İnsan evrimine ışık tutan bir film.
Her yıl festival programı belli olur olmaz adeta bir salgın
gibi kulaktan kulağa yayılan, perdede karşımıza gelmeden şanını getiren en
azından bir film olur. İşte Raw da tabiri caizse özellikle gösterildiği
yerlerde yarattığı sükse nedeniyle deliler gibi yolunu gözlediğimiz, izlemek
için tarifi mümkünsüz bir istek duyduğumuz filmlerden oldu. 36. İstanbul Film
Festivali’nin en gözde misafiri olan Raw, Fransız Julia Ducournau’nın ilk
gözbebeği. Senaryosunu da Ducournau’nun kaleme aldığı Raw, gösterildiği tüm
festivallerde övgüyle karşılandı ve Cannes Film Festivali’nden Fibresci Ödülü
başta olmak üzere birçok ödülle başarısını taçlandırdı.
İnsanlık varoluşundan itibaren sürdürdüğü evrimini
kesintisiz devam ettirmektedir. Bu evrim sürecinin en önemli ayağı da
beslenmedir hiç kuşkusuz. Varoluşunun başlangıcında karnını doyurmak amacıyla
başlattığı mücadelede hayvan türü üzerinde kurduğu hâkimiyeti, yerleşik hayata
geçmesi, tarım ile uğraşması, medenileşmesi sonrasında da değiştirmemiş, bir
nevi bu konuda evrim sürecini işletmemiştir insanlık. Yalnız son yıllarda
bilinçlenen bir kesimin et yemeği hatta hayvansal ürün yemeyi, kullanmayı
bırakmasıyla insan evriminin en önemli ayağı atağa geçmiştir. Her geçen gün
vegan/vejetaryen insanların artışı, bilinçlenmesi ve güçlü bir şekilde
seslerini duyurma çabaları sonunda sinemanın da bu sese kulak vermesine sebep
olmuştur. 34. İstanbul Film Festivali sayesinde izleme şansını bulduğumuz Saverio
Costanzo’un Hungry Hearts’i bu konuda yapılan filmlerin öncülerindendi belki
de. Sinemada henüz nüveleri dolaşan türde, bu yıl bir patlama olduğunu gözden
kaçırmak mümkün değil. Hayvan ırkına yapılan zulüm, katliam üzerinden
seyircisini sorgulatmayı hedefleyen filmler festival programında; Ulrich Seidl’in
Safari, Maud Alpi’nin Gorge coeur ventre, Ildiko Enyedi ‘nin Teströl és
lélekröl, Agnieszka Holland’ın Pokot ve Raw …
Hızlı, ayrıksı, çalkantılı ve feminist bir büyüme hikâyesi.
Kimi zaman bir safari alanını, kimi zaman da mezbahayı
kendine mekân edinen bu filmlerden Raw ise veterinerlik fakültesini tercih
ediyor. Başkarakter olarak ise veteriner olan ve vejetaryen bireylerden oluşan
bir ailenin küçük ve dahi kızını yaratıyor. Henüz on altı yaşında olan ve
oldukça içine kapanık bir hayat yaşayan Justine’nin (Garance Marillier)
üniversiteye başlaması, hızlı, çalkantılı ve ayrıksı bir büyüme hikâyesini
yaratıyor. Vejetaryen, içe kapanık, cinsellik tecrübesi hala yaşamamış Justine,
üniversitedeki çaylaklara yapılan testlerden birinde zorla çiğ tavşan ciğeri yemeye
zorlanıyor. Ve bundan sonra her şey tepetaklak oluyor.
Hayatı boyunca hiç et yememiş Justine, sırf toplumun büyük
kesimi tarafından kabul görebilmek için itaat eder; bir nevi yasak elmayı
yiyerek, kaosu ateşliyor. Justine, bir kez etin tadını aldıktan sonra her ne
kadar ilk etapta alerjik olarak tepki verse de bir süre sonra bu tadın peşinden
giden, bu lanetin tadına vardıkça da daha da pervasızlaşan doymak bilmez birine
dönüşüyor. Tabii bu yolculuğunda, daha önce aynı yollardan geçmiş olan kardeşi
de ona eşlik edecektir. Tıpkı Âdem ile Havva gibi beraberce şeytana uyacak,
topluma uyalım derken, yasak olana, kabul görülmeyene yönelecek, sınırların
ötesini arzulayacaklardır. Burada elbette hayvanları denek olarak kullanan,
mezbahalarda topluca katleden, avlayan, tecavüz eden insanlığın yaptıkları
aşırı değil de insan kanına ve etine yönelenlerin mi yaptığı aşırı. Peki,
neden? Aynı şekilde doğan, büyüyen, hisseden, düşünen hayvan türüne yapılan
neden mubah da insan türüne yapılan günah? Filmin kurduğu çatışma tam da bu
ayrım üzerinde temelleniyor. Bu oldukça güçlü çatışma, filmin güçlü bir
belkemiği üzerinde dallanıp budaklanan iskeletini yaratıyor.
Korku janrının tüm alt türlerine göz kırpan bir başyapıt.
Güçlü senaryosu, kurduğu sağlam çatışması ile ne yapmak
istediğini oldukça iyi bilen Raw, yönetmeninin sinemayı çok seven bir sinefil
olduğunu da her sahnesinde açık ediyor. Korku janrının tüm alt türlerine
neredeyse göz kırpan Raw, vampir, yamyam, nekrofili ve slasherden fazlasıyla
besleniyor. Kanın oluk oluk aktığı yetmezmiş gibi etlerinde parça parça koptuğu
hatta ve hatta uvuzların adeta hadım edilir gibi kesildiği filmdeki bu zorlu
sahneleri izlemek epey zorlayıcı. Lakin bu sahneleri izlerken korku
külliyatının unutulmaz başyapıtlarına (Carrie, Byzantium ve daha niceleri…) yapılan
göndermeleri fark etmenin tadı da bambaşka bir deneyim.
Justine karakterinin kendini keşfetmesini izlediğimiz bu
film, aslında sıra dışı bir büyüme hikâyesi. Lakin Raw, bu büyüme hikâyesini bir
adım daha öteye, dönüşüme kadar ilerletiyor. Justine’nin önce kabuğunu kırarak diğerlerinden
biri olmasına, daha sonra ise yeni bir kabuğa bürünerek bambaşka bir norma
geçiş yapmasına şahit oluyoruz. Böylesine yoğun ve güçlü bir metinle karşımıza
çıkan ender yapımlardan biri olan Raw, her uzandığı mevzuda büründüğü renklere,
etkili kamera kullanımına, bir an bile elini bırakmadığı eşsiz müzik
kullanımına kadar her şeyiyle kendine hayran bırakıyor. İmgelerle döşediği
yollardan yürüyüp de alt metninde fısıldadığı bilge laflarına kulak verirseniz,
özellikle benim gibi vegan ya da vejetaryenleri kendine âşık etmemesi içten
bile değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder