya, Zaim sinemasının en vasatı olarak pramidin en altına yerleşiyor.


Sieranevada

Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan Sieranevada, Romanya Sineması’ndan tanıyıp, sevdiğimiz Cristi Puiu imzalı. 173 dakika gibi uzun bir süreyi neredeyse tek mekânda çeken Puiu, tam bir yönetmenlik başarısı sergiliyor. Babalarının ölüm yıldönümünde bir araya gelen kardeşler, anne, teyze, nine  ve yeğenler hem kendi problemli özel hayatlarıyla hem de birbirleriyle olan sorunlarıyla karşımıza çıkıyorlar. Küçücük bir evin her bir odasına, köşesine yerleştirdiği karakterler ve bu karakterlere bağlı olan hikâyeleriyle farklı farklı çatışmaları bir araya getiren film, tahmin edilenden daha fazlasını veriyor seyirciye. Her karakterle birlikte farklı bir mevzuya ya da bir drama şahit olduğumuz Sieranevada, politik tartışmalardan da, kişisel problemlerden de eşit miktarda faydalanıyor.  Kamera kullanmanın normal anlamda bile zor olduğu bir mekânda adeta döktüren Puiu, su gibi akan diyalogları,  birbirinden güçlü çatışmaları başarıyla bir araya getirmesiyle ve daha birçok marifetiyle zor olanı başarıyor hiç kuşkusuz.


Albüm

Cannes Film Festivali’nde Eleştirmenlerin Haftası adlı bölümde Yılın En Yenilikçi Yönetmeni Ödülü’nü alan Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk uzun metrajlısı olan Albüm, kuşkusuz festivalin en merak edilen yerli yapımlarından biriydi. Albüm, konu olarak, ülkemiz için oldukça dikkate değer bir meseleyi seçiyor. Çocuk sahibi olamayan ve evlat edinmek isteyen, fakat bunu gizli saklı, sahtekârca halleden bir aile var karşımızda. Mertoğlu, bu ailenin evlat edinme ve sonrasındaki süreç üzerinden orta sınıfı yerin dibine sokuyor. Lakin bu absürtlükten beslenen, kara komedi türünde gezen film, yapmak istediği konusunda odağını tam olarak bulamıyor. Ya da kendine seçtiği mevzu üzerinde söyleyebilecekleri bitince, başka meselelere kayıyor ne yazık ki. Film, ülkemizde olmayan birçok şeyi nedense oluyor gibi göstermesiyle ve yer yer küfürler üzerinden güldüren kaba komedisiyle de sevimsizleşiyor bana kalırsa. Mertoğlu’nun, teknik olarak gayet temiz bir iş ortaya çıkardığı filmi, maalesef ki, ülkesini, insanların yaşayışını tam olarak bilmemenin ya da önemsememenin eksikliğiyle hatırlanacak.


Dar Elbise

Irak doğumlu yönetmen Hiner Saleem, son filmini ülkemizde, bizim oyuncularımızla çekiyor. Saleem, güya kadın sorununa parmak basmak istiyor. Fakat Saleem’in kafası oldukça karışık anlaşılan. Zira yönetmen, yapmak istediğinden o kadar şaşıyor ki, amacının tam tersi yönde bir mesaj vermiş oluyor. Dar Elbise’nin en büyük handikapı ise ülkemizde yaşamayıp da bu topraklarda film çeken yönetmenlerle aynı hareketleri sergiliyor; ülkemizi gerçekçilikten uzak bir şekilde, oryantalist bir bakış açısıyla çiziyor. Fransalı bir modacının İstanbul’da defile yapmak istemesi üzerine gelişen olaylar üzerinden kadınların ülkemizde yaşadıkları baskılara, onların toplumdaki yerine dikkat çekilmek isteniyor. Lakin sadece dikkat çekilmek isteniyor. Teknik olarak da film, seyirciyi tatmin etmeyerek, tamamen sınıfta kalıyor.


Koca Dünya

Erdem’in filmografisine aşina olanlara oldukça tanıdık gelecek Koca Dünya, yönetmenin tüm eserlerinden bir şeyler barındırıyor kuşkusuz. Bir abi ile kız kardeşin herkeslerden kaçarak ormana sığınıp, burada masalsı bir hayat yaşamalarına odaklanıyor Koca Dünya. Erdem’in simgelerle dolu filmi, bir sinema sevdalısı olan yönetmenin unutulmaz filmlere yaptığı göndermelerle dolu en başta. Stalker, Melankolia, Antichrist filmlerinin akıllara kazınan anlarını tekrarlaması elbette hoş. Ayrıca Hansel ve Gretel, Külkedisi gibi masallardan da izleri net bir şekilde gördüğümüz Koca Dünya, bana en çok da The Blue Lagoon’u hatırlattı. Kusursuz görüntü yönetimi, enfes müzikleri, mükemmel mekân seçimi ile teknik olarak elbette başarısı tartışmasız çok çok iyi. Lakin tüm bunlar filmin eksikliklerini unutturmuyor. Sıkıntılı senaryosu, sorunlu diyalogları ve keşke hiç olmasaymış denilen sahneleriyle birçok olumsuzluğu da bünyesinde barındırıyor.


Melekleri Taşıyan Adam

Oyuncu Cansel Elçin’in ikinci uzun metraj filmi Melekleri Taşıyan Adam, yerli sinemanın en bilindik konularından birini ısıtıp, sunuyor bizlere. Üstelik sunumu öncekilerden de daha etkili ya da farklı yapamıyor. Köyünden para kazanmak için İstanbul’a gelip taksicilik yapan Hasan’ı daha tanımadan onun değişimine tanık oluyoruz. Filmin yarısına kadar neredeyse tek bir laf bile etmeyen Hasan’ı seyirci olarak bir başkarakter olarak kabul edemiyoruz. Tanımayıp, içselleştiremediğimiz bu kişinin filmin ikinci yarısında bıçak sırtı gibi değişen durumu inandırıcılık sorunu yaşatıyor. Oldukça vasat olan bu filmi izlemek isteyenler beklentilerini düşmezlerse hayal kırıklığına uğrayabilirler.


The Happiest Day in the Life of Olli Mäki

Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış Ödülü’nü alan Finlandiya filmi The Happiest Day in the Life of Olli Mäki, gerçekten yaşanmış bir olaya götürüyor bizleri. 1962 yılının Finlandiya’sında Olli Mäki isimli boksörün, öncelikle önemli bir boksör ile karşı karşıya gelmek için kilo vermesi sonra da elbette maçı kazanması gerekiyor. Fakat Olli Mäki, âşık oluyor.  İşte bu aşk onun tüm hayatını, önemsediklerini, bakış açısını değiştiriyor. Olli Mäki, için önemli olan âşık olduğu kadın ile zaman geçirmek ve evlenmektir. Siyah-beyaz formatta çekilen film, mütevazı yapısı içerisinde değerlendirilirse, gayet temiz bir iş. Alışık olduğumuz şaşalı, gittikçe yükselen, ajitasyonun dibine vuran bir boks filmi arayanlara asla hitap etmeyecektir. Lakin alternatif bir boks filmi izlemek istiyorsanız, kesinlikle doğru seçim.

The Unknown Girl

Jean-Pierre Dardenne’nin son filmi The Unknown Girl, yönetmenlerin bir önceki filmi Two Days, One Night, filmiyle çok büyük benzerlikler taşıyor. İstemeden de olsa bir kadının hayatını kaybetmesine neden olan Jenny Davin adlı doktor, bu ölen kadının isimsiz bir mezarda yatmasını kabullenemiyor. Jenny, bu meçhul kızın kimliğini açığa çıkarmak için bir nevi polis rolünü üstlenerek kolları sıvıyor. Tüm hayatını bu görevi yerine getirmek için ayarlayan Jenny, böylece vicdanını rahatlatmaya çalışıyor. Bu fazlasıyla idealize edilmiş bir şekilde çizilen Jenny karakterinin vicdanını rahatlatmak adına yaptığı şeyler, bir süre sonra abartı gelmeye başlamıyor değil. Lakin Dardenneler, ustalıklı yönetimleriyle kendimizi filmin akışına bırakmamızı çok iyi beceriyorlar. Sürekli Jenny’in peşinde dolaşan kamera adeta onun hayatına bizi esir ediyor. Gerçi keşke her esirlik böyle olsa da demeden edemiyor insan.


Land of Mine

Aldığı sayısız ödülle de başarısını taçlandırmış, çok sert, çok etkileyici bir film olan Land of Mine, 1945 yılının Danimarka’sına götürüyor bizleri. İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş, ülkelerini işgal eden Alman askerlerini kovmak isteyen ve yaralarını sarmaya çalışan bir ülke Danimarka. Lakin Alman askerlerini hemen kovmaya niyetleri yoktur. Zira önce Nazilerin ülkelerine döşediği mayınları yine onlara söktüreceklerdir. Lakin bu mayınları etkisiz hale getirecek ve Danimarka topraklarını temizleyecek olan askerler,  tabiri caizse daha çocuk yaştaki, hiçbir şeyden haberi olmayan masumlardır. İş böyle olunca suçlu, suçsuz, nefret, merhamet gibi kavramların hepsi birbirine girecek, geriye kocaman soru işaretleri kalacaktır. İkinci Dünya Savaşı ile ilgili yapılmış nice dram filmine kafa tutacak denli insanın içini sızlatan, kurduğu güçlü çatışması ile seyirciyi koltuğa kilitleyen bir başyapıt Land of Mine.

Toni Erdmann

Cannes Film Festivali’nde FIBRESCI Ödülü’nü kazana Maren Ade’nin filmi Toni Erdmann, bizim ülkemizde de çokça yapılmaya çalışılan beyaz yakalı, orta sınıf eleştirisi. Toni Erdmann, aralarındaki kontağı kaybetmiş bir baba ile kızı arasındaki ilişki üzerinden Romanya’daki beyaz yakalıların hayatını gözler önüne seriyor. Ade, bunu yaparken bu insanları ve hayatlarını öylesine başarılı bir şekilde yerin dibine sokuyor ki… Ade, asla gözünün yaşına bakmadan, tüm setliğiyle rezil ediyor bu sınıfı. Bu rezalet hayatı bir yandan izlerken de baba karakteri üzerinden gerçekleşen mizah, bize çok yabancı ve uzak. Ama bu demek değil ki filmin birçok yerinde kahkahalarla gülmedik. Her şeyin bu kadar kararında, bu kadar net bir şekilde ortaya konulduğu da böylesine farklı bir mizahla seyirciyi güldüren de ender yapımlardan biri hiç kuşkusuz Toni Erdmann.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder