Gelin
Lütfi
Akad’ın Köyden Kente Göç üçlemesinin ilk filmi Gelin, sadece yaptığı
sosyo-kültürel tespitleri ile bile yönetmenin başyapıtı olmayı hak ediyor.
Yozgat’dan İstanbul’a gelip, yerleşen bir aile üzerinden göç olgusunu tüm
yönleriyle masaya yatırıyor Akad. Cahilliğin, feodal yapının, dini inanışların
bir hayatı nasıl el birliğiyle kurban ettiğinin çarpıcı bir portresini sunan
film, Akad’ın gözünden oldukça naif bir şekilde aktarılıyor. Filmin çatışmasını
destekleyen Kurban Bayramı, meseleyi çok güzel kapsayan bir metafor görevini
üsteleniyor ayrıca. Akad’ın genelde kapalı mekânlarda, sabit kamera ile çektiği
Gelin, teknik olarak da ataerkil düzenin mağrur ve hantal kafa yapısını
yansıtıyor. Gelin, sonunda verdiği mesaj ile de oldukça anlamlı bir yerde
duran, yıllar geçse de yerine getirdiği misyonundan dolayı unutulmayacak gerçek
bir şaheseridir.
Julieta
Pedro Almodovar, La
piel que habito ile tırmandığı everestinin zirvesini görmüş sadece İspanyol
sinemasının değil, dünya sinemasının önemli yönetmenlerinden biri. Yarattığı
sinema ile kendisinden sonraki kuşağa ilham perisi olan Almodovar, son iki
filmiyle daha çok soluklanma evresine girmiş gibi. Los amantes pasajeros ile
çerezlik bir seyir zevki ile bizi buluşturan yönetmenimiz son filminde ise
güçlü bir dram yapma arzusuyla yola çıkmış, fakat çatışmasını bana kalırsa çok
da etkili kuramamış sanki. Elbette usta bir göz tarafından çekilen her film
gibi soluksuz bir şekilde, kırpılmayan gözlerle izleniyor Julieta. Lakin yine
kırmızılarla sarıp sarmalanmış, birbirinden renkli kadının hikâyesiyle örülmüş,
kurgusu ustalıkla kurulmuş tertemiz, kusursuz, jilet gibi bir film olan
Julieta, kurduğu çatışma noktasında etkileyiciliğini sağlayamıyor. Bir anne ile
kız ilişkisini yine perdeye yansıtan Almodovar, unutulmaz tatlardan sonra biraz
damakta kekremsi bir tat bırakıyor. Alışılagelmiş Almodovar kadınlarına göre
daha sakin olan karakterleri de belki yabancılık çekmemize sebep oluyor kim
bilir?
The Student (Öğrenci)
The Student, Rus
yönetmen Kirill Serebrennikov’un muhteşem bir başyapıtı tek kelimeyle.
Anlattığı birçok şeyi kısaca toparlamak gerekirse, The Student, ayakları yere
sağlam basan, durduğu yerden emin olan, güçlü bir faşizm eleştirisi. Liseye
giden, kendini sorgusuz sualsiz elindeki
İncil’e veren bir genç ve onun yaptıkları, sebep oldukları üzerinde ilerliyor
film. Lakin film, dini temsil eden gencin karşısına bilimi ve aklı temsilen de
biyoloji öğretmenini konumlandırıyor. Film, böylece tüm süresi boyunca din ile
bilimi sürekli olarak karşı karşıya getirerek muhteşem bir çatışma yaratmayı
başarıyor. En önemlisi ise yönetmenin yan karakterler üzerinden toplumun kafa
yapısını fazlasıyla sert bir şekilde eleştirmesi olsa gerek. İncil’den ayetleri ve bunun yanında birçok
bilimsel gerçeği duyacağınız, kasvetli havasıyla daralacağınız, güçlü finali
ile de oldukça tatmin olacağınız hakkının bilinmesi gereken bir eser The
Student.
I Daniel Blake (Ben Daniel Blake)
Ken Loach ustanın
Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü kucakladığı son yapımı I Daniel Blake,
şüphesiz izleyeni fazlasıyla etkiliyor. Yönetmenin filmografisinin belki de en
duygusalı olan I Daniel Blake, yine devlet kurumlarını, işlemeyen bürokrasiyi,
yalnız kalmış yoksul halkı, çocuklarıyla yaşam mücadelesi veren kadınları
odağına alıyor. Üstelik bu kez çocuklarıyla yapayalnız hayat mücadelesi veren
kadına, en az onun kadar çaresiz, onun kadar yalnız yaşlı bir adam olan Daniel
yol arkadaşlığı yapıyor. Aslında izlediğimiz de Daniel’in hayatı. Bu, yakın
zamanda kalp krizi geçirdiği için doktoru tarafından çalışması yasaklanan
Daniel’in işsizlik maaşı almak için verdiği amansız mücadele insanın tabir
caizse adeta kanını donduruyor. Böylesine bir hayata eşlik eden bir de Kattie
ve çocuklarının dramı, üzerine tuz biber ekiyor. Loach hep başarılı, yine
başarılı… Fakat alacağı olsun ki bu defa bizleri ağlatmayı da bir borç bilmiş.
Ne diyelim, ustanın yaptığından sual olunmaz.
Mehmet Salih
Adanalı Güven
Beklen’in ilk filmi olan Mehmet Salih, bir nevi memleketine vefa borcunu
ödüyor. Son zamanlarda artarak devam eden kadın sorunlarına parmak basmak
amacıyla yola çıktığını ifade eden Beklen, sonradan kendi çocukluğunu vs işin
içine sokunca kafası iyice karışmış anlaşılan. Zira isminden de anlaşılacağı
üzere Mehmet Salih ismindeki çocuğun hayatını mı izliyoruz yoksa Mehmet
Salih’in hayatına dâhil olan kadınların mı bulanıklaşıyor. Bu oldukça kafası
karışık filmin, bazı oyuncuları gerçekten takdiri hak ederken bazılarıysa ciddi
anlamda performansları ile filme kan kaybettiriyorlar. Adana’nın kenar
mahalleleri, buralardaki insanların yaşadıkları, kadınların sorunları,
yoksulluk vs gibi mevzuların hepsi elbette çok önemli. Böylesine önemli konuları
perdeye aktarmaya çalışmak da kuşkusuz iyi niyet göstergesidir. Fakat niyetin
iyi olması ne yazık ki bir filmin iyi olması için yeterli bir neden olamıyor.
Ağustos Böcekleri ve Karıncalar
Erhan Tuncer’in
Ağustos Böceği ve Karıncalar adlı yapımı, örneklerini sinemamızda çokça
gördüğümüz bir aile çözümlemesi filmi. Uzun zamandır görüşmeyen, bir vesile
için mecburen bir araya gelen aile bireylerinin eteklerindeki taşları bir bir
ortaya dökmelerini, ufak farklılıklarla yine izliyoruz. Bu kriterlerde izlediğimiz
yerli ve yabancı birçok iyi örnek tabii ki var. Fakat Ağustos Böceği ile
Karıncalar, ne yazık ki tam olarak iyi örneklerin içerisinde sayabileceğimiz
bir film olamıyor. Zira fazlasıyla uzun süresi, hikâyedeki gereksiz dallanıp
budaklanmalar, iyi oyunculukların (Bennu Yıldırımlar, Erdem Akakçe)
karşısındaki yetersiz performanslar, safra diyaloglar ve daha neler neler
filmin yol alışını zorladıkça zorluyor. Ölüm döşeğinde olan babanın evinde
buluşan kardeşlerin birbirleriyle ve geçmişleriyle yaşanan hesaplaşmaları finale
doğru sırtındaki yük iyice ağırlaştıran, bile bile sırtını kamburlaştıran bir
yapım maalesef.
Frantz
Bizleri kendine
hasret bırakmadan bir sonraki filmiyle hemencecik karşımızda arzı endam eden
François Ozon, yine estetik anlayışı, dili, bakışı, görüşü ile etkilemeyi
başarıyor. Ozon bu kez biz seyircileri, yıllar öncesine, Birinci Dünya Savaşı’nın bitimine götürüyor.
Savaşın, Almanya ile Fransa arasında geçen kısmıyla ilgilenen film,
mecburiyetten orduya yazılan bir Alman ve Fransız asker üzerinden yaratığı
çatışma ile tek kelimeyle çok etkileyici. Böylesine güçlü bir çatışma üzerine
kurulan filmde tüm karakterler oldukça anlamlı ve yerinde. Oyunculuklar,
karakterler, sinematografi, senaryo ve kurgu hepsi ama hepsi tek kelimeyle
kusursuz. Siyah- beyaz ile renkli görüntüler arasında gidip gelen, bu
yaptığıyla bile söyleyeceklerini dillendirmeye devam eden Ozon’un en güzel
yaptığı şeylerden biri ise şiiri, müziği, operayı, resmi kısacası sanatı
incelikle eserine nakşetmesi olsa gerek.
Tarla
Tarla, esas
meselesini, ödenmekte zorlanılan bir borcun varlığı üzerine kurmuş bir film.
Daha önceki Eylül ve Özür Dilerim filmleriyle tanınan Cemil Ağacıkoğlu, bana
kalırsa filmografisinin en zayıf halkasına imza atmış. Zira yeterince güçlü
olmayan bir meseleyle yazılan senaryo Tarla’yı ne yazık ki yarı yolda
bırakıyor. Her ne kadar oyunculuklar ya da teknik anlamlarda başarılı bir yapım
olsa da, Tarla, seyirciye yaşatması gereken tatmin duygusunu veremiyor. Büyük
bir kısmı arabanın içerisinde karşılıklı konuşarak, susarak geçen film, aynı
zamanda aile bağlarını, özellikle de iki kardeş arasındaki ilişkiyi yansıtmaya
çalışıyor.
Geçmiş
Çağdaş Çağrı’nın
ilk filmi olan Geçmiş, bir sinema sevdalısının, sinema ile vakit geçirmesinden,
onunla oyun oynamasından başka bir şey değil bana kalırsa. Zira Çağrı, filminin
ne bir senaryosunun ne de bir çatışmasının olması gibi dertlere girmiş. Tam
anlamıyla bir loser karakter olan Yusuf adlı fotoğrafçının hayatından bir kesit
izliyoruz filmde. Pulitzer Ödülü bile alan bu adamın hayatı, meslekteki kadar
başarılı bir seyir izlemiyor. Hatta meslekteki başarısının tamamen aksi yönde
seyreden özel yaşamı onu, adeta bizim izlediğimiz süreçte yiyip bitiriyor.
Yıllar önce Mardin Nusaybin’de çektiği bir kızın fotoğrafını görünce onun
izinden tekrar yollara düşen karakterimiz, ne yazık ki kendi hayatını yiyip
bitirirken bizim de sabrımızı tüketiyor. Kızı arama kararından sonra bir yol
hikâyesi de olan Geçmiş, ne yaparsa yapsın sıkıntılı yapısından kurtulamıyor.
Akmayan, adeta ıkınan bu film, en çok da salonda kahkahaların atılmasına neden
olan başarısız yazılmış diyaloglarıyla hatırlanacak. Bülent Emin Yarar gibi
başarılı bir oyuncunun ellerinde bile hayat bulamayan Geçmiş, yerli sinemanın
unutulacakları arasında kendine yer bulacak gibi.
Babamın Kanatları
Festivalin dördüncü
gününe girmişken şu ana kadar izlenilen yerli filmler içerisinde seyirci olarak
yüzümüzü güldüren, bizlere sinemamız adına hala umut olduğunu gösteren ilk film
Babamın Kanatları oldu. Kıvanç Sezer’in ilk gözbebeği olan yapım, incelikle
yazılmış bir senaryo, rolünün hakkını fazlasıyla veren performanslara imza atan
oyunculuklar ve adeta usta bir göz tarafından çekilmiş gibi duran
yönetmenliğiyle alkışı hak ediyor. Bir rezidans inşaatını kendine mekan seçen
Babamın Kanatları, işçi hakları, yoksulluk, işlemeyen sosyal güvenceler ve daha
birçok şeyi kendine mevzu olarak seçiyor. Üstelik hepsini de kararında,
hakkıyla filmine incelikle işlemeyi biliyor. Kanser olduğunu öğrenen inşaat
ustası İbrahim (Menderes Samancılar) ekseninde dönen film, inşaatta çalışmak
zorunda kalan üniversite öğrencisini de, işçilikten kalfalığa yırtmaya çalışan
saf, hayalperest genci de hikâyeye eklemeyi ihmal etmiyor. İranlı yönetmen
Mecid Mecidi’nin başyapıtlarından Baran’ı bana anımsatan Babamın Kanatları, en
az onun kadar dile getirmek istediklerini başarıyla perdeye aktarıyor.
Rüya
Bir Derviş Zaim
sineması seveni olarak büyük umutlarla izlemeye girdiğim Rüya, tek kelimeyle
hayal kırıklığı yarattı. Bugüne kadar birçok başarılı filme imza atmış olan
Zaim, bir önceki filmi Balık’tan tam iki yıl sonra çektiği Rüya ile karşımıza
oldukça kafası karışık çıkıyor ne yazık ki. Filler ve Çimen, Tabutta Rövaşata
gibi başyapıtlarla tanıyıp, benimsediğimiz Zaim, dupduru olan hikâyelerinden
sıkılmış olacak ki, oldukça karmaşık bir yol izlemeyi tercih ediyor son yapımı
ile. Fakat bu karmaşık yolda hem oyuncuları, hem senaryosu, hem kurgusu hem de
kendisi kayboluyor bana kalırsa. İnşaat sektörünü, yanlış ve bilinçsiz
kentleşmeyi eleştirmek adına, elbette çok iyi niyetlerle çıkılan yolda yolunu
kaybeden bir usta görmek beni fazlasıyla üzdü. Film, ilerledikçe karmaşık
yapısını toparlayamadığı gibi onun esiri olarak iyice dağılmaktan da kendini
kurtaramıyor. Bir süre sonra mantık hataları, kurguda devamsızlık, gülünç
duruma düşen diyaloglarıyla maalesef ki dibi buluyor. Rüya, Zaim sinemasının en
vasatı olarak pramidin en altına yerleşiyor.
Sieranevada
Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan Sieranevada,
Romanya Sineması’ndan tanıyıp, sevdiğimiz Cristi Puiu imzalı. 173 dakika gibi
uzun bir süreyi neredeyse tek mekânda çeken Puiu, tam bir yönetmenlik başarısı
sergiliyor. Babalarının ölüm yıldönümünde bir araya gelen kardeşler, anne,
teyze, nine ve yeğenler hem kendi
problemli özel hayatlarıyla hem de birbirleriyle olan sorunlarıyla karşımıza
çıkıyorlar. Küçücük bir evin her bir odasına, köşesine yerleştirdiği
karakterler ve bu karakterlere bağlı olan hikâyeleriyle farklı farklı çatışmaları
bir araya getiren film, tahmin edilenden daha fazlasını veriyor seyirciye. Her
karakterle birlikte farklı bir mevzuya ya da bir drama şahit olduğumuz
Sieranevada, politik tartışmalardan da, kişisel problemlerden de eşit miktarda
faydalanıyor. Kamera kullanmanın normal
anlamda bile zor olduğu bir mekânda adeta döktüren Puiu, su gibi akan
diyalogları, birbirinden güçlü
çatışmaları başarıyla bir araya getirmesiyle ve daha birçok marifetiyle zor
olanı başarıyor hiç kuşkusuz.
Albüm
Cannes Film
Festivali’nde Eleştirmenlerin Haftası adlı bölümde Yılın En Yenilikçi Yönetmeni
Ödülü’nü alan Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk uzun metrajlısı olan Albüm, kuşkusuz
festivalin en merak edilen yerli yapımlarından biriydi. Albüm, konu olarak,
ülkemiz için oldukça dikkate değer bir meseleyi seçiyor. Çocuk sahibi olamayan
ve evlat edinmek isteyen, fakat bunu gizli saklı, sahtekârca halleden bir aile
var karşımızda. Mertoğlu, bu ailenin evlat edinme ve sonrasındaki süreç
üzerinden orta sınıfı yerin dibine sokuyor. Lakin bu absürtlükten beslenen,
kara komedi türünde gezen film, yapmak istediği konusunda odağını tam olarak
bulamıyor. Ya da kendine seçtiği mevzu üzerinde söyleyebilecekleri bitince,
başka meselelere kayıyor ne yazık ki. Film, ülkemizde olmayan birçok şeyi
nedense oluyor gibi göstermesiyle ve yer yer küfürler üzerinden güldüren kaba
komedisiyle de sevimsizleşiyor bana kalırsa. Mertoğlu’nun, teknik olarak gayet
temiz bir iş ortaya çıkardığı filmi, maalesef ki, ülkesini, insanların
yaşayışını tam olarak bilmemenin ya da önemsememenin eksikliğiyle hatırlanacak.
Dar Elbise
Irak doğumlu yönetmen
Hiner Saleem, son filmini ülkemizde, bizim oyuncularımızla çekiyor. Saleem,
güya kadın sorununa parmak basmak istiyor. Fakat Saleem’in kafası oldukça
karışık anlaşılan. Zira yönetmen, yapmak istediğinden o kadar şaşıyor ki,
amacının tam tersi yönde bir mesaj vermiş oluyor. Dar Elbise’nin en büyük
handikapı ise ülkemizde yaşamayıp da bu topraklarda film çeken yönetmenlerle
aynı hareketleri sergiliyor; ülkemizi gerçekçilikten uzak bir şekilde,
oryantalist bir bakış açısıyla çiziyor. Fransalı bir modacının İstanbul’da
defile yapmak istemesi üzerine gelişen olaylar üzerinden kadınların ülkemizde
yaşadıkları baskılara, onların toplumdaki yerine dikkat çekilmek isteniyor.
Lakin sadece dikkat çekilmek isteniyor. Teknik olarak da film, seyirciyi tatmin
etmeyerek, tamamen sınıfta kalıyor.
Koca Dünya
Erdem’in
filmografisine aşina olanlara oldukça tanıdık gelecek Koca Dünya, yönetmenin
tüm eserlerinden bir şeyler barındırıyor kuşkusuz. Bir abi ile kız kardeşin
herkeslerden kaçarak ormana sığınıp, burada masalsı bir hayat yaşamalarına
odaklanıyor Koca Dünya. Erdem’in simgelerle dolu filmi, bir sinema sevdalısı
olan yönetmenin unutulmaz filmlere yaptığı göndermelerle dolu en başta.
Stalker, Melankolia, Antichrist filmlerinin akıllara kazınan anlarını
tekrarlaması elbette hoş. Ayrıca Hansel ve Gretel, Külkedisi gibi masallardan
da izleri net bir şekilde gördüğümüz Koca Dünya, bana en çok da The Blue
Lagoon’u hatırlattı. Kusursuz görüntü yönetimi, enfes müzikleri, mükemmel mekân
seçimi ile teknik olarak elbette başarısı tartışmasız çok çok iyi. Lakin tüm
bunlar filmin eksikliklerini unutturmuyor. Sıkıntılı senaryosu, sorunlu
diyalogları ve keşke hiç olmasaymış denilen sahneleriyle birçok olumsuzluğu da
bünyesinde barındırıyor.
Melekleri Taşıyan Adam
Oyuncu Cansel
Elçin’in ikinci uzun metraj filmi Melekleri Taşıyan Adam, yerli sinemanın en
bilindik konularından birini ısıtıp, sunuyor bizlere. Üstelik sunumu
öncekilerden de daha etkili ya da farklı yapamıyor. Köyünden para kazanmak için
İstanbul’a gelip taksicilik yapan Hasan’ı daha tanımadan onun değişimine tanık
oluyoruz. Filmin yarısına kadar neredeyse tek bir laf bile etmeyen Hasan’ı
seyirci olarak bir başkarakter olarak kabul edemiyoruz. Tanımayıp, içselleştiremediğimiz
bu kişinin filmin ikinci yarısında bıçak sırtı gibi değişen durumu
inandırıcılık sorunu yaşatıyor. Oldukça vasat olan bu filmi izlemek isteyenler
beklentilerini düşmezlerse hayal kırıklığına uğrayabilirler.
The Happiest Day in the Life of Olli Mäki
Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış Ödülü’nü alan
Finlandiya filmi The Happiest Day in the Life of Olli Mäki, gerçekten yaşanmış
bir olaya götürüyor bizleri. 1962 yılının Finlandiya’sında Olli Mäki isimli
boksörün, öncelikle önemli bir boksör ile karşı karşıya gelmek için kilo
vermesi sonra da elbette maçı kazanması gerekiyor. Fakat Olli Mäki, âşık
oluyor. İşte bu aşk onun tüm hayatını,
önemsediklerini, bakış açısını değiştiriyor. Olli Mäki, için önemli olan âşık
olduğu kadın ile zaman geçirmek ve evlenmektir. Siyah-beyaz formatta çekilen
film, mütevazı yapısı içerisinde değerlendirilirse, gayet temiz bir iş. Alışık
olduğumuz şaşalı, gittikçe yükselen, ajitasyonun dibine vuran bir boks filmi
arayanlara asla hitap etmeyecektir. Lakin alternatif bir boks filmi izlemek
istiyorsanız, kesinlikle doğru seçim.
The Unknown Girl
Jean-Pierre Dardenne’nin son filmi The Unknown Girl,
yönetmenlerin bir önceki filmi Two Days, One Night, filmiyle çok büyük
benzerlikler taşıyor. İstemeden de olsa bir kadının hayatını kaybetmesine neden
olan Jenny Davin adlı doktor, bu ölen kadının isimsiz bir mezarda yatmasını
kabullenemiyor. Jenny, bu meçhul kızın kimliğini açığa çıkarmak için bir nevi polis
rolünü üstlenerek kolları sıvıyor. Tüm hayatını bu görevi yerine getirmek için
ayarlayan Jenny, böylece vicdanını rahatlatmaya çalışıyor. Bu fazlasıyla
idealize edilmiş bir şekilde çizilen Jenny karakterinin vicdanını rahatlatmak
adına yaptığı şeyler, bir süre sonra abartı gelmeye başlamıyor değil. Lakin
Dardenneler, ustalıklı yönetimleriyle kendimizi filmin akışına bırakmamızı çok
iyi beceriyorlar. Sürekli Jenny’in peşinde dolaşan kamera adeta onun hayatına
bizi esir ediyor. Gerçi keşke her esirlik böyle olsa da demeden edemiyor insan.
Land of Mine
Aldığı sayısız ödülle de başarısını taçlandırmış, çok sert,
çok etkileyici bir film olan Land of Mine, 1945 yılının Danimarka’sına
götürüyor bizleri. İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş, ülkelerini işgal eden Alman
askerlerini kovmak isteyen ve yaralarını sarmaya çalışan bir ülke Danimarka.
Lakin Alman askerlerini hemen kovmaya niyetleri yoktur. Zira önce Nazilerin
ülkelerine döşediği mayınları yine onlara söktüreceklerdir. Lakin bu mayınları
etkisiz hale getirecek ve Danimarka topraklarını temizleyecek olan askerler, tabiri caizse daha çocuk yaştaki, hiçbir
şeyden haberi olmayan masumlardır. İş böyle olunca suçlu, suçsuz, nefret,
merhamet gibi kavramların hepsi birbirine girecek, geriye kocaman soru
işaretleri kalacaktır. İkinci Dünya Savaşı ile ilgili yapılmış nice dram
filmine kafa tutacak denli insanın içini sızlatan, kurduğu güçlü çatışması ile
seyirciyi koltuğa kilitleyen bir başyapıt Land of Mine.
Toni Erdmann
Cannes Film Festivali’nde FIBRESCI Ödülü’nü kazana Maren
Ade’nin filmi Toni Erdmann, bizim ülkemizde de çokça yapılmaya çalışılan beyaz
yakalı, orta sınıf eleştirisi. Toni Erdmann, aralarındaki kontağı kaybetmiş bir
baba ile kızı arasındaki ilişki üzerinden Romanya’daki beyaz yakalıların
hayatını gözler önüne seriyor. Ade, bunu yaparken bu insanları ve hayatlarını
öylesine başarılı bir şekilde yerin dibine sokuyor ki… Ade, asla gözünün yaşına
bakmadan, tüm setliğiyle rezil ediyor bu sınıfı. Bu rezalet hayatı bir yandan
izlerken de baba karakteri üzerinden gerçekleşen mizah, bize çok yabancı ve
uzak. Ama bu demek değil ki filmin birçok yerinde kahkahalarla gülmedik. Her
şeyin bu kadar kararında, bu kadar net bir şekilde ortaya konulduğu da
böylesine farklı bir mizahla seyirciyi güldüren de ender yapımlardan biri hiç
kuşkusuz Toni Erdmann.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder