Unutmak ve Hatırlamak Üzerine Bir Şiir
Fransız yönetmen Alain Resnais, henüz on üç yaşında çektiği
kısa filmi ile sinemaya olan sevdasını başlatmış bir isim. Fransız Yeni
Dalgası’nın içerisinde, Jean-Luc Godard ve François Truffaut gibi yönetmenlerin
belgeselci yanı ağır basan, fazlasıyla gerçekçi sinemalarındansa edebiyat ile
sıkı bir ilişki yaşayan ve gerçeklik algısını altüst eden bir sinema anlayışını
benimsemiştir. Agnes Varda, Chris Marker gibi isimlerle‘Sol Kıyı’ (Rive gauche
- Left Bank) akımının önde gelen isimleri arasında sayılacak Resnais’in
kendisiyle birlikte anılan başyapıtı ise Hiroshima mon amour’dur.
Alain Resnais’in tüm filmografisine yayılacak olan unutmak
ve hatırlamak eylemleri üzerine yarattığı eserlerin tartışmasız en baştan çıkarıcı
olanı Hiroshima mon amour olur. Resnais’e Nazi Soykırımı ile ilgili belgeseli
olan Nuit et brouillard’deki çarpıcı üslubundan dolayı Hiroşima ile ilgili
belgesel yapma teklifi gelir aslında. Fakat Resnais, Hiroşima’daki felaket
üzerine yapılmış olan belgesellerin üzerine katacağı, söyleyeceği daha başka
söz olmadığını fark ederek, kurmaca bir film çekeceğini söyler ve senarist
olarak da yanına Yeni Roman akımının en önemli isimlerinden Marguerite Duras’ı
alır. Yeni Roman akımından oldukça etkilenen Resnais, bu akımın en önemli
isimlerinden olan Duras ile yola çıkmakla elbette çok doğru bir karar
vermiştir. Zira Duras, tıpkı Resnais gibi Hiroşima’yı ilk duyduğu anda, sözün
böylesi bir acıda eylemini kaybettiğini anlayarak şu sözleri dile getirir;
“Hiroşima’yı ısmarlamış olmasalardı, Hiroşima üstüne de bir şey yazmazdım ve
yazdığımda da, görüyorsunuz, Hiroşima’daki sonsuz sayıdaki ölüme karşılık ben,
kendi uydurduğum tek bir aşkın ölümünü koydum.”
Aslında Resnais ile Duras, yirminci yüzyılın önemli filozoflarından
Theodor W. Adorno ile şiddetin estetiğinin yapılmasına karşı çıktığı noktada
birleşiyorlar. Nazi soykırımı gibi bir insanlık suçu, yaşandıktan sonra artık
şiir yazılamaz demiştir Adorno. Aslında söylemek istediği tam da böylesi bir
şiddetin, böylesi bir vahşetin estetize edilerek söze dökülmesine karşı
çıkmaktır. Zaten Duras ile Resnais de Hiroşima’da yaşanılan vahşetin estetiğini
yapmayı, yapabilmeyi asla düşünmezler. Bir aşk hikâyesi üzerinden
yaşanılanların nasıl unutturulduğunu ve hatırlamak eyleminin önemini gözler
önüne sererler.
Hafızanın Derinliklerinde Gezindikçe Şiddetlenen Bir Acı
Fransız olan Elle (Emmanuelle Riva), barış konulu bir filmde
oynamak amacıyla Japonya’ya gelmiş ve Japon bir mimar olan Lui (Eiji Okada) ile
aşk yaşamaya başlamıştır. Lakin Elle’nin yabancısı olduğu topraklarda, hiç görmediği,
tanık olmadığı bir acıyı görmüş, yaşamış olduğunu düşünmesi aslında kendi şahsi
acısına dönüşüne sebep olur. Elle, bir toplumun tarif edilemeyen acısına,
gezdiği müzelerden, hastanelerden vs şahit oldukça aslında kendi kişisel
yıkımını, ona unutturulan geçmişini hatırlamaya başlar. Zaten Elle’nin ben
bunları gördüm, yaşadım diye konuşması da aslında Elle’nin kişisel tarihinde
yaşadıklarının hissiyatıdır. Böylece Elle, hatırladıkça anlatmayı ve tekrar o
acıları yaşayarak, unuttuklarını geri getirmeyi amaç edinir. Fakat anlattıkça,
tüm yaşadıklarını, acılarını nasıl unuttuğuna inanamaz ve bu unutuş ona acı
çektirir.
Resnais, Elle ile Liu’nun bir güne yayılan aşkına bizleri
şahit ederken aynı zamanda da hem Hiroşima’yı bizlere adım adım Elle ve Liu ile
birlikte gezdirir. Hem de geçmişte ölen bir aşkın, yasını tutturur. Bir süre
sonra şehrin, kimi zaman yürüyerek kimi zaman arabayla kat edilen yolları ile
Elle’nin hafızasının dehlizleri iç içe geçer. Hatta bir süre sonra Resnais,
yapı-bozumunu daha da ileri götürür; Elle’nin geçmişinde yaşadığı Never’in ve Hiroşima’nın
sokakları ile Elle’nin hafıza dehlizleri, Elle’nin ölmüş olan aşkının akıbeti
ile Lui ile olan aşkı aynı yol izler. Bir süre sonra öznel olan acı ile
toplumsal olan iç içe geçerek birbirini sarmalar.
Duras’ın kusursuz senaryosu, Resnais’in eşsiz
yönetmenliğiyle ete kemiğe bürünen Hiroshima mon amour, seyirciye gerçeklik
algısını yaşatmamak için elinden geleni ardına koymayan, seyircinin
duygularından asla nemalanmayan, kusursuz bir yapım. Resnais’in özellikle
zaman-mekân algısını altüst ettiği ve ses miksajını geçmiş ile gelecek arasında
köprü görevi olarak kullandığı sahneleri, izlediklerimize tamamen yabancı müzik
kullanımı ve daha nice hınzırlıklarıyla gerçeklik algısını yok eden filmi, gerçekten
hissetmek ve söylemek istediklerini anlamak için oldukça dikkatli bir seyri hak
etmekte. Zira Resnais’in istediği de tam olarak bu değil midir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder